BEYHAN YILDIRIM ŞİİRLERİ

Acı Sürgün (Kaf’a Dönüş)

Engin denizlerde gizli maceranın
Sahipsiz atların geçtiği patikada
Ağır, ağır batıyordu aydınlık denize
Sabotaja uğramış ekinlerin
Dumanı arasında
Nöbetle yıldızları seyrederek
Kaf dağını asan solgun yüzlü adam
Ateş yaktı şu karşı ki tepede soyuyla
Öz yurdunun anlık özlemini çekerken
Baktı kartallar yuvasına
Kan kustu tütününün içine
Yürüdüler
Sürülmüş bu topraklarda ümitlerini
Sulayarak yürürken yarınlar
Arkada bıraktığı yaraları sızlarken
Bıraktığı yaraların mezarlarını kazarak
varabilmek buralara
Ne acıdır dürgün yemek
İntikamın gölgesinde
Filizlenmenin mutluluğuna ulaşmak
Döneceğinin hesabini vakit kaybetmeden yapmak
Sürgünde yapmak
Daha derinden hissetmek bu acıyı Onla yasamak
Kaf ovasında keseceği hesabın
Bilançosunu görmek
Seviniyordu onlar
İlerlediler
Arkalarında döneceğiz izleri bırakmak
Zaferdi onlar için
Yürüdüler
Yeni dünyalara kayan yıldız misali aktılar

Siyah Beyazdı Fotoğraflar

siyah beyazdı fotoğraflar
dokunuşlar-yokoluşlar
güldüğünde meryem
ağladığında züleyha

saçlarını attığında öte yana
sönüyorsa kentin tüm ışıkları
birazda süleymaniye al yanına
otur kıyısına köşesine istanbulun
saltanat kayıklarından bak bir de dünyaya

çocuk yanın kalsın fotoğraflara

güldüğünde meryem
ağladığında züleyha

sen mi karşıladın seferinden dönen atlıları
kanayan bir yanın kalmış mıydı dağlarda
yaşlılara mezar çocukları büyüteden deniz
hangi iklimden miras sana

çocuk yanın kalsın sadece fotoğraflara
biraz da süleymaniye al yanına
otur kıyısına köşesine istanbulun
saltanat kayıklarından bak bir de dünyaya

güldüğünde meryem
ağladığında züleyha

Kaç Vatan Süpürse de Deli Rüzgar
kaç vatan süpürse de deli rüzgar
yüzünde seni anımsatacak
hep bir  işaret olacaktır…

kopup gelmek acıların içinden. bir hayale takılıp terk etmek yada
varolmanın diğer bir adı…

nelerin eksikliğini hissedersen o, acıyan olur…
tutuşan sen değilsindir aslında…
ne kadar uzağa düşse de ölüsü kuşun, yangın her yerde yangındır.
ama çocukları büyütmez  ve yaşlılara mezar değildir deniz…

toparlanmışsın…
iri gövdeni saklayacak bir meşe ağacı bulamayacaksın.
sen kendinden yabancı büyüteceksin kendini.
umudunun diğer bir adı olmayacak.
ve gülümsediğinde bir adının değil aynalarda,çocukluğunun da
gidiyor oluşunu göreceksin.

giderken sandıklar dolusu vatan al yanına.
hani senin olsun demiş ya
kuşu. sen de payına düşen kadar al.
mezarlar bıraktığın her coğrafyada
kokusu kalsın ülkenin.

sen bir dilencisin. kendini dileniyorsun. bilmiyorsun nerelisin.
adını kaybetmişsin. yüzünü…
belki de aşkını…

burada bırakıp gitmiştin. o dik başın eğikti.
gözlerini sana dikmiş seyrediyordu kaderini.
Sen burada bırakıp gitmiştin.
bu limanda ölüyordu geçmişin.
gemiler hiç durmaksızın taşıyorlardı seni.
yeşile düşmüş yıldızlar gibi gidiyordun…

burada bırakıp gitmiştin. gözleri hep denizi gözledi.
her geri dönen gemide bekledi seni.
yitirmeden sıcaklığını ülkesi gibi seni…
savrulan saçlarıydı ülkesi.
gözlerinin rengiydi tabiat.
nehirlerin yanaklarından akmasıydı hüzün…

sonra çok vatanlar dolaştı cansız bedenin.
sürgünler üstüne sürgündü geçmişin.
yeni adlar yeni kimliklerle anıldın.
ne kendin oldun ne de kendini anlatabildin.
ölümün rengi değmişse de yüzüne,
geçmişinden gelen hep bir işaretle direndin…

dip not: o bir sabah sessizce denizden geldi. ve denizle konuştuklarınıysa
kimse öğrenemedi.

Sessizce Gelirsin Son Sayfasına Hayatın.

sessizce gelirsin son sayfasına hayatın.
hüzün korkularını da yanında getirir.
gece  bir başkadır artık sen,bir başka…

tarif edilecek kısa anlar dışında her şey boştur.
açarsın sonsuzluğun kapısını,
son limanda inecek son yolcunun da
sen olduğunun farkına varırsın.

kopmuşsundur artık.
bir ucundan yakalayabileceğin yıldızlar
çoktan bu şehri terk etmişlerdir.

korkuların biriktirdiği irkilmelerse bu saatlere özgüdür.
kalp atışları hızlanır,
adrenalin  yükselir
ve vücudun her yanına sızan,
nereden ve nasıl geldiği çözülemeyen garipsi ışıklar,
beynin derinliklerinde havalanıp savaşmaya başlarlar.
oysa benim savaşım senle değil,
gündüz maskesi takmış karanlılarladır…

yangını söndürecek iklimler kayıtsız kalır çığlıklara.
koşup giden kum taneleri ise çaresiz seyreder yaşanılanları.
avutmak büyüsünü tam burada yitirir.
kanatları kırık kuşlar son bir gayretle havalanmaya çalışırlar.
ne o ışığa dokunabilir mavi,
ne de sessizce çok uzaklardan akan beyaz…

çok sene önce söylenen masallardan kaçar atlılar.
onları karşılamak için dökülürüz yollara.
her yanı sarar gülücükler.
birde o sevinçlerin getireceği
belki yıllarca üzerimizden atamayacağımız,
hep unutmak istediğimiz acılar…

senin varlığın tam burada geçer kitap da.
ne kadar kısa da olsa anlatılanlar,
seni anlamaya da ipuçları vermeyi ihmal etmez.
yırtmaya buradan başlarsın yüzünün saklı kalan yanını.
günah çıkarmak ucuz bir roman değildir artık…

delice esmeye başlar rüzgar.
dua okumak için çok geçtir.
ağaçlar yerinden kopar ve yılların ilahisi ansızın devrilir toprağa.

işte o rüzgarlar dolar saçlarına.
ve kentin en tenha yerinde ödenecek hesap olur gözlerin.
ne kadar da  güzel olsa geçmiş.
yarını anmayan dudaklardan küçük bir fısıltı işitilir,
‘o atlıların peşine takılıp gitmek hiç görülmedik vatandır.’

meyvesini yitirir ağaçlar.
taş sokaklardan yürümeye başlar ruhlar.
ve böyle zamanlarda delirir aşıklar….
mayısı da eklerse yazan
ne bu iki sevgiliyi saklayacak tenhalıklar kalır geride,
ne de bu iki sevgilinin kaderini birleştirecek yollar…

seninde böyle derinden hissedilen acıların var mıydı?
yoksa içinde biriktirdiklerin birer yalan mıydı?
ne zaman senden duymak istesen
başka bir anlatıcı karışıyordu hikayeye.
o zaman seni bir daha görmez oluyordum.
iklimlerim birbirine karışıyor hep bildik adamlar oluyordum.
o zaman seni öldürecek gibi oluyordum…
korkuyordum.

bana bir daha yüzünü dönme ne olur.
seni  nereye gittiği bilinmeyen yollarda  aramaktan yoruldum.
belki bilmiyorsundur ama,
gözlerim değil ayaklarımımdır tutuşan.
asırlardır bir gezgin gibi ararken seni,
kaybolan geçmişimden geriye kalan
koynumda asılı kalan yüzünün saklı kalan yanı
ve seni ele vermeyen rüzgarlar…

geçen onca yıllar boyunca hep bunu düşündüm.
tekrar geriye dönecek olsam beni bekleyecek biri olur mu diye.
o kadar yitirilmişliklerden sonra
geride birilerin varlığını bilmek cesaret veriyor insana.

oysa ben hiç geriye dönmedim.
geçen onca yıllar boyunca tek sığınak olarak yoları buldum yanımda.
geride ne seni bırakıyor oluyordum
nede çocukluğumun geçtiği köyüm geliyordu aklıma(!)…

ve bir gün yolların sonuna vardım.
mutlu muydum hiç bilemiyorum.
saatlerce orada kaldım.
ama geriye dönüp hiç bakmadım.
güneşin doğuşunu
seninde görmeni çok isterdim.
biliyordum ki şu an buradan çok uzaklarda
kütüphanenin tozlu raflarında okunmayı bekliyordun.
bende biliyordum ki tekrar geriye dönecek olsam
bir daha bu yollar olmayacaktı.

geceler olmayacak…

Son Kez Görmek İstiyorum

son kez görmek istiyorum
ıslak dudaklarını bu gece
akdenizde

ispanyol ünlemler katmadan
saçlarını rüzgara atıyorsun

çok yakınımdan şarap yüklü gemiler geçiyor
ben akdeniz diyorum yunanlıya
balık kokuyor adalar

çölü tarif ediyor mısır
çok gemiler battı

hangi yoldan gitsem
son kez sana varıyorum
atlantis olsa gerek akrabalığımız
yükseldikçe dalgalar ülkemi görüyorum

sezarda böyle korkunç havalarda geçmiş akdenizi
ispanyol ve ben
birde yunanlı
ortak aşıklarıymışız bilmeden

Suskun

l

suskun
yürümek hep aynı bidiğimiz yollardan
avutmak nede rezilce yanmak aşk ateşiyle.

ben koştum yıldızlarca yalnızlığa
belki delice
ve rezilce uzanıp gökyüzüne
salıverdim kendimi

çocukluğumdan kalma alışkanlıklarla yeniliyordum
seni aynalarda
yüzün dökülüyordu hiç olmayan ayaklarıma
beyazdı ellerin çocukken
ve eskiden
taa eskiden
bayram günlerini anımsatıyordu gülümsemen

buharada onüç yaşında kelebek topladım
musonlardan mercan kayalıklarına
avuçlarımda ceset artıkları
bir an durup kıvırcık saçlarının arasında tepecikler görür
güneşin batışını yakalardım
yakalayabilirsem

sen yoktun
bilmezsin
bu topraklarda orkideler açar her sonbahar
bilinen her kuş beyaz olurdu
kırmızı
çoğu kez mavi

alçak bakışlar uçururdum üzerine yağmurlardan
ve yağmurları seninle severdim keopsun eteklerinde
sen varsan keops bir dağ bile olmazdı
olamazdı ki

yağmurlar buhara ve kuş
sen yağdıkça iklimlerime ben birikirdim
ve suskun koşarken yıldızlarca yalnızlığa
orkideler
tepecikler
avuçlarımda ceset artıkları

ll

taş tabletlerden bu yana her geçen milat
ilkeliğimle dokundum el değmemiş ıssız tenine
yağmurlar birikirdi bir vakit avucumda
ve en uzun göçü yaşardım dudaklarından tunaya

misafir topraklardan demir kemerli hikayeler anlatılırdı
ben seni kudüsde severdim hiç sevmemiş gibi

suskun
hangi yollar götürdü seni
hangi savaşçılara kan oldu beyaz ellerin
yıkılan bu dağların sahipleri vardır elbet
oturmuşum yıldızlar gibi gökyüzüne
kudüsün ağladığını dinliyorum

güneş en yakıcılığında şimdi
tarihe geçmeye çalışıyor spartaküs
ve bir roma yanıyor sam rüzgarlarıyla güneyde
barbar oluyorum yıkılıyor önümde bütün kentler
suskun yüzüğünden bir avuç su ver
yıkılıyor önümde bütün kentler

dökülürken üzerimden kum taneleri
çocukluğumdan kalma ülkeler geliyor
tarihin kokuşmuş sayfalarına
yitik bir yaranın peşinde sanki atlılar
çölde bir bedevi oluyorum
sibiryada dağlı

yokluğunu hissettiğimde bir sen yoktun
klimanjeroda kara yüzlü köle
her birinin isimleri olan karlar biriktiriyordu
arıyordum seni yoktun
küllenmiş aşk mevsimsiz kuruyordu ayaklarımın arasında
seni soluyor gibiydi akrep yelkovan

suskun
göç yollarındayım
her yaştayım
kervanlar geçiyordu sıra sıra
deniz kara bir yağmura yenik şimdi
bütün bedenimde çığlık oluyordun
çin gibi yıkılıyordum o zaman

suskun
yürüyorum
ışıklar bir bir doğuyor kentler üstüne
ben yıldızlar gibi yalnızlığa
belki delice ve rezilce gidiyorum
bütün umutlar eski bir meşe ağacının hasretinde gizli
yaşamak için açan her orkide bu bahara seni doğuruyor
ve beni apansız tüketiyor yollar