BAŞLIK OLMASA DAHA DA İYİYDİ

AŞTNE Hazrei’din
Yamçı Dergisi, Mayıs 1977-Şubat 1978,
s. 245

İnsanların ilişkilerini düzenleyen eski töreler arasında bugün de yararlanılabilecekler olduğu gibi, tersine bugün zararlı olan ve unutulması, terk edilmesi gerekenler de var. Bunlarla zaman zaman karşılaştığımız olur köyümüzde. Böyle durumlarda kimileri kimi sorulara cevap bulamazlar. Örneğin; bu törelerden hangisi eskimiştir, çağdışı kalmıştır? Hangisi bugünkü yaşamda da yararlıdır? Hangisi kötü, hangisi iyidir? Hangisi Adige halkının gerçekten doğal töresidir, hangisi sömürücülerin, hacı-hoca takımının uydurmasıdır?

Etraflıca düşünülmezse, kolayca cevaplandırabilecek basit sorular gibi görünür bütün bunlar ama gerçeği neden saklayalım, bunları bugün bile hepimiz doğru cevaplayabiliyor değiliz.

Sözgelişi nikah bedeli de denilen şu wase konusunu ele alalım. Eskiden, -sosyalist devrimden önce- kadınların mal gibi alınıp, satılabildiği dönemde bu nikah bedeli ya da wase yüzünden nice gencin yaşamı kararmıştı. Niceleri kavuşamamış hasret kalmıştı birbirlerine.

Din sömürücüleri usulüne uydururlar: ”Nikah bedelinin Tanrı buyruğu” olduğuna, karanlıktan kurtulamamış okur-yazar olmayan zavallıları inandırırlardı. Çünkü nikah bedeli meselesi kendilerinin çıkarınaydı. Bir bakıma ekmek kapılarıydı. Kadını alçaltması, aşağılaması yüzünden devrimden sonra vvaseye ilişkin töreler kaldırıldı, terk edildi. Böylece birbirini beğenip sevenler kavuşma evlenme özgürlüğüne kavuştu. Benim bunlardan artık söz etmem gerekmez ama son günlerde bu wase töresini yeniden getirmek isteyenler oluyor da o yüzden söz konusu ediyorum.

Pek yakınlarda köyümüzde geçen bir olayı anlatmak isterim.

Ben yirmi yıldır köyümüzde Adige Dili ve Adige Edebiyatı öğretmeni olarak çalışırım. İki komşum var; biri Baş’eko Zawurhan. 50 yaşlarında. Traktör grubunda grup başı. Gücü yüreğine eş. Sözü özüne uygun. İki oğlu var. Biri Nalçik’te üniversiteyi yeni bitirdi. Kolhozun mühendisi. Öteki Maykop’ta öğrenci.

İkinci komşum Melaho Aslan. O da Zawurhan’la yaşıt, arkadaş. Belki köyümüzün en güçlü-kuvvetlisi ama kolhozun hareket başkanı ömrü yollarda geçer. Onun için Zawurhan, ”ne şanslı adam, güle oynaya geçiyor ömrü” der.

Yalan da değil hani. Aslan hep neşelidir. Aşamayacağı hiçbir engel de çıkmaz karşısına. Kırmızı yanaklı, çevresine neşe saçan, nerede, nasıl karşılaşsan dağarcığında seni sevindirecek, güldürecek bir şeyler bulabilen, şen-çalışkan bir adam. Zawurhan da pek fena bilinmez buralarda, doğrusu işinin de ehli bir adam. Sözünden döndürmek kararından caydırmak olanaksızdır onu. Nuh dedi mi peygamber dedirtemezsin ama bu inadından değildir. Tersine çok sağlam, çok etraflı düşünüp sonra karar vermesindendir.

Bir akşam Baş’ekolerin bahçe kapısının önünde birkaç kişi oturuyorduk. Zawurhan’la Aslan bir tartışmaya tutuştular. Tartışma da wase meselesinden çıktı. Wasenin utanç verici bir alışkanlık olarak bir zamanlar var olduğunu ama artık onu bugün yeniden geri getirmeye çalışanlara engel olunması, karşı konulması gerektiğini söyledi, Zawurhan. Zawurhan böylesi durumlarda hep konuşurken heyecanlanır, kızarırdı. Ogün de öyle oldu. Melaho Aslan da ona bakıp gülümsedi. Bu Zawurhan daha da hiddetlendirmiş olmalı.

– Ne oluyor Melaho? Sırıtıp duruyorsun, kötü ya da komik bir şey mi söyledim
– Yoo pek komik değil ama ağlamamı gerektirecek bir yanını da görmedim, diye cevapladı ötekisi.
– Ne yani öyleyse, sen kızını evlendirince wase mi alacaksın?

Aslan’ın üç kızı vardı o yüzden kızlar konu oldu.

– Yahu neler de rahatsız edip uğraştırıyor seni, anlamıyorum Zawurhan, dedi Aslan. Nereden de takıldın şimdi bu wase meselesine? Bence sorun değil wase, varmış yokmuş hiç ilgilendirmez beni. Senin o kötü adetler, kötü alışkanlıklar dediklerin var ya hiç zararlarını da görmedim ben onların. Allah beni onları aşamayacak duruma getirmesin. İnsan vardır, koca ormanı geçer de ovadaki tek bir ağaca çarpar. Sen de onlardan birisin Zawurhan…
– Öyleyse sen bugüne kadar hiçbir şey öğrenmemişsin, anlamamışsın, Aslan’ım. Wase gibi eskinin kötü kalıntılarının zararları pek çok. Bunu bugüne değin kavrayamadıysan boşuna yaşadın sen…

Böyle sert sert konuştular ama Zawurhan’la Aslan birbirlerine ne söyleseler de kırılmazlar. Sık sık tartışırlar, zıtlaşırlar ama görüşmezlerse ölürler birbirleri için. Aslan kolhoz işleri için uzaklara gidip gecikse, Zawurhan rahatsız olur, yolunu gözler;

– Nerede kaldı bu pis herif gelme zamanı da geçti.

Aslan da her dönüşünde ona bir giysi getirir. Zawurhan’ı o giysileriyle görmeli bir, nasıl da kasılır ”Aslan’ın hediyesi bu!” diyerek.

Böyle gelip geçiyordu günler. Derken ilginç bir olay oldu köyümüzde. Kahramanları da bunlar, Zawurhan’la Aslan.

Sonbaharda, Zawurhan’ın Nalçik Üniversitesi’ni bitiren büyük oğlu bir Kabardey kızıyla evlendi. Yalnız ailesini değil tüm köylüyü sevindirdi bu olay. Sıra Nıseyişij’e gelince Aslan’ı mızıkacı için komşu köye gönderdiler. Bizim köyde de var mızıkacılar ama bu komşu köydeki mızıkacı çok iyi ve ünlü bir mızıkacı, çağrıldığı her yere de kolay kolay gitmez. Bu yüzden Aslan özellikle kendisi gitti.

Mızıkacı gelir gelmez töreni başlatırız derlerken Baş’ekoların bahçesinin önünde bir araba beliriverdi. Kuzu derisinden, gösterişli ve pahalı kalpaklarıyla yedi adam indi arabadan. Kalpakları sanki bir elden çıkmış gibiydi. Misafir kimdir acaba, neyin nesidir demek olur mu, Zawurhan hemen karşıladı ve buyur etti. Konuşmalarından Kabardey olduklarını anladı. Demek ki kızlarının peşi sıra gelmişlerdi. Olur a kızlarının ardından gelmişlerse buyursunlar, otursunlar, dinlensinler. Yeni yuvasını, gelin olduğu aileyi, yeni hısımlarını görsünler, tanısınlar.

Konukları salona aldı. Hemen sofra hazırlattı. Konuklar birkaç kadeh de kaldırdılar, iyice yediler-içtiler. Sonra geliş amaçlarını yavaş yavaş çıtlatmaya başladılar. En yaşlıları en kısa boyluları olup çevresini süzerek konuşuyordu. Sözlerini anlamak zor değildi. Gelin olan kızları için wase almaya gelmişlerdi ama ”artık bugün kim wase veriyor ki?” Zawurhan duyduklarına bir anlam veremiyor, utanıp sıkılıyor, söyleyecek söz bulamıyordu. Sonra öğrenmek istedi; acaba ne kadar vermesi gerekiyordu?

– Sıradan bir kız değil bizim kızımız dedi kısa boylu adam. Bizim kızımız Boletkoların kızıdır, soyludur, prensestir…
– Bin Ruble’den aşağı olmaz kesinlikle, dedi uzun boylu, göbekli, bacak bacak üstüne atmış oturan dört köşe adam.
– Sus hele Bilal, dedi kısa boylu Thamade. Bin Ruble dediğin nedir, şimdi Fekoti kızları için bile bin Ruble veriyorlar, olacak iş mi bu?

”Pşı, Werk (Fekotl,… Bu küçük adam bu sözleri ta nerelerden de bulup çıkarıyor Allah aşkına?” hayret etti Zawurhan.

– 1500’den aşağı kabul edemeyiz vallaha, düzeltti sözünü Bilal.

Zawurhan’ın işi vardı artık. Tasarruf sandığında 1500 Rublesi vardı. Oğlunun mutluluğu için 1500 Ruble’nin sözü bile olmazdı ama doğru bir davranış değildi bu. Sosyalist ideolojinin yıktığı bu eskinin çirkin törelerini kendisi yeniden nasıl başlatabilirdi? Boncuk boncuk terlemeye başladı. Ötekiler ise ödün vermemek, daha azına razı olmamak için ha bire pazarlıklarını pekiştiriyorlardı. Oysa Zawurhan bir Ruble de olsa vermek niyetinde değildi.

– Biraz önce prens kızı olduğunu söylediniz kızınızın, diye başladı Zawurhan ama biz prens soyundan gelmedik. Böyle olunca işi buraya    vardırmadan başka bir prens ailesi bulmalıydınız…

Çık waseyi canım, küçük adamın Bilal dediği o dört köşe adam,  gözleri  öne fırlamış, masayı yumruklayarak girdi söze, Kabardey’in en mağrur insanları geldi yanına… Sevinecek yerde şunun dediğine bak…
Wolehi-bilehi hemen kızımızı da alıp götürmezsem…

Zawurhan pabuç bırakır mı?

– Götürün tabi, kim bilir belki de bir prens çocuğu bulunursunuz.

Bilal kabına sığmıyordu ama arkadaşları işlerini tatlılıkla halletme umuduyla onu biraz uyardılar, teskin etmeye çalıştılar. Damada da sorup onun görüşünü de almaya karar verdiler ama Zawurhanların oğlu ”babamın sözü benim de sözümdür” dedi.

Bir iş çıkaramayacaklarını anlayınca grup kalktı. Grup öylece dönüp gidebilirdi ama Bilal diretti, kızı da birlikte götürdüler. Sonradan öğrendiler ki; o Bilal, gelinin ablasının kocasıymış. ”Kendi evlenirken de çok wase ödemiş olmalı. Bunlarında wase ödemesi için o yüzden diretmiştir herhalde” diyenler de oldu.

Böylece Baş’ekoların gelinini geri götürdüler. Köylü, dost, akraba,
konu-komşu tümüyle halk üzgün kalakaldı. Böylesi bir olay köyümüzde şimdiye kadar ne görülmüş ne de duyulmuştu. Zawurhan da olup bite

…Akşam karanlığı basmaya başladığında aşağı mahalleden bir mızıka sesi duyuldu. El çırpmalar, pheiç sesleriyle güzelim mızıka inletiyordu köyü. Melaho Aslan evden kimselerin karşılamamasına şaşıyordu. ”Ne oldu bu hayırlı işin sahipleri -söylendi içinden- kırk dereden su getirerek mızıkacıyı bin bir güçlükle ikna ettiğimi bilmiyorlar mı? Nice görkemli düğünlere çağrılmıştı mızıkacı ama kolhozumuzun brigadirinin hayırlı işi olduğunu anlattım da…”

Eve girdiklerinde Zawurhan’ı üzgün buldular. Aslan anlamıştı bir şeyler olmuştu kuşkusuz. Ev sahibi konukları yerlerine buyur etti ve olup biteni anlattı. Arkadaşının davranışını destekleyecek yerde Aslan’ın sözleri bir garipti.

– Zawurhan, vallaha pek makbul bir adam değilsin sen. Evine kadar getirilen gelinine sahip çıkmadın yahu, olacak şey mi bu? Senin aklın cesaretin yoksa köylüyü çağırsaydın hiç olmazsa… Yahu beni çağırsan da yeterdi.
– Sen ne yapacaktın ki? Wase mi verecektin?
– O benim işim… Ne yapar yapar evimdeki gelini geri göndermezdim. Sen hep adam yerine koymazsın beni ama bak gör, o gelini geri getirmeden    dönmeyeceğim buraya. Sakın mızıkacıyı gönderme. Nıseyişij yapılacak kesinlikle!

Sabahın erken saatlerinde vardılar Nalçik’e. Burada Aslan’ın çok iyi arkadaşları vardı ama hiçbirine uğramadı. Voklaz lokantasının açılmasını beklediler, kahvaltılarını yaptılar. Köyümüzden geri götürülen gelinin nerede olduğunu öğrenmeleri gerekiyordu önce. Kızken bir okulda öğretmenlik yapıyordu gelin, bir akrabalarında kalıyordu. Doğru oraya gittiler. Ev sahibi kadın, damadı hemen tanıdı. Olup biteni de biliyordu, hatta kendisini de azarlamışlardı bu yüzden. Kimse tasvip etmiyordu olayı ama Bilal bu, yaklaşmanın, laf anlatmanın imkanı yoktu. Kadıncağız korkarak gelinlerinin şehrin kenar mahallelerinden birindeki bir eve götürüldüğünü söyledi. Adresini de verdi.

Evi kolayca buldular. Kapının önüne varır varmaz, gelin dışarı fırladı, pencereden gözetliyor olmalıydı. Kocasını yıllardır görmemiş gibi sevindi. Uçuyordu sevincinden. Uzun boylu ısrara gerek kalmadı hemen arabaya bindi. Yola çıkarlarken ev sahibi kadın;

– Bilal gelip çatarsa ne diyeceğim ben, diyordu.

Kentten çıkarlarken gençlere bir araba kiraladı Aslan ve;

– Duraklamadan, ardınıza bakmadan gidin. Ben şu Bilal denen adamı   göreceğim bakalım kimin nesiymiş, dedi.

Aslan gençleri gönderdi ve doğruca Bilal’ın köyüne gitti. Köy 30 kilometre kadar uzaktaydı kentten, çabucak ulaştı.

Büyük bir köy bu, derli-toplu gelişmiş bir köy. İki katlı büyük bir okulu var. Hemen yanında da kültür sitesi var. Kütüphaneden kitap alanlarla da  karşılaştı.

Köyün ortasında köy yönetim kurulunun binası vardı. ”Şurada ne olup bitiyor acaba bir kulak misafiri olayım” diyerek daldı içeri Aslan. Birkaç kişi oturuyordu. Selam aleykum-aleykumselam, onları geçti ve ”Yönetim Kurulu Başkanı” yazılı kapıyı açtı.

İnce uzun boylu bir delikanlı ayakta telefonla konuşuyordu.

– Wase geleneği yeniden geri mi geldi? Allah allah.. Vallahi geri geldiyse de daha bize ulaşmadı… Ulaşmış olsaydı haberimiz olurdu, K’uaş arkadaşım. Öyle kötü gelenekler ta nerelerde kaldı. Kim Allah aşkına daha bunlardan söz edenler… Ahizeyi yerine koydu tanımadığı konuğu iyice süzdü.
– Sekreteri arıyorsan şu odada.
– Yoo, sekreteri değil, dedi Aslan.

Şapkasını çıkarıp masaya koydu. Sanki bizim köydeki kolhoz odasına girmiş gibi rahatça oturdu ve ayak ayak üstüne attı.

– Meaho Aslan benim. Adigey’den geliyorum, diyerek konuşmaya başladı Aslan, sanki tüm ülkede tanınmış, ünlü biriymiş gibi… Gelişimin nedenine gelince… Hani sen biraz önce ”wase geleneği yeniden başladıysa da henüz bizim köye ulaşmadığı” dedin ya, yanılıyorsun dostum, sizin köye de ulaştı. Dün Şınaho Bilal başkanlığında bir heyet bizim köye geldi. Wase alamayınca gelini alıp getirdiler. Fevkalade büyük bir ayıp yapıldı aslında, bu değerli adamlar kendi kendilerini rezil ettiler. O Bilal var ya Bilal üstelik benim wunekoşum…  İyice bir haşlayayım diyorum.
– Neler söylüyorsun  sen yahu, anlamıyorum türlü. Hayret etti başkan.

Söylediğine göre başkan böyle bir haber duymamıştı. Hoş wase isteyen tek tük kişiler de yok değildi burada, güçlükle zaptediyorlardı onları. Bilmez misin birinin kızı için wase alındı mı, ”benim kızım ondan aşağı mı, neden vvasesiz gitsin?” derler yarışmaya başlarlar… Demek Bilal geldi diyorsun ha… Bak sen şunun bulaştığı işlere, adam muharip gazi. Birinci Dünya Savaşı’nda cephedeydi. Ne garip şey? Neyse şimdi çağırtır pişman ederiz…

Ancak Aslan’ın niyeti başkaydı. Bilal’ı ömründe bir daha wase almaya gitmeyecek hale getirecekti. ”Yalnızca pişman etmek” neye yarardı. Onun içinde bir yerlerden dostluk kurmalıydı. Wunekoş olma meselesini fena düşünmemişti. Ayrıca başkan da yardımcı olacaktı. Birde Birinci Dünya Savaşı’nda cephede çarpışmış olsaydı, mesele kalmazdı. Çünkü Bilal’a göre Birinci Dünya Savaşı’nda cephede çarpışanlardan daha kahramanı yoktu dünyada.

Aslan, başkanla birlikte Bilal’ın evine gitti. Ev büyük mü büyük, tıpkı sahibi gibi. Yol üzerindeki evlerden bir hayli farklı, 50 kişi falan rahatça oturabilir salonunda. Avlusu desen öylesine, tavuk-hindi sürüyle. ”Bilal tavuğu pek seviyor olmalı” diye geçirdi içinden. Gece uyumamıştır, hala yatmıyorsa bravo.

Fakat avluya girer girmez, azman bir ev sahibi, gücünü ne yapacağını bilmez gibi yaka-bağır açık kapıdan göründü. Başkanı hemen tanıdı, sevindi gülümsedi.

– Hey Bilal, büyük bir konuk getirdim sana, dedi başkan, Aslan’ı göstererek. Hiç wunekoşum yok der yakınır dururdun,  meğer    Adigey’in yarısı vvunekoşunmuş senin.
– Wunekoşun mu dedin?

Bilal’ın sevinci daha da arttı. Hızla yaklaştı ve sarıldı. Aslan’la, birlikte eve girdiler. Konuklar yerlerine oturdular.

”Sende Adigey’deymişsin, öyle mi” diye  sordu başkan.

– Yok canım, Nalçik’teydim ben, dedi Bilal isteksizce ve konuğuna dönerek;
– Ne iyi ettin de geldin yahu.
– Çoktandır istiyordum gelmeyi, diyerek başladı söze Aslan. Yüzünü görmeden adını duyarak meraklanıp dururdum da ne zamandır… O zamanlar daha Birinci Dünya Savaşı’nda cephedeydik.
– Cephe mi?… Ne mutlu bana yahu.

Aslan’ın üzerine atıldı Bilal.

– Hem vvunekoşum, hem cephede silah arkadaşım. Hanguaşe!…

Masaya bakarak karısına seslendi. Sonra da duramadı dışarı fırladı. Çok geçmeden tavuk bağrışmaları duyuldu.

”Tam yakaladın şimdi” dercesine gülümsedi başkan. Bir saat bile geçmedi aradan hemen donattılar masayı. Bilal akrabalarını da çağırdı, bütün gün oturdular, akşam da oturdular. Bilal pek neşeliydi ama ara sıra anlaşılmayan bir nedenle neşesi kaçıyordu.

– Wolaha, dünkü olup bitenler pek iyi şeyler değildi, gibisinden   söyleniyor, ağzından kaçırıyordu. Fakat her defasında kendini toparlıyor, idare ediyordu vaziyeti.
– Çok  iyiyim,  sevinçliyim, wunekoşum, silah arkadaşım, değerli konuğum! Aslan, senin alayın olmasaydı, çoktan ağıtlarımız yakılır, unutulurduk bile… Değil mi?

Böyle başlar, Aslanın alayı olmasa neredeyse çözülüp perişan olacaklarını, o alaydan daha kahraman bir alayın, savaşçının yeryüzüne gelmediğini anlatır dururdu. Aslan da kendi köylerinden o savaşta bulunanların anlattıklarını, kurs için Novorosisk’e gittiğinde görüp duyduklarını, tüm bildiklerini katıştırıp, biraz da ekleyerek ballandıra ballandıra anlatırdı. İşler iyiydi. Bir tek yerde farkında olmadan bir gaf yaptı Aslan, Soyadının Melaho olduğunu ağzından kaçırıverdi. Bilal da dikkatle baktı: ”Peki yahu sen Şınaholardan olduğunu söylememiş miydin?’

– Şıne (kuzu) değil mi canım büyüdüğünde Melı (koyun) olan da. Açık vermiyordu Aslan. Atalarımız vaktiyle  Kabardey’de iken Şınaho  (kuzu çobanı) idiler, Adigey’e göçtüklerinde Melaho (koyun çobanı) oldular.

”Olmayacak şey var mı” diyerek desteklediler oturanlar da.

Bilal’ın içinde beliren kuşkular böylece çözülmüş olmalı ki epeyce rahatladı ve misafir geliş amacını ev sahibine anlattı:

– Bilal, gelişimin nedenini hele bir dinle, bir hayırlı işimiz var, kardeşim evleniyor. Köyümüze gelir bu hayırlı işimizde bulunursan sevinirim. Beni yalnız göndermeyeceğini umuyor ve bekliyorum.

Ev sahibi teklifi memnunlukla karşıladı. Çok da önem verdi bu işe. Telaşlandı, heyecanlandı, koşuşturdu. Gelin için hediyeler aldı ve Aslan’la arabaya binip çıktılar. Köye ulaştıklarında akşam olmuştu. Baş’ekolerin evine geldiklerinde avluda ateşli bir düğün vardı. Arabadan inip avlu kapısına geldiklerinde, Bilal başına geleni anlamış olmalı, kendi kendine söylendi;

– Yemin ederim ki, bu eve ben daha önce de bir adım atmıştım.

Misafir başta Baş’eko Zawurhan olmak üzere adamlar karşıladılar, buyur ettiler. Sofra hazırlandı, hohueler söylendi. Düğüne katıldılar, oynadılar, oynadılar, Kafa dengi bir adammış meğer Bilal, şakacı hoşsohbet bir adammış. Yaşlılar pek beğendiler. Çokları hayret etmiş­ti; bu denli sosyal bir adam, iyi içebilen, oynayabilen bir adam nasıl oldu da kendine layık olmayan işlere burnunu sokmuştu?

İğne atsan yere düşmezdi avluda, çok kalabalık, çok hareketli, görkemli bir düğün oldu Baş’ekoların düğünü. Bilal daha içebileceğinin yarısını bile içmemişti ki;

– Waseden hiç söz etmemiş olsaydık çok daha iyi olurdu dedi.

Böylece Bilal ile Aslan hem vvunekoş hem arkadaş oldular. Sonradan ne olur bilemem ama şimdilerde bir ay bile görüşmeden edemiyorlar.

Wasenin insanları birbirine daha çok yaklaştırdığını, dostluklarını arttırdığını söyleyenler yalan söylüyorlar. İnsanları yaklaştıran şeyler başka şeylerdir.

İşte böyle öykümüzün başı da sonu da. Köyümüz haberlerini soranlara birkaç aydır hep bunu anlatıyorum.