ÇERKES KAMÇISI

KEÇ-I Süleyman Yavuz

Ruhunun en derinlerindeki acılarının izi vurmuştu, yıllar içinde yüzüne, buruş buruştu. Bir türlü dinmeyen yürek yangınının acısıydı onu bunca yıl hüzne boğan. Tam tamına altmış yıldır taşıdığı yüktü çökerten omuzlarını böylesine.

Diğer nuvejlere benzemezdi, çok az konuşurdu. Fazla işi olmazdı köyün diğer yaşlı kadın ve erkekleriyle. Varsa da yoksa da gençlerleydi işi, bir eksik ya da hata gördüğünde köyünün gençlerinde ya da duyarsa olmadık bir şeylerini, vay halineydi onların. Hele hele gençlerden biri karakola (!) sabıka kaydı bile almaya gitse, onlardan önce oradaydı Asiyet nine.

Nenejin bütün derdi gençlerdi.

Onları görünmez tehlikelerden korumak istiyor gibi bir hali vardı sürekli. Titrerdi üstlerine, kol kanat gererdi. Karışırdı her şeylerine, sürekli
takip altındaydı gençler, nenejlerinin takibinden kurtulamıyorlardı. Daha dün son nefesini verene kadarda kurtulamadılar, koruyucu nenejlerinden.

Bugün seksen iki yaşında toprağa verdiğimizde Asiyet nineyi, son kez baktığımızda naaşına, yüzündeki derin izler sanki biranda yok olmuş gibiydi, gülümsüyordu naaşı, yılların yükünü çekip çöken omuzları dikleşmişti birden bire. Geçmişin yok olan izleri ve çöken omuzlarının dikleşen bu hali (!) altmış yıl önceki haline dönmek ister gibi, belli ki mutluydu bu gidişten, belli ki hasretinedir yolculuğu.

Ben hasretime kavuşmaya gidiyorum, der gibi. Hiç evlenmeden yaşamış, yaşlanmış ve şimdi aramızdan ayrılan nenejimiz. Naaşının ifadesinden anlaşılan, çok mutluydu halinden. Bunu anlamamızı istiyordu sanırım, anlatmak istediği son bir şeydi bu durumu. Yirmilerinde anlatamadığını, şimdi bizlere anlatır gibiydi.

Asiyet nenej olmadan önceydi, henüz yirmi birindeydi,çevrenin en sevilen en güzel kızlarındandı, xhabzeyi çok iyi bilir, eline su döktürmezdi hiçbir hasede Asiyet.

Kuğu gibi süzülürdü zefako oynarken, leperüşte ise benim diyen oyuncu, zorlanırdı ayak uydurmaya, Asiyet adeta oynamıyor, uçuyor, yakıyordu yüreklerini delikanlıların, figürleriyle, güzelliğiyle Bir yandan da elinde adeta konuşturduğu pşınesiyle. Hiç kimse çalamazdı onun gibi. İncecik parmaklarıyla adeta can veriyor, dillendiriyordu, pşineyi.

Onunla konuşmaya çalışan çok delikanlı suya gitmiş,susuz geri dönmüştü her seferinde.

Ağzı laf yapar, eli iş görür, yüreği bir tavşanınkinden ürkek, bir o kadar taş kesilebilen yapısıyla, gönlünün kapısını zorlayanlara soğuk terler döktürürdü Asiyet.

Bir tek belalısı vardı, şahin bakışlı, sert yapılı, aslan pençeli serserimi serseri, deli mi deli ama dünyalar iyisi, adam gibi adam, özü sözü bir, kurnazlığı kadar saf, ağzı da iyi yapar laf türünden, Asiyet için tam bir muamma, zor delikanlı (!) Nurbiy.

Onca zeheste bir kerecik olsun Nurbiy’i terse getirememişti. Ah bir açığını yakalayabilse var ya!

Ciddi mi değil mi kestiremiyordu bir türlü. Bu ikilemden kurtulabilse görecekti Nurbiy gününü, kalbi aklını, aklı kalbini karıştırıyordu Asiyet’in.

Yüreği çoktan yenik düşmüş olsa da bu didişmede, aklı hep acaba da bırakıyordu Asiyet’i. Her görüşmelerinde eğuc istemesi Nurbiy’in anlaşılmaz bir durumdu. Bu kadar kolay verilir miydi eğuc? Peki ama bu kadar da kolay mı istenirdi (!) be mübarek adam. Her zeheste, her ceoguda, şelame ister gibi eğuc istemek? Dağarje mi bu iki çevir koy önüne.

Hop diye versen eğucu peşi sıra geçiverirse dalgasını, ciddiye mi aldın be Asiyet, derse bütün kızlarda peşinde malum.

Ne derlerdi sonra insana! Peki ama bu işin sonu nereye varacaktı? Tam bir deli oğlan, ele avuca gelmez, bunun ipiyle kuyuya inilmez, çık çıkabilirsen
işin içinden.

Günler haftaları, haftalar zehesleri, zehesler ceogları kovalaya dursun, bu didişme devam ededursun.

Kurtuluş savaşından yeni çıkılmış, cumhuriyet ilan edilmiş, yeni yeni toparlanmakta ortalık. Kurumlar oluşmakta, devlet gücünü ufak ufak hissettirme derdinde, halka.

Düzce sert yer, delikanlısı da sert olur, birde çoklar bunlar burada. Göstermek gerek devletin gücünü ki, bilinsin Devlet ne demektir.

Ahmet yüzbaşı biçilmiş kaftandır bu iş için. Genç idealist, gözüpek subay Ahmet.

Devlet vur dese o öldürmez mi! Hem de öyle bir öldürür ki! Cümle alem şaşar kalır.

Demeye kalmaz;

Nurbiy’in Gediz, Simav cephelerinden silah arkadaşı, can yoldaşı Murat (!) kalpak giymek ve kama taşımak, yani kılık kıyafete muhalif olmak ve delici
kesici alet bulundurmak suçundan, bir çevirme esnasında tutuklanmak istendiğinden, Murat direnir bu isteğe. Altı yedi tane askerle Murat arasında itiş kakış başlar ve arbedeye dönüşür tutuklama isteği. Bu arbede esnasında Murat’ında askerlerinde üzerleri ve başları parçalanır kavgada. Tutuklanmaktan kurtulamaz Murat!

Karakola getirildiğinde Murat !

Askerlerin üzerlerini ve başlarını görüp, askere yapılan mukavemeti öğrenince genç subay Ahmet, çok ama çok hayıflanır askerlerinin beceriksizliğine. Bir adamı tutuklamak için altı yedi tane erimin geldiği hale bak, diye düşünür.

Biz bunca cephelerde boşuna mı savaştık diye düşünür yüzbaşı Ahmet.

Bu şehir haydutlarına mı bırakırdı meydanları. Ahmet’in tek derdi eğitimsiz askerleriydi.

Hani üsteğmenliğimde Gediz cephesinde savaşırlarken, bir Yunan makinelisi kıstırdığında birliğimi, her şey bitmek üzereyken, kayalıklardan bir panter gibi inip yunanın arkasına, makineliyi susturan sonra bize yol açan, kahraman asker gibi bir tane olsa, burada elimde, olur muydu böyle, görürlerdi günlerini.

Ne askerlerdi, ne kahramanlıklardı onlar. Can borçluyuz vatan borçluyuz bu kahraman askerlere. Şimdikiler şehir eşkıyasından dayak yiyecek
neredeyse, askerlerim.

Lakin böylesi serserilere bildirmek lazım hadlerini, biz bugünlere kolay gelmedik. Öğrenmeliler Ahmet yüzbaşı kimmiş.

İstediği fırsatı yakalamıştır. Millete ders lazımdır şimdi, Murat bunun en iyi örneği olmalı, çevredeki bu denli kalpak ve kamayla başka türlü baş edilemez. Yasalara karşı gelmek neymiş görmeli bu ahali. Bilmiyorlar mı bunların yasak olduğunu? Ulu önderimize özentiyse bu kalpak işi, şimdi kasket giyiyor önderimiz, özensenize kaskete. Kasket, fötr giysenize be cahiller.

Kalpakta neymiş! Giyenlerin budur akıbeti deme vakti geldi geçiyor, ahaliye.

Yaka paça yatırır Murat’ı karakolun bahçesine. Falakayı hazırlar ve bizzat kendisi her anlamda soyunur bu işe Ahmet yüzbaşı. Başlar falakada sopayı vurmaya.

Asmalı kahvede arkadaşlarıyla çay içip laflamaktadır Nurbiy, cephelerdeki anılardan, çektikleri sıkıntılardan, düşmanı nasıl denize döktüklerinden
falandan filandan. Tam bu esnada haberini alırlar Murat’ın başına gelenlerin.

Fırlarlar çay ocağından, ellerinde Bulgar lagantları, Çerkes kamaları, dalarlar karakolun bahçesine,altı delikanlı.

Ahmet yüzbaşı ve askerler fena hazırlıksız yakalanmışlardır bu baskında. Çaresiz kalırlar ve Nurbiy kaptığı gibi Murat’ı fırlarlar sokağa, sokak aralarından  sırra kadem basarlar. Yüzbaşı ne bilsin onlar kadar Düzce’yi, çoktan yok olmuşlardır bile.

Devlete baskın haa; hem de ben Ahmet’in olduğu karakola haa. Ben sizin!

Bunun hesabı feci şekilde sorulmalıdır. Kimdir bunlar hemen öğrenilmeli. Düzce ufak yer, ufak yerlerin büyük habercileri olur. Zor olmaz Ahmet yüzbaşı için, elebaşı Nurbiy’in kimliğini, yerini yurdunu öğrenmek, her köşe başında boşuna mı besleniyor bunca muhbir?

Asiyet’i afakanlar bastı sanki duyduğunda haberi. Belliydi bunun böyle bir halt yiyeceği? Hiç yerinde durmuyordu, acardı, sonunda yaptı yapacağını. Kurtulur bu beladan da ne Nurbiy’dir o benden başka kimse tanımaz onun ne halt olduğunu, bilmezler, kurtulur bu işten, savaş gazisi değil mi canım! Ne yapacak devlet bir savaş gazisine? Hele bir sıyırsın şu işten hayırlısıysa!

Yarın akşam Nenduvlardaki mısır mecisine gelir, ben gösteririm ona gününü.

Demeye kalmaz ertesi akşam Nenduvlarda baş köşededir Nurbiy. Her zamanki gibi, sanki hiçbir şey olmamış gibi semerkolarına devam etmekte. Her fırsatta Asiyet’in kafasına fırlattığı mısır taneleri yüzünden, bir türlü konsantre olamamakta Asiyet.

Yahu her şeyi duydum da mısır koçanından eğuc istendiğini de ilk bu deli oğlandan duydum. Allah’ım yarabbim nemenem bir delikanlıdır bu çocuk? Dağılır meci sabaha doğru Asiyet yapamadan yapacaklarını,diyemeden diyeceklerini.

Teslim olsa, birkaç aylık bir sıkıntı en fazla ama bizim önümüzde bir ömür var, diyemedi punduna getirip o akşam bunu Asiyet. Fırsat vermiyor ki laf
kalabalığından, semerkodan, deli fişek ne olacak?

Meciler, zehesler, Nurbiy her ortamı kovalıya dursun, Ahmet yüzbaşı her geçen gün izine yanaşmakta Nurbiy’in. Bir seferinde varlığını haber veren olmasa işini bitirecek bu şehir haydudunun, lakin nasıl oluyorsa benden önce gidiyor, baskın haberim.

Gerçi çok normal, ben nasıl alıyorsam onlar hakkında haberi, onlarda alıyordur benim hakkımda. Yok, yok bu iş böyle resmi elbiselerle olmayacak.Yarın akşamki ev eğlencesine baskını sivil yapmalıyım ve son ana kadar askerler dahil kimse bilmemeli. Kim bilir askerlerin arasında da belki de aynı kültürün insanları vardır. Belki de onlar uçuruyor haberi, ne de olsa hain Çerkes Ethem’in kanındanlar. Evet evet yarın gece sağ gösterip, sol vurmalıyım. O eşkıya kesin orada olacak hissediyorum bunu.

Ertesi akşam yine bir evde, yine zeheste baş rollerde Nurbiy, semerkolar, ceoglar kırıla gitmekte. Nefes aldırmıyor yine Asiyet’e. İlerleyen vakitte bir gürültü bir patırdı askerler evin giriş katını zorlamaktalar.

Mezceduvdan da çevik Nurbiy, ikinci katın penceresinden atladığı gibi, mısır tarlasına,  mısırların arasında, yok olur gecenin karanlığında. Hiçbir askerin göze alınamaz deyip, güvenlik oluşturmadığı evin arka sarp taraftan sıvışıp gitmiştir Nurbiy.

Deliye döner Ahmet yüzbaşı.

Hane sahibini alır karşısına!

Seni üzmemi istemiyorsan, yardım ve yataklıktan (!) Nurbiy’in atını bana göster, birde hangi çizmeler onun? Çaresiz hane sahibi Nurbiy’in çizmelerini ve atını teslim eder yüzbaşıya.

Bu da bir şeydir. Mutlaka bu iki kaybı onu bana getirecek diye düşünür yüzbaşı. Hepten elim boş değil bu kez ve iyi koz bunlar. Bildiğim kadar düşkünse bunlar bu değerlere (!) kokusu çıkar ve hata yaptırır bu iş eşkıyaya. Şimdi sıra bende, koz bende, göreceğiz eşkıyayı bakalım, neler olacak  şimdi.Keşke Gediz’deki kahraman asker bu birliğimde olsaydı, zor kaçardı şehir eşkıyası Nuri.

Nurbiy ise böbürlenmekte askerleri atlattığından, aynı Gediz cephesinde savaşırken, tepeye koğuşlanan, arkasını kayalıklara siper eden Yunan’ın makinelisi, ölüm kusarken sıkışan birliğimizin üzerine, kayalıklardan arkalarına nasılda sarkmıştım, şaşkına çevirmiştim Yunan’ı, onlarında aklı ermemişti bu işe ve susturmuştum makineliyi, nasılda kurtarmıştım sıkışan birliğimizi, beceriksiz komutanları yüzünden onca vatan evladı yok olacaktı  neredeyse, ne yetimler ne dullar kalacaktı.

Çok benzemese de yinede benzerini nasıl yaptım ama nasıl atladım onca yüksekten. Olan atımla çizmelerime oldu ya (!) neyse onlardan çok var ama benden bir tane var.

Yok başka Nurbiy, yalın ayak ve atsız kalsak da. Gediz’de o kadar kurtardığımız canın hatırına Tha nasibimizi açar elbet.

Hafta sonu Bigehable’deki zehes güzel olacağa benzer. İlk defa koz verdik Asiyet’e bakalım başımıza nasıl bir çorap örecek. Aslanım Nurbiy biraz
zorlansan da, senin hakkından gelemez bu güzeller güzeli Asiyet.

Ahh bee Asiyet! Ne diye vermedin şimdiye kadar bir eğuc, yapardık düğün dernek gelmezdi bu işlerde başımıza. Ne kadar zor bir kızsın be Asiyet.

Temkinli olmakta fayda var, bu yüzbaşı bize rahat vermeyecek anlaşılan. Biran önce tayini çıksa da rahata ersek bari. Bu akşamki zehese biraz geç gideyim, alışık değil kimse zeheslere geç kalmama. Muhbirlerde vazgeçer, gelmeyeceğimi düşünerek. Aslında bu aralar dikkatli davransam iyi olacak, lakin nasıl dayanırım Asiyet’in hasretine? Birkaç gün görmesem, içimden sanki bir şeyler akıp gidiyor, kötü hissediyorum kendimi, yanıyor yüreğim. Teslim olsam birkaç ayda çıkarım dışarı ama nasıl dayanırım onca zaman Asiyet’in hasretine. Yok yok, asla dayanamam ben bu hasretliğe.

Hadi aslanım ufak ufak düş yola, bu saatten sonra kimse şüphelenmez.

Çalar kapıyı selam verir, girer zehese Nurbiy.

Ortalık bir anda neşelenir.

Nurbiy ile Asiyet’in karşılıklı atışmaları olmadan zevki çıkmıyor zeheslerin. Nurbiy her zamanki muziplikleri ile kırıp geçirmekte ortalığı, lakin bir hal var Asiyet’te, eskiden olsa en çok o tebessüm ederdi bu semerkolara. Hayırlısı inşallah, bir soralım bakalım nedir bu tafraları?

Asiyet güzel kaşenim nedir bu buz gibi haller, hiç oralı değilsiniz bu akşam varlığımdan. Hayır mıdır yoksa bana eğuc vermeye karar mı verdin? Hadi ver şu eğucu da sende kurtul, bende kurtulayım, yok başka çaresi bu işin.

Ne bilsin Nurbiy bu teklifin (!) hayatında yapabileceği en büyük hata olacağını! Her şeyin sonu olacağını.

Asiyet ağlamaklı, gözleri çakmak çakmak, dolu dolu, boş boş anlam kargaşaları içinde, yutkunur Asiyet, bir şeyler boğazına düğümlenmişçesine. Sonra yavaş yavaş…

Evet Nurbiy sana eğuç vermeye karar verdim, hazırlıklı geldim. Çantasından özenle işlediği bir mendille, bir kamçı çıkarır. Mendili kamçının sapına sarar ve uzatır Nurbiy’e.

Buyur eğucumdur, hasedekilerde şahidimdir, eğuc olarak verdiğime. Atını kırbaçlarsın!

Tepeden tırnağına buz kesilir Nurbiy… Adeta donmuştur o an.

Geçenlerde yüzbaşı almıştı atını. Şimdi neydi bu olanlar. Nutku tutulmuştu Nurbiy’in. Bir müddet ayakta dondu kaldı, mendile sarılı kamçı elinde.

Gözleri taş kesilmişti Nurbiy’in. Volkanlar kaynıyordu içinde, bir an önce ruhunu boğan bu zehesten adaba uygun atmalıydı kendini dışarıya, boğulduğunu hissediyordu, karabasanlar basıyordu tüm bedenini. Kaptırdığı at değil, vatandı sanki, onuruydu, gururuydu. Böylesi bir iyi yetişmiş kızla, seviye belirleyemeden semerkonun bedeliydi şimdi ödediği ve ödenmesi gereken, hak ettim ben bunu diye düşündü Nurbiy. Akıcılığı yitmiş olan sesiyle, kesik kesik!

Arkadaşlar! Kusura bakmayın, ben alacağımı aldım, yıllardır bu eğucun peşindeydim, hayırlı haberi verdireyim büyüklerime, göndereyim arkadaşlarımla bu emaneti eve. Bana müsaade.

Gecenin ortalarına doğruydu, gecenin hiç bu kadar karanlık olduğunu, havanın bu kadar yetersiz olduğunu bilmemişti ömründe Nurbiy bu akşama kadar. Açık havada boğuluyordu havasızlıktan, korkuyordu karanlıktan. Vardı komşu köyde samanlıkta saklanan, yüzbaşının gazabına uğrayan, ondan nefret eden voltaya (kaçak) çıkmış Temel’in yanına, bir nefeste…

Temel şaşırdı biran uyku sersemliği.Hayırdır Nuri!

Pek de hayır değil Temel kardeş, bu gece birliği basıp atımı almam lazım karakolun ahırından, yardımına ihtiyacım var.

Ne demek kardeş, emrin olur. Hadi o zaman koyulalım yola.

Gecenin en derininde dalarlar karakolun ahırına,nöbetçiyi bayıltıp bir kabza darbesiyle.

Diğerleri uyanır atların gürültüsüne, ancak Nurbiy kapar atını, yüzbaşının atını da verir Temel’e, fırlarlar dışarı. Biraz oyalanmışlardır bu baskın
sırasında. Kurşun yağmurları altında kaçmaya çalışırlarken!

Geceyi yırtan vınlamayla saplandı sırtının orta yerine, bir askerin mavzerinin kurşunu. Orada düştü Nurbiy ve bir daha hiç kalkamadı
yerden. Karanlık, kapkaranlık olmuştu gecede.

Dikildiğinde başına askerler ve yüzbaşı,

Onlara gülümser gibiydi Nurbiy, beni siz vuramadınız (!) sevinmeyin dercesine.

Nurbiy bu kurşun sırtına saplanmadan evvel, zeheste kalbine yediği kurşunla, ruhunu teslim etmişti zaten. Bu kurşunun hiçbir önemi yoktu, hatta onun kurtuluşuydu bu kurşun. Sülalesine, kardeşlerine, ailesine, çevresine hiçbir yük bırakmamış, onların kafasını yere düşürmemişti. Bir tek Asiyet’e bıraktığı büyük yük hariç.

Gidişi de yaşantısı gibi hoyratça olmuştu Nurbiy’in. Kimseyle paylaşamazdı Asiyet’inin aşkını ve paylaşmadı töre sayesinde kimseyle bu aşkını.

Eşyaları ailesine teslim edildiğinde, mendile sarılı birde kırbaç vardı içlerinde. Nurbiy hiç kırbaç kullanmazdı ata binerken, ata kırbaç vurmayan
delikanlıda kırbacın ne işi vardı?

Bilemedi bunu bir türlü, yaşlı babası hiçbir zaman. Öğretmişti oğluna kırbaç vurmadan ata nasıl hükmedileceğini. Birde oğluna hükmetmeyi, kendisi öğrenebilseydi, baba!

Nurbiy vurulduğunda yirmi sekizindeydi, Asiyet ise yirmi ikisinde.

Ahmet yüzbaşı ödüllendirildi, terfi etti, şehir eşkıyasına verdiği bu mücadeleden ötürü. Sürekli bu kahramanlığını anlattı çocuklarına, torunlarına yüzbaşı Ahmet, emekliğinde…