ÇERKESLERİN BAZI ADET VE AHLAKI

T. Oşıkh
Yamçı Dergisi, Mayıs 1977-Şubat 1978,
s. 407

Sonraları, orduda bulunanları ile temaslarımdan Çerkeslerin bir hayli durumlarına vakıf oldum. Kabile filan gibi ırkı adet ve göreneklerinin baskısından kurtarılıp, tam askeri bir süvari birliği gibi tesis ve teşkil edilip disiplin altına alınmadıkça, bunlardan gerektiği ölçüde bir fayda sağlanamayacağına hükmettim. Bunların harpte tuhaf, tuhaf adetleri vardır. Bu adamlar, yaralılarını bizim doktorlara baktırmazlar, yaralılarım ve hastalarım bizim hastanelere yatırmazlar. Kendi adetleri gereğince kendi cerrahlarına baktırmak isterler. Bir Çerkes yaralandı mı, askerlerin içerisinde bulunan dost akrabasından -hastanın haline ve ağırlığına göre- iki, üç bazen dört kişi onu alarak ta memleketlerine ve evine kadar götürmeye mecburdur. Farz edelim ki, bu savaşta elli Çerkes yaralandı, bu elli yaralı kişi yüz iki yüz sağlam kişi ile işten alıkoyup beraberinde götürür. Irki ve milli adetlerinden bir şeyi feda etmektense, ölmek, onlarca daha evladır.

Afedersiniz konudan çıkmış oluyordum ama yeri gelince de yazmak icap ediyor: 1884 ve 1885 senelerinde adliye müfettişi olarak Kastamonu vilayetinde bulunmuş idim. Teftiş esnasında Bolu sancağı 9’a bağlı Düzce kazasına giderek bir ay orada kaldım. Bu kazada, hemen çoğu çeşitli Kafkas kabilelerinden olmak üzere 35 bin kadar nüfus var. Çerkeslerin orada gördüğüm adetlerinden biri de bilmem, fenni cerrahileri iktizası (gerekli, gerekli olma -CC) mıdır, nedir, yaralıyı bir gece uyutmamaktır.

Hastanın akraba veya dostlarından birisi bir öküz kesip, etini adetleri üzere pişirdikten sonra hastanın olduğu eve getiriyor. Etrafta bütün komşu kadınlar, kızlar ve erkekler o öküzü pasta ile yedikten sonra, kızlar kendilerine has şarkı ve sözlerle sabaha kadar oyunlar oynayıp yaralıyı uyutmuyorlar. Gündüz de bilmem nasıl ediyorlar… Ertesi gece, hastanın bir başka dostu bir inek kesiyor ve anlattığım adet devam ediyor, taa hastanın artık geceleri uyuklamasında bir zarar olmadığı cerrah (!) tarafından söyleninceye kadar veya sayılı günler geçinceye kadar. Bu cerrah, zevk ve sefa ehli bir adamsa, vay hastanın haline. Demek herif kıyamete kadar hastaya göz yumdurmayıp, çengi sefalar ile eğlenecek.

Bizim Çerkes hemşeriler menfaatlerini de pek severler. Her ne kadar  dünyada menfaatini sevmeyen adam olmazsa da bunlarınla hadden efzum olup bir acayip haldir. Mesela: kazanılan bir savaş sonunda alınan mallardan bir Çerkes’in hissesine bir at veya öküz veyahut ta bir inek düşse, yani harbin neticesine kadar ordugahta  bakılmasına  imkan  olmayan bir şey; herif bunu alıp evi yirmi günlük mesafede olsa götürüp gelmelidir ama kendisi yokken ordu tekrar savaşa girecekmiş, millet ölüp ölüp dirilecekmiş, onun umurunda bile değildir. Her kabile kendi Bey’inin yücelik ve üstünlüğüne inanır, başkasını dinlemez. Yalnız bazı kabile beyleri vardır ki, normal zamanlarda emirleri, diğer kabilelerde de dinlenir ve yürür. Mesela, Kabardey kabilesinde Gazi Hüseyin bey gibi. Bu Hüseyin Bey denilen zatın dahi Ordu Komutanı’nın emir ve talimatına uygun olarak hareket etmesinde ne kadar güçlükler çekildi…

Nitekim kullanılmadı ya.

Musa Paşa kendi kabilesinde Bey veya (özden) değilmiş. Küçük yaştan Rus askeri okul ve hizmetine girerek ardı ardınca terfi edip generalliğe kadar yükselmiştir. 1860 tarihinde çeşitli Kafkas kabilelerinden beş-bin aile ile birlikte Osmanlı memleketlerine göç etmiş. Devlet-i Aliye’de generalliğine karşılık mirliva olarak kabul ve taltif etmiş tabiatı ile Çerkeslerin istediği beylik ve özdenlik rütbelerinin verilmesi bu yüzdendir ki Musa Paşa da Çerkeslere kumanda ve idareden aciz kalmıştı.

Bir harbin sonunda komutanın çadırına giriyorlar, kimisi atım öldü kıymeti 50 liradır, hemen ödenmeli, kimisi tabancamı kaybettim değeri şudur, kimisi atımın nalı düştü onu isterim der ve istediği şeyde mutlaka almak için direnir durur. Yumuşaklıktan anlamaz, ”yoktur” sözünü dinlemez bu böyle olmakla beraber ”yiğidi öldür hakkını yeme” derler’. Doğrusu bunlarında savaştaki cesaret ve kahramanlıklarına diyecek yoktur. Aferin dememek elden gelmez.

Daha doğrusu Musa Paşa da bunların kumandanlığını yapmaktan vazgeçip istifa etti. Çünkü iş tahammül derecesini aşmıştı. Musa Paşa’dan boşalan yere, süvari mirlivalarından Ethem Paşa tayin edildi. O da üstesinden gelemedi bu işin. Güya alay, alay, bölük bölük taksim olunarak her bölüğe muvazzaf süvariden birer yüzbaşı verildi ve kendi beyleri de yerine göre binbaşı ve yüzbaşı olarak başlarına konuldu. Askeri talim ve terbiyeleri yönünden muvazzaf yüzbaşı, itaat ve disiplinlerinden kendi beyleri mesul olacaktı. Buda mümkün olmadı. Sözün kısası Çerkesler ağız tadı ile orduda kullanılamadılar. Taltif edildiler olmadı, yüzlerine gülündü hiç olmadı. Çabucak aldanıp, çabucak güvenen acayip bir millettir. Çalışır, çabalar aman Allah’a şükürler olsun biraz yoluna koyup tanzim edebildik dersiniz; tam o sırada bir müfsit (ara bozan, provokatör -CC) çıkar, onun ifsadına (kargaşasına, düzensizliğine -CC) uyar ve yaptığınızı bozar ve bozulurlar. Beylerinde dahi işlerin beyazını siyahından ayırt edebilecek ne fikri bir metanet, ne de bir temyiz  (ayırma, ayırt etme -CC) kudreti vardır. Neticede bir kısas meselesi yüzünden bir müfsidin ifsadı üzerine hepsi darılıp dağıldılar ve gittiler. Her ne hal ise Allah’ın yarattıklarını değiştirmek mümkün değil.

Çerkeslerin baskına uğrayıp, bozularak döndükleri günün gecesinde dahi birer ikişer yaralıları gelmekteydi. Gecenin saat on birinde çadırımızın biraz ilerisinde bir gürültü bir kavga işittim; çıkıp baktığımda yaralı bir Çerkes, yanında bir başkası, nöbetçi erine, ”bu gece kalmak için bize mutlaka bir yer bul) diye ısrar ediyorlar. Nöbetçi de: ”Ben nöbetçiyim yerimden kıpırdayamam, subaya gidin” diyor. Çerkesler buna rağmen nöbetçiye yer bulmakta direniyor. Savaşların daha başında ve alışmamış olduğu için, düşmanlar tarafından yaralanmış bir adamın gece yarısı sürüklenmesine vicdanım razı olmadı. Adamcağızı kendi çadırıma aldım. Gecenin o saatinde doktor falan bulunamayacağından çay-may tedarik ederek içirebildim… Saat gecenin biri, ben de yattım sabahleyin kalktığımda baktım ki bizim yaralı kımıldamıyor, yokladım… Meğer şehit olup Allah’ın rahmetine ermiş.

Vakit sabahın alaca karanlığı, çadırlar sökülüyor, fırkamız göç hazırlığında. Ben de bu şehidin gömülmesi işi ile meşgulüm. Bunu yazmaktan muradım hayırlı bir iş gördüğümü anlatmak için değil. Şehidimiz bir kişi olup ben de o zamana kadar böyle bir hadise ile karşılaşmamış olduğundan içime çöken garip bir hüznü ve dehşeti ifade içindir. Sonraları bir, beş değil beş yüz, bin şehit birden dökülmeye başlayınca göz alıştığı için, bende şehit ve yaralıların eski tesiri kalmadı. Yani araya giren engeller kurşun sesi ve kandan onların gömülme işlerine hizmet edemez, yaralılara şefkat dolu gözlerle bakıp koşamaz oldum.