Bir Tilkinin Ettiği: İSİMLER MİLLİ BİRLİĞİ NASIL BOZAR?

Suavi Aydın
Toplumsal Tarih, Kasım 2005

Geçtiğimiz bahar aylarında Çevre Bakanlığı’nın UNDP’nin bir çevre raporunda geçen hayvan isimleriyle ilgili müdahalesi, hiç yoktan bir gündem yarattı. Acar gazeteci Yalçın Doğan UNDP’nin bu raporunu görmüş ve burada geçen tilki vs. isimlerinin ardına takılan kurdistanicum, armeniana gibi sıfatları derhal tespit ederek, gazetedeki yazısında fahş etmiş ve böylelikle Çevre Bakanlığı’nı teyakkuza geçirmişti. Bakanlık, derhal bu isimleri değiştirerek “görevini” yaptı. Aslında bu “görev” sadece, buradaki tesadüften türemiş bir işgüzarlıktan öte, bir devlet politikasının ve milliyetçi bir tavrın yeni bir örneği olmaktan ibaretti ve bu “görev”in geçmişi epeyce gerilere götürülebilirdi. Buradaki farklılık, yer ve insan isimlerinin değiştirilmesinden alıştığımız bu pratiğin, bu kez hayvanat ve nebatat üzerine de odaklanmasıydı aslında.

Yer ve insan isimlerini değiştirme pratiği, sadece Türkiye’ye has değil, aşağı yukarı bütün ulus-devletleşme süreçlerinin başvurduğu bir uygulamadır. Zira her ulus-devlet, üzerinde kurulu olduğu ve egemenliğinin meşru olduğunu iddia ettiği toprakları, etnik olarak da sahiplenecek, bu toprakların öznesi olan millete aidiyetini tescil edecek bir takım işlere girişmiştir, isim değiştirme bu işlerden yalnızca biridir. Buradaki en temelli sorun, sadece demografik olarak değil, aynı zamanda tarihsel kıdem itibarıyla da o toprakların “gerçek sahibi” olunduğunu kanıtlamaktır. Bu nedenle pek “derin” iştikaklara girişildiği gibi, bunun yapılamadığı durumlarda kökten eski isimlerin kesip atıldığı, yerlerine pek arı -ama o denli de uydurma- isimlerin verildiği vaka-yı adiyeden olmuştur. Rivayet edilir ki, İçişleri Bakanlığı’nda sırf bu iş için oluşturulmuş bir masa vardır ve bu masanın etrafına toplanan zatlar, 1:25.000 ölçekli askeri haritalar üzerinde harıl harıl isim değiştirmekle meşguldürler. Sanılmasın ki, sadece köy, dere, kasaba adları değiştirilmektedir. Azıcık haritacılıktan anlayanlar, 1:25.000 ölçeğin ne anlama geldiğini bileceklerdir. Bu ölçek, araziyi pek yakın eder ve Ahmet Ağa’nın kümesinden Mehmet Ağa’nın ağılına, tek bir mezardan susuz bir dereye kadar pek çok ayrıntı verir. Yani demem o ki, bu mesai kimsenin aklına gelmeyecek küçük tepelerin, kuru dere yataklarının, top ağaçların, meraların, mevkilerin adlarına dahi mütealliktir. Yani bu heyetin eline düşen haritadaki cümle isimlerin pek kurtuluşu yoktur! Merak eden on yıl arayla basılmış bu haritalara bir göz atabilir, ne demek istediğimi anlayacaktır.

Şimdi gelelim bu işin hikayesine: İsim merakı, II. Abdülhamid zamanından beri devlet-i Aliye’yi pek meşgul etmiştir. Gerçi o zamanki, isim değiştirmekten daha çok, yeni kurulan köylere ve onların çevrelerine isim uydurmak gibi bir şeydir. Yani bir ölçüde zarurettendir. Sürekli göç alan memleketin iskan politikası mucibince, Tatarlar, Çerkesler, Balkan Muhacirleri yeni kurulan köylere yerleştirilince, bunlara birer de isim uydurmak zaruri olmuş ve bu yerlerin isimleri, genellikle padişah ve şehzade adlarına yahut, az olmakla birlikte, göçle gelen kafilenin liderinin ismine atıfla verilmiştir. Birinci türden isimler mebzul miktardadır: Reşadiye, Hamidiye, Aziziye, Mahmudiye v.s. İkinci tür ise zaten bir gelenektir ve Osmanlı’da göçer cemaatlerin ve onların yerleştiği köylerin adlandırılmasında başvurulan eski bir yöntemden mülhemdir. Bunun örneklerini bugün dahi görmek mümkündür, tabii varlığında sakınca görülüp değiştirilmemişse: Mehmetbey, Mahmutbey, Arifiye, Şükriye, Mesudiye v.s. gibi… İttihatçılar, bu ad verme teamülüne tuz biber ekerler ve ünlü İttihatçıların ya da II. Meşrutiyet kahramanlarının adlarını sağda solda görmeye başlarız: Enveriye, Şevketiye, Mahmutşevketpaşa gibi…

Ancak, Cumhuriyet’in ilanını müteakip, işin rengi değişir. Vatan topraklarını mühim şahıs isimlerinden ziyade uydurma isimlerle şereflendirmek esastır artık. Yeter ki Türklükle rabıtası tam olsun ve Osmanlı hatırasının izlerini silsin. Bu hatıranın ille de etnik bir göndermesi olması gerekmez. Osmanlı’yı ve dahi İttihatçılığı hatırlatan her türlü isme de müdahale edilecektir. Reşadiye’nin Yeniçağa, Hamidiye’nin Mesudiye, Aziziye’nin Pınarbaşı, Mamuretülaziz’in Elazığ yapılması, bunun örnekleri arasındadır. Her ne hikmetse, Eskişehir’in içinde tarihi Bağdat demiryolunun makasında kurulu Enveriye istasyonu gözden kaçmıştır ve elan bu istasyon resmen bu isimle maruftur. İttihatçıların bu hususta kantarın topuzunu kaçırdığını söylemekte bir mahzur yok. Ama Cumhuriyet’in ilanından sonra bu hususta Kemalist kadronun da İttihatçıların gerisinde kaldığını söylemeye hiç imkan yok… Kirmastı’nın Mustafakemalpaşa, Nif’in Kemalpaşa yapılmasını, memleketin cümle ana caddelerine Atatürk, Cumhuriyet, Mustafakemalpaşa, İstiklal gibi isimlerin verilmesini bu cümleden sayabiliriz. Tabii bu örnekler ilk göze çarpan, irice yerlerin ve önemli mevkilerin adlarıdır. Bu çerçevede Pera Caddesi’nin veya Cadde-i Kebir’in İstiklal Caddesi, Tatavla’nın Kurtuluş mahallesi olması, nihai zaferin verdiği güçle gayrimüslimlere karşı bir meydan okumayı ve ironiyi işaret eder. Bir de epeyce gözden kaçan ve gerçekten de isim değiştirme seferberliği denmesini hak edecek ciddiyette hummalı bir faaliyet vardır. Örneğin Ankara’nın Osmaniye mahallesinin adının İsmetpaşa’ya çevrilmesi, pek bilinmeyen ve kampanyanın boyutlarına işaret eden bir olay olarak kaydedilebilir. 26 Kanun-ı evvel 1926 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesine yazılan bir mektupta güya mahalleli, mahallelerinin Osmaniye olan adına şiddetle muhalefet etmekte ve mahallenin adının İsmetpaşa yapılmasını istemektedir. Mektupta şu ifadeler yer alır:

Öteden beri Dağ mahallesi unvanıyla yad olunan mahallemize son zamanlarda bila-sebep, temiz vatan havasını teneffüs etmek hakkı kendisinden nez’ olunan şerefsiz ailenin ismi verilmiş ve Osmaniye mahallesi diye yad edilmek hatası tahrir ve kadastro vesaikine varıncaya kadar nüfuz etmek tehlikesi baş göstermiştir. Mahallemizin son zamanlardaki inkişafında fazilet ve şefkat-ı vatanperveranenin bir timsali olan büyük Başvekilin payansız muavenetleri sebk etmiştir… Esbab-ı mezkureye binaen mahallemizin badema ne vakıa-yı mutabık olan Dağ ne de iğrenç bir hatıra-yı maziyi taşıyan Osmaniye sıfatlarıyla telkibine rızamız yoktur.

Bunun gibi, ulus-devletin kuruluş sürecine eşlik eden Türkleştirme hamlesinin bir veçhesini oluşturan isimlerin millileştirilmesi kampanyası, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde önergelerle ve tartışmalarla desteklenmiştir. Daha savaş devam ederken 20 Aralık 1336 (1920) tarihli 117 sayılı ictimaında, bu konuda ciddi bir tartışma yaşanmıştır. Bu oturumda İzmit milletvekili Sırrı Bey, Tunalı Hilmi Bey’in bunu “Türk’ün mezayasından [üstünlüklerinden]” saymasına karşılık, ülkedeki yer isimlerinin “gayrimilli” kalmasından şikayet etmektedir:

Hakimiyetimiz altında bulunan memleketlerimizden bir çoklarının gayrimilli isimlerle tevsim olunduğunu hepimiz biliyoruz. Hatta bu pek şayan-ı teessüfdir ki altı yüz seneden beri bu topraklar üstünde keyfemeyeşa icra-yı hakimiyet ettiğimiz halde elan bu isimleri millileştiremedik ve bu, bizim memleket üzerinde tamamen nafiz bir nazarla icra-yı hüküm etmediğimizi, muhasımlarımız bir delil olarak gösteriyorlar (…) Memleketin herhangi bir noktasında böyle isminin tebdiline lüzum görülen mahaller varsa iş’ar edilsin ve hepsi birden yapılsın (muvafık sadaları)…

Isparta milletvekili Nadir Bey’in aynı oturumda sunduğu “ecnebi isimleri taşıyan köy isimlerinin değiştirilmesine dair” önergesi de şöyledir:

Anadolu içerisinde Yunan-ı kadim ve Romalılardan kalmış bazı harabelere nisbetle bu harabeler civarına müsadif kasaba ve kuraya [köylere] Yunani lisanından isimler tesmiye ve elyevm lisan-ı umumide de bunda bir çok mahazir [mahzurlar] mevcuttur. Mesela Isparta livasında ab u havasının letafetiyle meşhur Ağros nahiyesi gibi, bu nahiyede ümera-yı Selçukiyeden Gazi Atabey’in emsali az bulunur kargir bir medresesi mevcut ve kendisi de bu medrese içinde medfundur [gömülüdür]. Ağros kasabasının bilumum emlak ve arazisi bu medresenin vakfıdır. Müşarünileyhin [adı geçenin] vaktiyle malikanesi olan bu nahiyeye Ağros demekten ise Atabey nahiyesi demek daha muvakıftır. Eğridir dahilinde Badlı nahiyesi var. Oradaki Kurbadlı harabesine nispeten Badlu nahiyesi denilmiş. Halbuki bu nahiye bütün dağlıktır. Lisan-ı umumide bir kısmına Cebel namı verilir. Halbuki bunun sahihi [doğrusu] Çiyil’dir. Bu nahiyeye dahi Çiyil nahiyesi demek pek muvafıktır sanırım. Bu iki nahiye isimlerinin ber minval-i muharrer Atabey ve Çiyil namlarına tebdilini teklif ederim.

Bu gayret, savaşın bitiminin ardından sistematik hale gelecektir. Zaferden sonra, İstiklal Savaşı kahramanlarının adları bazı mevkileri verilirken, gözden düşenlerin adlarının oralardan geri alınması da vaki olmuştur. Ulukışla ile Ereğli arasındaki Çakmak istasyonu bu gidip gelmelere direnen ve adını muhafaza etmiş olanlardandır. Lakin bu hercümercde tıpkı Enveriye gibi, gözden kaçanlar ya da Atatürk’ün ölümünden sonra iade-i itibar edilip adları yeniden verilenler de olmuştur. Geyve’nin istasyon muhiti olan Alifuatpaşa gibi…

İnadına, zaman içinde Cumhuriyet kadrosunun karşısına geçmiş ya da öyle sayılarak adları tarihten ve coğrafyadan silinmiş kişilerin adları, bazı tarihsel dönüm noktalarında yeniden bazı mevkilerin adı haline gelmiş ve bu kişilere bir tür iade-i itibar edilmiştir. Misal, Gaziemir’in Menderes edilişi, Karaman’ın bucağında olup burası il yapılınca ilçe merkezi haline gelen Kazımkarabekir gibi… Ancak ad değiştirme operasyonundan en fazla nasibini alanlar, Türkçe olmadığı farzedilen ve Eski Anadolu dillerinden beri gelen veya Ermenice, Rumca ya da Kürtçe gibi Küçük Asya’da yaşayan halkların dilleriyle ilişkili olan ve bu yüzden bu halkların hatırasını canlı tuttuğu veya onların Türkiye’deki tarihsel varlıklarına kanıt teşkil edeceği düşünülen isimler olmuştur. Bu konuda, yukarıda Isparta milletvekili Nadir Bey’in teklifi de içinde olmak üzere binlerce örnek sayılabilir ama, ben burada birkaçını anmakla yetineceğim: Van’a bağlı Müküs beldesinin adı Bahçesaray, Kırkkilise Kırklareli, Üskübü Konuralp, Ankara’nın İstanos veya Zir kasabası Yenikent, Makriköy Bakırköy, Ayastefanos Yeşilköy, Sinasos Mustafapaşa, Tirilye Zeytinbağı, İmroz Gökçeada olmuştur. Bu arada birçok yer adında varlığını koruyan “viran” sonekinin “ören”le değiştirilmesi gibi, Cumhuriyet’in bayındır ve aydınlık Türkiye vaadiyle bağdaşmayan isimlere de el atıldığı görülür.

Ad değiştirme harekatı sadece yer isimlerine matuf değildir. Kişilerin isimlerini değiştirdiklerine de tesadüf edilir. Bunlardan en çarpıcısı, aslen Musevi olduğu halde şiddetli bir Türk milliyetçisi olan ve Türkleştirme başlıklı bir eser kaleme alarak hükümete bir program öneren Moiz Kohen’in adını Tekinalp’e değiştirmesidir. Doğal olarak bu eğilim Soyadı Kanunu’nun vaz’edilişinin ardından ifrat ve tefrit noktalarına varmaktan hali kalmayacaktır. Birdenbire Türkiye sathında Noyan, Timuçin, Gökbörü, Börteçine, Türkeş, Oğuz, Tankut, Erkunt, Tulga, Tekin v.s. gibi Orta Asya geçmişini çağrıştıran soyadların yayıldığı, etnik Türk kökeninden olmayanların çoğunun da Türkoğlu, Türkmen, Öztürk gibi soyadlar aldığı görülür. Devletin ideolojik dönüşümüne eşlik eden bu “İsimlerin Türkleştirilmesi” operasyonu Refik Halit Karay’ın kaleminden hicvedilir. Refik Halit, Deli piyesinde II. Meşrutiyet’ten hemen önce komaya giren ve Cumhuriyet’ten hemen sonra kendine gelen bir Osmanlı efendisini anlatır. Maruf Bey adındaki bu Abdülhamid dönemi beyzadesi ile torunu (Ayten) ve kalfa (Şebnur) arasında şöyle konuşmalar geçer:

Şebnur: Oh çok şükür! Büyükbaba, torun muhabbetteler… (Aytene dönerek) Ha yavrum, Kaya Turgut geldi, seni ecza odasında bekliyor.
Ayten: Tamam, bugün tecrübelerimiz var… Haydi labaratuvara!
Maruf Bey: Kaya Turgut da kim?
Ayten: Sınıf arkadaşım… Darülmesaide de beraber çalışırız, şimdilik bana müsaade Büyükbaba! Biraz daha iyileşiniz de tecrübelerimizde hazır bulunursunuz.
Maruf Bey: Kuzum Şebnur, bu kız çılgın mı?
Şebnur: Ne diyorsunuz, Büyük Beyefendi, onun akıllılığına dünya hayran… Kaya Turgut’la içeri kapanırlar, birşeyler kaynatırlar, birşeyler yakarlar, allı yeşilli dumanlar çıkar! Sonra önlerinde bir fırın var…
Maruf Bey: Peki, Şebnur, Ayten böyle kimyager olacak, ne idi oğlanın adı, hatırımda kalmıyor…
Şebnur: Özdemir!
Maruf Bey: Ha, Özdemir, O ne tahsil ediyor?
Şebnur: Hiç… Sultani mektebini bile bitiremedi, boş gezenin boş kalfası!
Maruf Bey: Hiç bir şey olamadı mı?
Şebnur: Oldu!
Maruf Bey: Ne?
Şebnur: Sporcu.
Maruf Bey: Anlamadım!
Şebnur: Sizin anlıyacağınız canbaz, pehlivan, yangın nöbetçisi, tulumbacı gibi birşey!
Maruf Bey: Eyvah! Ailemizin şerefimiz mahvoldu desene…
Şebnur: Ben de öyle sanıyordum amma Vacit Bey memnun, “oğlumu herkes parmakla gösteriyor!” diyor.
Maruf Bey: Vacit çıldırmış… Zaten bizim damadın zevksizliğine numune çocuklarının ismi, bunlar da nasıl isimler? Bir kere Ayten kaide itibarile yanlış, biri Türkçe, diğeri Farisi olan iki kelimeden terkip yapılamaz. Özdemir’e gelince…
Şebnur: (Keserek) Evvela Yakup Hoca da böyle birşeyler derdi… Amma sonradan fikrini değiştirdi; Türkçü oldu.
Maruf Bey: Yahu bu softanın olmadığı da kalmamış! Türkçü ne demek? Anadolu’dan Türk mü getirip satıyor, ne halt ediyor? Yoğurtçu, kestaneci, helvacı gibi, şimdi Lazcı, Arnavudcu, Kürtçü falan gibi zanaatlar da mı var?
Şebnur: Ben de içinden çıkamıyorum ki a Büyük Beyefendi! Adlarını kaba Türkçe koyanlara, galiba “Türkçü” diyorlar, Yakup Efendi neye ismini Tekin koydu ki…
Maruf Bey: Uğursuzun bulduğu isme de bak!
Şebnur: İsmi bir şey mi? Kendisini bir görseniz… Bari herife şapka yakışsa…
Maruf Bey: (Gözlerini açarak) Şapka mı? Demek Yakup Hoca tanassur da etti… Vay kafir vay!

Gelelim olayımıza: Yer ve kişi adlarıyla bu derecede meşgul olan Türk milliyetçiliği ve devleti, nasıl olduysa biyoloji literatürüne girmiş birçok “bölücü” ismin farkına pek geç varabilmiştir. Gündemimize rastlayan bu olayı, ilgililere “duyuran” başta da adını andığımız Yalçın Doğan oldu ve 1 Mart 2005 tarihli köşesinde Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) parasal destek sağladığı Ağrı’da yapılmış bir projede korunması gereken türler arasında Vulpes vulpes kurdistanicum’un yer aldığından bahisle, “UNDP bin yıllık kızıl tilkiyi yazışmalarında Vulpes Vulpes Kürdistanicum diye niteliyor!.. Yani, Kürt tilkisi!.. Hiçbir bilimsel kitapta yeri olmayan bir tanım!..” diyerek şiddetle kınadı. Biz de Doğan’ın bu ismin hiçbir bilimsel kitapta yer almadığını tespit etmesine bakarak, kendisinin bilmediğimiz bir yönüne, yani biyoloji literatürüne hakimiyetine -her ne kadar türün adını kuralına uygun yazamasa da- muttali oluyor ve bilvesile üstada hayranlığımızı arttırıyoruz. Yalçın Doğan bununla da kalmıyor ve bu ismin ülkemiz için oluşturduğu ve yıllarca hiçbir biyoloğun veya eli kalem tutan erbabın göremediği büyük tehlikeye de işaret etmekten geri durmuyor:

Bu işgüzarlık nereden çıkabilir?.. Ağrı ve çevresi bizim Kürt yurttaşlarımızın da yaşadığı bir bölge ya da onların deyimiyle Kürdistan!.. Kızıl tilki de orada yaşadığına göre, oluyor size Kürt tilkisi!.. Ona bir de bilimsel bir ad takmak gerek, karşımızda Vulpes Vulpes Kürdistanicum!.. Kürt sorunu işte bu!.. Bizim kendi Kürt yurttaşlarımızla çözmek istediğimiz sorun, her fırsatta dışarıdan çomak sokulan bir olay. Hem de adının önünde BM bulunan bir kuruluş bile bu oyunda yer alıyor. 19. yüzyılın sonlarında uç veren, geçen yüzyılda arka arkaya patlayan Kürt isyanlarının hepsinin arkasında yabancı parmağı yok mu?..

Sadece Kürt tilkisiyle bitmiyor. Uluslararası kuruluşların bazı yazışmalarında da, bildiğimiz koyun isim değiştiriyor, Ermeni koyunu oluyor!.. Türkiye’nin başındaki iki derdin haberini hayvan isimlerindeki değişikliklerden almak mümkün!.. Biri Kürt sorunu, diğeri uluslararası arenada yeniden sinsi sinsi tartışmaya başlanan Ermeni sorunu. Bize hiç mi rahat yok!..

Bu haber üzerine Çevre ve Orman Bakanlığı harekete geçerek gözden kaçan “bu bölücü oyunu” bozmaya kalkışıyor ve “Türkiye’nin üniter yapısını bozucu nitelikte olmasını gerekçe göstererek “Vulpes vulpes kurdistanica” olarak adlandırılan tilki türünün adını, “Vulpes vulpes” olarak değiştiriyor. Bakanlığa göre Türkiye’de araştırma yapmış ve çeşitli bitki ve hayvan türlerini tanımlamış bazı yabancı bilim adamları, “önyargılı bir zihniyetle”, hatta “kasıtlı olarak” türleri isimlendirmişlerdi. Tıpkı Ovis armeniana (Ermeni koyunu) gibi…

Ancak “sorun” mezkur tilkiyle koyunun adına müdahale etmekle bitecek gibi değildir. Zira büyük bir bölümü 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Anadolu ve mücavir coğrafyayı gezerek bu bitki ve hayvan türlerini bulan ve isimlerini veren biyologların “bölücülük” faaliyeti, Kürt tilkisi ve Ermeni koyunu ile kalmamıştır. Çevre Bakanlığı’nın bu “bilimsel” müdahalesinin ardından yine acar gazeteciler, bitki ve hayvan isimleri “sorunu”nun mezkur tilki ve koyunun adını “Türkleştirmekle” bitmeyeceğini gösteriverdiler. Zira “sakıncalı” sayılabilecek pek çok bitki ve hayvan adı, biyoloji dünyasını istila etmişti. Üstelik GAP İdaresi’nin yayınladığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi Dicle Havzası Endemik Bitki Türleri başlıklı kitabın listesinde yer alan Paracarium kurdistanicum adlı “bölücü” bitki, sözkonusu bölücü türlerin devletin içine kadar sızdığını göstermekteydi. Dahası Türkiye üniversitelerinin biyoloji bölümlerinde ve TÜBİTAK gibi bilim kuruluşlarında Alosa pontica, thorax armeniacus, thorax kurdistanicus, Crocodila lazia, Bolivira kurda, Myosotis lazia, Symphytum kurdicum gibi nice “sakıncalı” bitki ve hayvanın adı cirit atmaktaydı. Ancak Çevre Bakanlığı’nın bölücü tilki ve koyun karşısında gösterdiği işbu kararlı ve yurtsever tavır, ne yazık ki sadece kendisini bağlamakta, bakanlık kendi çalıp kendi oynamaktaydı. Zira bu sözde Kürt tilkisiyle, sözde Ermeni koyununun adı, maalesef, uluslararası biyolojik türler kodeksine çoktan kaydedilmiş ve “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” Anayasa maddeleri mesabesinde kesinlik kazanmıştı. Çevre Bakanlığı’nı hiç takmayacak ve adı The International Commision on Zoological Nomenclature (ICZN) olan bir uluslararası zooloji örgütü vardı ki, bu isimler The Commission tarafından tescil edilmekte, yeni isim önerileri ve eski isimlere ilişkin değiştirme teklifleri sadece bu “sözde” komisyonun kurallarına göre yapılabilmekte idi. ICZN’nin görev tanımı, her türlü hayvanın tek ve evrensel olarak kabul edilmiş bilimsel bir adı olmasını sağlamak ve taksonomiyi düzenlemek biçiminde vazedilmişti. Dolayısıyla Bakanlığın, tabiri caizse “yeni uyandığı” isimler neredeyse bir asırdır bu kuruluşun listelerinde yer almakta ve tescil edilmiş bulunmaktaydı. Dahası, bu kuruluş pek tutucuydu, öyle kolay kolay isim değiştirmelere cevaz verecek gibi değildi. Zira görev tanımında belirtildiği gibi, her hayvan için tek ve evrensel olarak kabul edilmiş bir bilimsel ismin bulunmasını sağlamaya çalışmakta ve oluşmuş bilimsel standartı korumak ve bu isimleri güvence altında tutmak durumundaydı.

Bakanlığı ve bazı zevatı ayağa kaldıran, hatta Türkiye’yi bölüp-parçalamaya çalışan iki yüzyıllık projenin bilim alanındaki tezahürü olarak görülmek suretiyle derhal tepki gösterilen mezkur isimlerin mesele yaratması, aslında Türkiye’de bu tür “hassasiyetlerin” henüz yeşermediği bir çağda, bu siyasal meselelerle pek alakası olmayan biyologlarca bulunmuş bitki ve hayvanlara, bulundukları yörelere izafeten verilmiş isimlerin bugünkü milliyetçi konjonktürde “sakınca” arz etmesinden başka birşey değildi.

Bu arada, bir de meselenin “karşı tarafını” temsil eden Edip Polat’tan, başka türden sorunlu bir karşılık gelmekte gecikmedi. Edip Polat, 1992 yılında Bilim Dilinde Kürtler ve Kürdistan başlıklı bir kitap yazmış ve bu kitap yüzünden hüküm giyip hapis yatmıştı. Edip Polat, Kürtlerin Türkiye’deki varlığını ispat için biyoloji literatürüne girmiş Kürt ve Kürdistan takılı bitki ve hayvan adlarına başvurmakta ve aslında resmi ideolojinin “yokluğun” ispatı için giriştiği etkinliğin meşruiyet temelini, bu kez “varlığın” ispatı için karşı taraftan kurmaktaydı.

Aslında ağırlıklı olarak 19. yüzyılda ve kısmen de 20. yüzyılda ülkeyi gezerek söz konusu bitki ve hayvanlara bu isimleri takdir edenlerin ne Türk milliyetçiliğinin ne de Kürt milliyetçiliğinin anladığı gibi bir akıl yürütmesi ya da Kürtlüğe meşru bir temel sağlamak türünden bir kaygısı vardı. Öncelikle Batı dünyasında Rönesans’la birlikte Grek ve Roma antikitesinin esas alındığını ve bilimsel gelişmenin bu esas üzerine inşa edildiğini belirtmemiz gerekiyor. Dolayısıyla bilimsel terminolojiye egemen olan da antikiteye ait dünya tasarımı olmuştur. Buna coğrafi adlandırma da dahildir. Modern coğrafyada yer adlandırmaları ve buna dayanarak dünyanın her yerine açılan diğer alimlerin çeşitli alanlara ait ama coğrafi esaslı adlandırmalar, bu dönemde kalıcılaşan “geleneği” izler. Bu Türkiye coğrafyası için de geçerli olmuştur. Türkiye coğrafyası için hakim terminoloji, Greklerin ve ardından Romalıların coğrafi adlandırmalarına ve ağırlıklı olarak Roma eyalet sisteminin terimlerine göre biçimlenmiştir. Bu adlandırmalardaki boşluklar ise Arap coğrafyacılarının belirlemeleriyle doldurulmuştur. Pontus, Kappadokia, Galatia, Kurdistan, Armenia, Lykia, Lydia, Karia, Kilikia gibi o dönemlerden kalma adlandırmalar, 19, yüzyılın doğa bilimcileri, coğrafyacıları ve beşeri bilimcileri tarafından aynen alınmış ve kendi kurgularına aktarılmıştır. Zaten henüz bir ulus-devlet haline gelmemiş Türkiye’de bu alimlerin sistematik bir “bölücülüğün” kasıtlı unsurları olarak bu isimleri kullanması beklenemezdi, Osmanlı resmi otoriteleri de buna benzer nedenlerle bu konuda kayıtsız kalmıştır. Hatta Osmanlı hükumetleri, 11. yüzyılın Divan-ı Lügat-it’Türk’ünde bugünkü Türkiye’nin doğu bölgesine “Arz-ı Ekrad” (Kürtlerin Ülkesi) denmekten çekinilmemesi gibi, modern bir idari ve mülki taksimata geçerken bir aralık bir Kürdistan eyaleti bile kurmuşlar, bugünkü Rize-Artvin-Batum çevresine de Lazistan Sancağı demekte bir beis görmemişlerdir.

İşler ulus-devlet kurulduktan sonra tamamen değişmiştir. Cumhuriyet kurucularının ilk kaygısı, “Misak-ı Milli” olarak tanımlanan toprakların “Türklere (daha doğrusu burada yaşayan müslümanlara) aidiyetini” kanıtlamak ve Pontus, Ermeni ve Kürt siyasal oluşumlarının varlığını tescil edecek argümanları çürütmek olmuştu. Zira Sevres anlaşması metni bu siyasal oluşumların önünü açıyordu ve en azından Lozan’a kadar büyük devletlerin Türkiye hakkındaki kararlarını aksi yönde etkilemek gerekiyordu.

Bu çerçevede yer isimlerine büyük önem verilmiş ve günümüze kadar devam eden bir süreç içinde bu topraklar üzerinde Rum, Ermeni, Gürcü, Çerkes, Laz, Arap ve Kürt dili kökenli olduğu düşünülen ya da kökeni anlaşılamayan ama Türkçe olmadığına karar verilen isimler hızla değiştirilmiş ve 70-80 yılda ülke toponomisi neredeyse anlaşılmaz hale gelmişti. Bu faaliyetin daha 1940’larda ne dereceye vardığını anlamak için Herbert Louis’in I. Coğrafya Kongresi’nin dikkatine sunduğu şu önergeye başvurabiliriz:

(…) Son seneler zarfında yalnız şehir değil, ayni zamanda bütün Türkiye’deki köy isimlerinde, bahusus cenup-doğu vilayetlerinde birçok değişiklik olmuştur. Harita Umum Müdürlüğü’nün 1:800.000 mikyaslı haritasının bu günkü nüshalarında, bu değişiklikler göz önünde bulundurulmamıştır. 1:800.000 mikyaslı bu harita, Türkiye’deki coğrafi isimler için resmi bir esas olmak lazım geldiğinden kongre, 1:800.000 mikyaslı haritanın yeni bir basılışında köy isimleri de dahil olmak üzere bu değişikliklerin mümkün mertebe bulundurulmasını Harita Umum Müdürlüğü’nden rica eder.

Kuşkusuz bu değişikliklerden bilimsel kaygılar güderek hoşnut olmayanlar da vardır. Örneğin A. Macit Arda’nın önergesinde,

Türkiye’deki coğrafya isimleri kıymetli birer coğrafya, hususiyle tarihi coğrafya vesikası teşkil etmektedir. Bir arkeologun topraklar içine gömülüp eski bir eseri tetkik ederek bunun yapılış zamanını tespit ve ihya etmesi… gibi, bir coğrafyacı da coğrafya isimlerinin delaleti ile bir mevkiin tarihi coğrafyasına ait malumatı tamamlayabilir. Bu cihetleri gözönünde tutan terim ve coğrafya isimlerinin yazılışını tesbit komisyonu, memleketimize ait coğrafya isimlerinin kat’i lüzum olmadıkça alakadar makamlar tarafından değiştirilmemesi ve böyle bir zaruret halinde de evvelemirde mütehassısların fikir ve mütalaalarını aldıktan sonra bir karar ittihaz edilmesi temennisini izhar… eylerim

denilmektedir. Ancak karar vericilere köy, ırmak, tepe, vadi gibi coğrafi birimlerin adlarını değiştirmek türünden mikro önlemler yetmemiştir. Zira asıl olan makro hedef, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde kalan coğrafi alanı “Türkleştirmek”tir. Bunun için bulunan pratik yol, bu alana “Anadolu” demekten geçmiştir. Türkiye topraklarının tümüne “Anadolu” denilmesine ilişkin karar, 6-21 Haziran 1941 tarihleri arasında toplanan Birinci Coğrafya Kongresi’nde alınmıştır. Besim Darkot’un hazırladığı raporun gerekçesinde

…Avrupalılar tarafından yazılmış coğrafya kitaplarından çoğunda memleketimizin ya nehir havzalarına ve deniz maillerine, yahut – zaman ve yer bakımından kat’iyetle tespiti daima mümkün olmayan- eski tarihi bölgelere göre taksim edilmiş olduğu görülür. Umumiyetle ecnebi kaynaklara dayanılarak meydana getirilmiş bulunan yerli eserlerde ise, memleketin coğrafi bir realite olan vahdeti ihmal edilerek, birbirinden ayrı memleketler şeklinde “Rumeli”, “Anadolu”, “Cezireiulya” gibi büyük kısımlar ayrıldıktan sonra bunlar dahilindeki vilayetler ayrı ayrı mütalaa edilirdi (a.b.ç.)

denmektedir. Buna dayanarak Türkiye, tıpkı üniter bir devlet olduğu gibi üniter bir coğrafya olarak düşünülerek, sınırları dört coğrafyacı tarafından tespit edilmiş olan yedi coğrafi bölgeye ayrıldı. Bugünkü coğrafya kabullerimiz bu taksimata dayanmaktadır. Ancak sorun, bu taksimatın dünyanın bütün coğrafya camialarında ne ölçüde kabul edildiğidir. Bu coğrafi kabullerin dünya ölçeğinde benimsenip yayıldığını söylemek güçtür. Zira tarihsel olarak hiçbir zaman “Anadolu” denilmemiş coğrafi sahaları bir kararla “Anadolu” haline getirmek ve bunu benimsetmek oldukça zor bir iştir. Bu yöndeki hassasiyeti ve gayreti anlamak için, Danyal Bediz’in I. Coğrafya Kongresi’ne verdiği önergeyi buraya almak öğretici olabilir:

Beynelmimel coğrafi eserlerde, atlas ve haritalarda Türkiye’nin milli birliği ve gururiyle kabil-i telif olmayan bazı bölge isimlerine rastlanmaktadır. Bu ciheti mümkün mertebe süratle önleyebilmek için Türkiye Coğrafya Kongresi’nin tespit etmiş olduğu “Türkiye’nin Coğrafi Bölgeler” taksimatının umumi heyet tarafından kabulünden sonra beynelmilelleştirilmesi lazımdır.

Bediz bunun için bu tespitlerin broşürler halinde dünyanın bütün coğrafya kurumlarına, haritacılarına ve dergilerine süratle gönderilmesini önermektedir.

Şu halde sorun nerededir? Sorun Türkiye’yi yönetenlerin hala Türkiye’nin bekasından pek emin olamaması ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesi sürecindeki ruh halinin devam etmesidir. Bu nedenle ulus-devletleşme sürecinin iki büyük “ötekisi”, Kürtler ve Ermenilerle ilgili her türden tecessümat, allerji ve refleksif tepkiler yaratmakta gecikmemektedir. Bunlara Patrikhane, Pontus gibi “hassasiyetler” de eklenebilir. Türk milliyetçiliği ve resmi ideolojisi, Türkiye’nin “ötekileri”nin ve onları temsil eden her türden varlık belirtisinin hala Türkiye’nin “dış düşmanları”nın elindeki en büyük kozlar olduğunu düşünmekte ve kendisini -doğru olsun ya da olmasın- aksi yönde tavır geliştirmek zorunda hissetmektedir. İsim meselesi, bu genel ruh halinin önemli parçalarından biridir. Ermeni, Kürt ve Rum varlığını anıştıran her türlü isim bu çerçevede tepki görmektedir. Bu noktada, örneğin jeologların İç Anadolu’yu boydan boya geçen yüzey oluşumları için rahatlıkla kullandığı “Galatia masifi” teriminin, ya da özellikle turizm dünyasında resmi-sivil herkesin duraksamadan kullanıp benimsediği “Kapadokya” adının neden benzer tepkiyi görmediği sorusu, açıklayıcı olacaktır. Eğer Türkiye’nin yakın ve bugünkü tarihinde resmi otoritenin ve ideolojinin “tehdit” olarak algılayıp tanımladığı “Kapadokyalılar” veya “Galatia’lılar” gibi etnik gruplar olsaydı, emin olunuz, bu isimlerin geçtiği her durum da benzer tepkilere maruz kalacak, bu terimlere yer veren her türlü adlandırma reddedilip yerlerine “milli” ya da “zararsız” sayılanlar konulacak ve söz konusu isim savaşı bu terimleri de cephesine katacak bir genişliğe bürünecekti.

KAYNAKÇA:
1)
Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü.
2) Yalçın Doğan, “Vulpes Vulpes Kürdistanicum”, Hürriyet, 1 Mart 2005.
3) Merak eden Yunanistan ve Bulgaristan pratiklerine bakabilir.
4) Bkz. Suavi Aydın, “Resmi Tarihin Temeli: Ulusal Tarih Yazımı ve Resmi Tarihte Mitlerin Kaynağı”, Resmi Tarih Tartışmaları, I (der. Fikret Başkaya), Özgür Üniversite Yayınları, Ankara 2005, ss. 43-83.
5) Hakimiyet-i Milliye, 24 Kanun-ı evvel 1926. Bu yazıya dikkatimi çeken Ömer Türkoğlu’na teşekkür ederim.
6) T.B.M.M. Zabıt Ceridesi., İ: 117, 20.12.1336 (1920), C: 1, s. 438.
7) Bkz. aynı yer.
8) Bu çerçevede sanırım en çarpıcı olanlar, yeni kurulan üniversitelere Celal Bayar ve Adnan Menderes’in, bir fakülteye de Kazım Karabekir’in adlarının verilmesidir. Bu, Atatürk ve İnönü’nün üniversite isimleri olması karşısında bir tür rövanş olarak da okunabilir.
9) Refik Halit Karay, Deli (İlaveli ikinci basılış), Semih Lutfi Kitabevi, İstanbul 1939, s. 12-3.
10) Yalçın Doğan, “Vulpes Vulpes Kürdistanicum”, Hürriyet, 1 Mart 2005.
11) Bkz. Evrensel, 5 Mart 2005.
12) Edip Polat, Bilim Dilinde Kürtler ve Kürdistan, Ankara, Öteki Yayınları, 1992.
13) Bkz. Besim Atalay (çev.), Divanü Lugat-it-Türk Tercümesi, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1985, 28 ila 29. sayfalar arasındaki harita.
14) 1847 ve 1848’de yerel iktidar odakları tasfiye edildikten sonra Hakkari, Siirt, Van ve Mardin bölgelerini içine alacak biçimde bir Kürdistan vilayeti kurulmuştu (Bkz. Suavi Aydın, Kudret Emiroğlu, Oktay Özel ve Süha Ünsal, Mardin: Aşiret-Cemaat-Devlet, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 2000, s. 203). Bütün Trabzon Vilayet Salnamelerinde açıkça Lazistan Sancağı’nı görmek mümkündür. Hatta ilk Meclis’te bu bölgeden gelenler Lazistan mebusu olarak tescil edilmişlerdi.
15) Daha Milli Mücadele devam ederken hükumet Pontus devletinin kurulmasına elverecek meşru bir temelin bulunmadığını göstermek için bir kitap yazdırmıştı: Bkz. Pontus Mes’elesi: Teşkilat, Rum ?ekavet ve Fecaimi, Hükumetin İstitlaat ve Tedabiri, Avrupa Hükumetleriyle Muhaberat, Ankara, Matbuat Müdiriyet-i Umumisi Matbuat ve İstihbarat
Matbaası, 1338 (1922).
16) Diyarbakır’da yaptığımız bir görüşmede Silvanlı bir din adamının verdiği örnek çarpıcıdır: “Televizyon’da Silvan’ın bir köyünde olay olduğunu duyuyoruz, haberde verilen ismin nereye ait olduğunu anlamak için telefonlara sarılıp sağa sola buranın neresi olduğunu soruyoruz”.
17) “Kongreye Verilen Takrirler”, Birinci Coğrafya Kongresi: Raporlar, Müzakereler, Kararlar, 6-21 Haziran 1941, Ankara, Maarif Vekaleti Yayınları, s. 108.
18) “Kongreye Verilen Takrirler”, Birinci Coğrafya Kongresi…, s. 108
19) Darkot, Grek ve Roma antikitesine ait isimlerin geçerliliğini kastediyor.
20) “Türkiye’nin Coğrafi Bölgeleri”, Birinci Coğrafya Kongresi:…, s. 76.
21) Yedi bölge içinde üç Anadolu yaratılmış (İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu), Pontus diye anılan bölge de Karadeniz haline getirilmiştir.
22) Bu konuda bkz. Suavi Aydın, “Anadolu Diyagonali: Ekolojik Kesinti Tarihsel-Kültürel Bir Farklılığa İşaret Edebilir mi?”, Kebikeç, 17 (2004), ss. 117-137.
23) Birinci Coğrafya Kongresi…, s. 112.
24) Bkz. N. Hamit ve C. Erentöz, 1: 500.000 Ölçekli Türkiye Jeoloji Haritası: Ankara. Ankara, M.T.A. Yayınları, 1975; E. Chaput, ve H. N. Pamir, Notice Explicative de la Carte Géologique au 1: 135.000 de la Région d’Ankara. İstanbul: İ.Ü. Jeoloji Enstitüsü Yayınları, 1931. Bilhassa Ernest Chaput’un Türkçede, I. Coğrafya Kongresi’nden çok sonra basılan Türkiye’de Jeolojik ve Jeomorfolojik Tetkik Seyahatleri (çev. Ali Tanoğlu, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Neşriyatı, 1947) başlıklı kitabında “Galatya Yaylası”, “Likaonya Yaylası”, “Pontik” gibi terimlerin rahatlıkla kullanılması dikkat çekicidir.