AZINLIKLARA İLİŞKİN SORUNLAR

Kemal Arı
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995

Türkiye ve Yunanistan arasında yoğun tartışmaların yaşanmakta olduğu hemen her dönemde gündeme gelen azınlıklar konusu, uluslararası sistemde ve hukuk kurallarında getirilen yeni hükümler çerçevesinde giderek bir insan hakları sorunu olarak algılanmaya başlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da baş gösteren ulusçuluk akımından etkilenmesi, ekonomik ve toplumsal yapısında değişiklik yapamaması, askeri başarısızlıklarla desteklenince çöküş sürecini hızlandırmış ve sonuçta, Osmanlı Devleti, Avrupa ve Balkanlarda topraklarını kaybetmeye başlamıştır. Bu durum Balkanlarda bulunan Türk/Müslüman nüfusun büyük bir bölümünün Anadolu’ya kadar uzanan bir göç dalgası yaşamasına yol açarken, kaybedilen topraklar üzerinde kurulan yeni devletlerle Osmanlı Devleti arasında bir azınlıklar sorununu tartışma konusu yapmıştır.[i]

Balkan Savaşları ile artan bu sorun, özellikle Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin niteliği göz önünde tutulduğunda, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni bir boyut kazanmıştır. İngiltere, Fransa ve İtalya’nın yanında Sevr Anlaşması’nın[ii] kendisine sunduğu olanağı değerlendirerek Anadolu’ya asker çıkaran Yunanistan’ın savaşta yenilerek geri çekilmesinden sonra, günümüz Türk – Yunan azınlıklar sorunu olarak nitelendirilen olaylar yaşanmaya başlanmıştır.

Gerçekten de, Yunanistan’ın “Megali İdea” olarak adlandırmış olduğu, eski Bizans toprakları üzerinde Büyük Yunanistan’ın yeniden kurulması rüyası, Yunan kuvvetlerinin Anadolu topraklarına ayak basmasıyla bu yöndeki ilk adım olarak değerlendirilmiş ve hem bu rüyaya inanarak Anadolu’yu işgal hareketine katılanlar hem de Osmanlı toprakları üzerinde yaşamlarını sürdürmekte olan Yunan kökenliler/Rumlar arasında kısa sürecek bir sevinç yaşanmıştır. Ancak, savaşın Türklerin yengisi ile sonuçlanması, bu rüyaları yıkmış ve hem savaşla birlikte Anadolu’ya gelen Yunanlıların hem de daha önce Anadolu’da yerleşmiş bulunan Rumların bu topraklardan Yunanistan’a göç etmelerine yol açmıştır.[iii]

Savaş dönemi ile birlikte, iki ülke arasında kitlesel göçlerin yaşanması, beraberinde yoğun bir ekonomik ve toplumsal bunalımı ortaya çıkarmıştır. Özellikle, Yunanistan’da bu bunalım oldukça sarsıntılı olmuştur. Savaşın sonunun belli olması ve Yunanistan’ın ağır bir yenilgi almasından sonra kitlesel göçlerin[iv] yaşanması, Lozan Görüşmeleri sırasında gündeme gelmiş ve bu konuda taraflar arasında bir anlaşmanın yapılması gereği üzerinde görüş birliğine varılmıştır. Bunun sonucunda, daha Lozan Barış Antlaşması imzalanmadan, Türkiye ve Yunanistan arasında, karşılıklı olarak göç eden insanların hak ve statülerini düzenleyen bir anlaşma imzalanmıştır. 30 Ocak 1923 tarihli Türk ve Rum Nüfus Değişimine İlişkin Sözleşme ve Protokol’ün hükümlerine göre; (madde 1)

“Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu mübadelesine girişilecektir. Bu kimselerden hiç biri Türk Hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye, ya da Yunan Hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan’a dönerek orada yerleşemeyecektir.

(Madde 2) , Birinci Maddede öngörülen mübadele:

a) İstanbul’da oturan Rumları,

b) Batı Trakya’da oturan Müslümanları kapsamayacaktır.

1912 Yasası ile sınırlandırıldığı biçimde İstanbul Belediye sınırları içinde 30 Ekim 1918 gününden önce yerleşmiş tüm Rumlar, İstanbul’da oturan Rumlar sayılacaktır.

1913 Bükreş Antlaşması’nın saptamış olduğu sınır çizgisinin doğusundaki bölgeye yerleşmiş tüm Müslümanlar, Batı Trakya’da oturan Müslümanlar sayılacaklardır.” [v]

İki Ülke arasında imzalanan bu sözleşmeye göre, sözleşmenin uygulanmasını sağlamak üzere, Türk ve Yunan temsilcilerinin de bulunduğu bir uluslararası karma komisyon oluşturulmuştur. Oluşturulan bu komisyon bir süre görev yaptıktan sonra değişim sırasında kimlerin yerleşik sayılacağı konusunda farklı yorumlarla karşılaşmış ve bu durum, iki ülke arasında ilişkilerin yeniden gerginleşmesine neden olmuştur. Bu arada, yerleşik teriminin kapsamı konusunda Milletler Cemiyeti’ne ve Uluslararası Daimi Adalet Divanı’na yapılan başvurunun iki taraf arasındaki görüş ayrılığını giderememesi sonucunda ilişkiler gerginleşmiş, Yunanistan’ın Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığının arazi ve mallarına el koyması ve buralara Türkiye’den Yunanistan’a göç eden insanları yerleştirmeye başlaması, buna karşılık olarak da, Türkiye’nin İstanbul Rumlarının mallarına el koyması, her iki ülkede de azınlıkların zararlı çıkmasıyla sonuçlanan bir süreç oluşturmuştur. Bu bağlamda, iki ülke arasında 1926 yılında hazırlanan anlaşma da azınlıklar konusundaki soruna kesin bir çözüm getirmekten uzak kalmıştır.

Taraflar arasında azınlıklar konusunun kesin çözüme bağlanmasına ilişkin son girişim, 10 Haziran 1930’da bu konuda bir anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu antlaşma ile yerleşim tarihleri ve doğum yerleri ne olursa olsun, İstanbul Rumları ve Batı Trakya Türk/Müslümanlarının hepsi yerleşik sayılmışlardır. Ayrıca, iki ülke de toprakları üzerinde kalan azınlıkların statüleri ve mal varlıklarının korunması konusunda önemli yükümlülükler üstlenmişlerdir.

Azınlıklar konusundaki uzlaşmalığın giderilmesinden sonra, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler hızla düzelmeye başlamıştır. İki ülke arasında dostluk ve işbirliği çabaları artmış, azınlıklara ilişkin antlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre sonra, Ekim 1930’da Türk – Yunan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmayla birlikte, bir de Deniz Kuvvetlerinin karşılıklı olarak sınırlandırılmasını öngören protokol ve Oturma, Ticaret ve Denizcilik Sözleşmesi imzalanmıştır.

Bununla beraber, doğrudan bir Türk – Yunan azınlıklar sorunu olarak değerlendirilmemekle birlikte, İkinci Dünya Savaşı sürerken Türkiye’de azınlıklar üzerinde baskıya dönüşen kimi uygulamalara rastlanmıştır. Bunlardan özellikle “Varlık Vergisi” uygulaması ilginç bir uygulama olmuştur. Savaş sırasında bir takım savaş zengininin ortaya çıkması ve bunların kamuoyunun tepkisini çeken bir zıtlık oluşturması, savaş dolayısıyla ekonomik darboğaz içerisindeki hükümetin, bu kesim üzerinde uygulanacak olan ve bir kez alınması düşünülen vergilendirmeye gitmesine yol açmıştır. Büyük oranda azınlıklara mensup kişiler üzerinde yoğunlaşan ve adil bir şekilde uygulanmayan vergilendirme, kısa süre içerisinde tepki çeken bir uygulama olarak kamuoyunda eleştirilere neden olmuştur. Bu vergilendirme sırasında adil davranılmamış olması ve ciddi aksaklıkların yaşanması azınlıkların hükümete bakışını olumsuz etkilemiştir.

Türk – Yunan ilişkilerinde dostluğun sağlanmasıyla azınlıklar sorunu 1950’li yıllara değin ikili ilişkilerde bir sorun olarak belirmemiştir. Bunda her iki ülke ulusal liderlerinin gerçekçi yaklaşımlarla davranmış olmalarının yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı’na yol açan gelişmelerin yaratmış olduğu ortak güvenlik endişesinin de rolü olmuştur. Kısa süre sonra başlayan savaş sırasında, Yunanistan’ın işgale uğramış olması ve savaş sonrasında da iç savaşın başlaması, iki ülke arasındaki ilişkileri sınırlandırırken Yunan iç savaşı sırasında hükümete sadık kalan Türk/Müslüman azınlık üzerinde Yunan komünistlerinin yoğun baskılarda bulunması, bu kez Batı Trakya’dan Türkiye’ye yeni bir göç yaşanmasında etkin olmuştur.

Azınlıklar sorununun Türk – Yunan ilişkilerinde hem bir iç politika sorunu hem de dış politika sorunu olarak gündeme gelmesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin Kıbrıs sorunu nedeniyle gerginleşmesine koşut olmuştur. 1950 ortalarına kadar ikili ilişkilerin dostluk ve işbirliği havasında gelişmesi hem Yunanistan’da hem de Türkiye’de azınlıklara yönelik politikaların ılımlı ve sevecen olmasında etkili olmuştur. Gerçekten de, bu dönemde Türkiye’de azınlıklar DP iktidarının sağlamış olduğu kolaylıklardan yararlanarak parlamentoda temsilci bulundururken Yunanistan’da da Türk/Müslüman azınlığın çeşitli sorunlarına çözüm bulunmaya çalışılmıştır.

1960’ların ortalarından başlayarak, Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs konusu üzerinde yoğunlaşan ve ilişkileri sertleştiren gelişmeler, azınlıkların, karşılıklı olarak, yaşadıkları toplumdan dışlanmasına yol açan kimi uygulamalarla karşılaşmalarına neden olmuştur. Her iki toplumda da azınlıklar diğer ülkenin ajanları olarak algılanmaya başlanmıştır. Kıbrıs sorununun kamuoylarında ulusal bir dava olarak propagandalara konu edilmesi, azınlıkların durumunu güçleştirmiştir. 1963-64 Kıbrıs olayları ise, Türk Hükümeti’nin, 1930 Sözleşmesine son vererek bu sözleşmeden yararlanarak İstanbul’da çalışmakta olan Yunanlıları ülkelerine geri göndermesine neden olmuştur.

B. Oran’ın belirttiğine göre; “ Türkiye’den Yunanistan’a gidip oturan ve çalışan Türk olmadığı için, tek taraflı işleyen bu sözleşme sonucu o sırada İstanbul’da sürekli oturan ve çalışan 12.704 Yunan yurttaşı vardır. 1963 yılında Kıbrıs’da Türklerin katliama uğramaları karşısında Ada’ya müdahale edemeyen Türkiye, herhalde Yunanistan’ın zor duruma düşürmek için 36. madde uyarınca altı ay önceden ihbarda bulunduktan sonra sözleşmeyi feshetmiş ve bu Yunan yurttaşlarının oturma izinlerini bir daha uzatmamıştır. (16 Eylül 1964). Üstelik zararlı eylemleri saptananlar altı aylık süre beklenilmeden sınır dışı edilmiştir. Böylece 1134 Yunan uyruklunun hastalık ve öğrenim gibi insansal nedenlerle kalmalarına izin verilmesine karşılık, 8.600 Yunan uyruklu Yunanistan’a dönmek zorunda kalmıştır. Bu arada, Bozcaada ( İmroz ) ve Gökçeada’da yarı açık cezaevi kurmak ve devlet üretim çiftliği açmak için yapılan kamulaştırmalar da buralarda oturan Rum azınlığın Yunanistan’a göçmesiyle sonuçlanmıştır. Fakat bu göçleri doğuran en önemli öge, İstanbullu Rum gençlerin evlenmeleri açısından yaşamsal önem taşıyan İstanbullu Yunanlıların gitmesi olmuş, bundan sonra İstanbul Rum nüfusu gitgide azalarak bugünkü 4000-5000 düzeyine gerilemiştir.” [vi]

1960 sonrasında, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin Kıbrıs sorunundan dolayı dalgalanma göstermiş olması, azınlıklar konusunda da benzer yansımalar yapmıştır. 1967 yılında, askeri cuntanın Yunanistan’da işbaşına gelmesiyle birlikte, azınlıklar üzerinde yeniden sistematik baskılar görülmeye başlanmıştır. Gerçi, 1968 yılında iki ülke arasında bir Kültür Protokolü imzalanmıştır, ancak kısa süre sonra, bu protokol de fiilen uygulanmamaya başlanmıştır.[vii]

1974 yılında, Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahale de bulunarak Kıbrıs Türk toplumuna yöneltilen kitlesel yok etme girişimlerini engellemesinden sonra ise, özellikle Batı Trakya Türkleri üzerinde oldukça yoğun baskı yaşanmaya başlanmıştır. İki ülke arasında bir savaş olasılığını arttıran olayların yaşanmakta oluşu, Yunanistan’ın Kıbrıs Rumlarına destek verme olanağı bulamaması ve ulusçu duyguların incinmiş olması Batı Trakya Türk/Müslüman topluluğuna yönelik politikaların sertleşmesine yol açarken, Yunan kamuoyu da azınlıkları ulusal bütünlükleri açısından tehlike olarak görmeye başlamıştır.

1974 yılı, aslında Türk – Yunan ilişkilerinde bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkmaktadır; bu tarihten itibaren, daha önce gündemde olmayan sorunlar bir anda uzlaşmazlığı arttıran konular olarak ilişkilere konu edilmiştir. Azınlıklar konusundaki Yunan yaklaşımları açısından ise, daha önce idari makamlar tarafından bürokratik yöntemler kullanılarak azınlık haklarına getirilen kısıtlamalar, bu tarihten sonra artık, açıktan açığa, bir yönetimsel politikaya dönüşmüştür. Böylece, Türkiye’deki İstanbul Rum topluluğunun azalmış olmasını ve dolayısıyla, iki ülke arasında azınlıklar konusunda karşılıklılık ilkesinin uygulanamaz hale geldiğini ileri süren Yunanistan ile Türkiye arasında azınlıklara yönelik politikalar konusunda kimi zaman sert tartışmaların ve uygulamaların yaşandığı bir sürece girilmiştir.Bununla birlikte Patrikhane’nin İstanbul’daki varlığının korunmasına ilişkin tartışmalar sürmektedir.

1980’li yıllara gelindiğinde, iki ülke arasındaki iletişimsizlik ve uzlaşmazlıkların derinleştiği koşullar içerisinde azınlıklar konusu daha belirgin bir görünüm sergilemeye başlarken, içerik açısından da farklılaşma gözlenmiştir; Türkiye’deki azınlıklar açısından bu durum, daha çok İstanbul Rum azınlığın sahip olduğu taşınmaz mal varlığının korunması, Vakıflar ve Patrikhane statüsü konularında ön plana çıkarken, Yunanistan açısından ise, durum daha çok, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın anlaşmalardan ve Yunan yasalarından kaynaklanan haklardan yararlandırılmayarak göçe zorlanmaları, bu yolla Batı Trakya’nın Türk/Müslüman kimliğini ortadan kaldırmak ve Türkiye’de Rum azınlığın kültürel/dinsel varlığı açısından oldukça önem verilen Patrikhane’nin statüsünün korunması konularında belirmeye başlamıştır.

Günümüz Türk – Yunan ilişkilerinde azınlıklar üzerinde yapılan tartışmalar, Türkiye açısından, özellikle, Batı Trakya’daki Türk/Müslüman topluluk üzerinde oluşturulan baskılar ve saldırılara ilişkin olmaktadır. 1989-90 döneminde Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı üzerinde uygulanan baskıların yol açmış olduğu gerginlik bu konuda ilginç bir örnek oluşturmaktadır.

1988 yılında, Yunan Yüksek Mahkemesi’nin Trakya İstinaf Mahkemesi tarafından Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği hakkında almış olduğu bir kararı onaylamasıyla bu Birlik kapatılmıştır. Mahkeme, vermiş olduğu kararda “Türk” sözcüğünün Türkiye yurttaşlarını çağrıştırdığını, Yunan yurttaşlarını tanımlamakta kullanılamayacağını belirttikten sonra, “Yunan Müslümanları”nı tanımlarken “Türk” sözcüğünü kullanmanın kamu düzeni açısından tehlikeli bir davranış olacağını hükme bağlamıştır. [viii]

Yunan Mahkemelerinin vermiş olduğu bu karar karşısında, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlık toplumu üyeleri, kararı protesto etmek amacıyla bir gösteri düzenlemişlerdir. Bu gösteri, Türk/Müslüman azınlığın ilk kez sokaklara inişi olarak yorumlanmıştır. Polis ise, bu gösteri sırasında göstericilere karşı kuvvet kullanmış ve pek çok gösterici çıkan olaylar sırasında yaralanmış ve bazı göstericiler tutuklanmışlardır. Bu olaylardan kısa bir süre sonra, “Batı Trakya Türk Gençler Birliği”nin adı polis yoluyla değiştirilerek “Batı Trakya Müslüman Gençler Birliği”ne dönüştürülmüştür.

Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı üzerinde oluşturulmaya başlanan bu türden baskıların yol açmış olduğu bir başka gerginlik ise, 1989-90 yıllarında yaşanmıştır. 1989 Yunan genel seçimleri sırasında, seçimlere Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı bir bağımsız liste oluşturarak katılmış ve bu seçime katılan adaylardan Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif, azınlık temsilcileri olarak parlamentoya katılmışlardır. Ancak, Haziran’da yapılan seçimlerin yenilenmesine karar verilmiş ve Kasım 1989’da seçime gidileceği açıklanmıştır. Bu seçimlere hazırlanan adaylar, hazırladıkları seçim bildirgelerinde Batı Trakya Türk azınlığı olarak kendilerini tanımlamışlardır. Buna karşın, adaylardan Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif bu seçimlerde parlamentoya katılamamışlardır. Kasım 1989 seçimlerinde Batı Trakya Türk azınlığı temsilcilerinin bağımsız aday olarak seçilebilmelerini engelleyebilmek için seçim yasası değiştirilerek bağımsız adayların ülke genelinde % 3 oy barajını aşmaları istenmiştir. Azınlığın toplam nüfusunun tek bir adaya oy verdiği halde bile bağımsız bir adayın seçimi kazanması açıkça olanaksız hale gelmiştir. Seçimler sonrasında bu adaylar hakkında dava açılmıştır. Bu dava sırasında Mahkeme, adayları, “Yeni Demokrasi, Sol Koalisyon ve PASOK adaylarının anarşi ve terör ortamı yaratılmış olduğunu söylemelerine dayanarak, 1989 Ekim ayının son on günü boyunca Gümülcine’de Ceza Usul Kanununun 245, 320 ve 321. maddelerinin ihlal edildiğini öne sürmüş ve adayları, iftira etmek ve yanlış bilgi vermekle; ayrıca, “Türk” sözcüğünü kullanarak sosyal barış zararına halk arasında ayrım yapmak ve yurttaşları açıktan veya dolaylı olarak kanunları ihlal etmeye kışkırtarak Ceza Kanununun 192. maddesini ihlal etmekle suçlamıştır.” [ix]

25-26 Ocak 1990 günü yapılan duruşma sonucunda Mahkeme, sanıkları suçlu bularak 18 ay hapis ve 3 yıl boyunca siyasi haklardan men edilmesine karar vermiştir. Mahkemenin vermiş olduğu karar, hem kararın özü hem de kullanılan yöntem açısından, o sırada Mahkemede bulunan gözlemciler tarafından yoğun eleştirilere uğramış, hakimlerin sanıklara karşı önyargılı oldukları, sanıkların hukuki haklarına dava sırasında özen gösterilmediği ve dava konusunda mahkemenin yeterli incelemeleri yapmadığı suçlamaları, sıklıkla vurgulanmıştır.

Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif’in mahkeme tarafından suçlu bulunmasından sonra, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı alınan kararları protesto etmiştir. Dava üzerinde yoğunlaşan ilgi ve dava sonucu, azınlık üyeleri ile Yunanlıların arasındaki ilişkileri gerginleştirmiş ve bir süre sonra Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığa yönelik saldırılar yaşanmıştır. Gümülcine’de meydana gelen olaylar sonucunda azınlıkların ev ve işyerleri, camileri tahrip edilmiş ve çıkan olaylar sırasında yaralananlar olmuştur.

Sadık Ahmet[x] ve İbrahim Şerif’in suçlu bulunarak hapsedilmeleri ve sonrasında Gümülcine Türk azınlığa yönelik saldırılar, Türkiye’nin yoğun tepkisini çekmiştir. Olayların hemen sonrasında Türkiye’nin Gümülcine’de Başkonsolosu (Kemal Gür) Gümülcine’de Valisi ile görüşerek Türk azınlığa yönelik saldırılar konusunda acil önlemler alınmasını istemiştir. Benzer girişimler, Ankara ve Atina’da da yürütülmüş ve Türk azınlığın can ve mal güvenliğinin sağlanması istenmiştir.

Bütün bunlardan sonra, iki ülke arasında bir diplomasi savaşı yaşanmış ve karşılıklı suçlamalar birbirini izlemiştir. Türkiye Yunanistan’ı Batı Trakya Türk azınlığının Lozan Antlaşması’ndan ve diğer uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan haklarını ihlal etmekle suçlamış ve olaylar sırasında Yunan resmi makamlarının saldırılar karşısında ilgisiz kalmalarını kınamış; Yunanistan da, Türkiye’yi azınlıklar konusunda kışkırtıcı davranmakla ve iç işlerine karışmakla suçlamıştır. Ayrıca Türkiye, yapmış olduğu açıklamada, yargılama olayının haksız olduğu ve mahkemenin siyasi bir amaç doğrultusunda davrandığını; söz konusu olayın ulusal sınırları ve ülke içindeki kanunları aşarak, uluslararası endişe duyulmasına neden olan bir insan hakları sorunu olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürmüş ve tutukluların serbest bırakılmasını istemiştir. Yunanistan ise bu suçlamaları reddetmiştir.

Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı temsilcilerine yöneltilen suçlamalar ve yargılanma şekillerinin yanı sıra, Gümülcine’de azınlık üyelerine yönelik saldırılar ve bu saldırılara ilişkin olarak hükümetin izlemiş olduğu yaklaşım, Yunan basın ve kamuoyunun yoğun tepkisini çekmiş, Yunanistan’da görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.

Kamuoyu ve basının konu üzerinde yoğun bir ilgi ile durması, iki ülke arasında azınlıklara yönelik uygulamalar konusundaki karşılıklı suçlamaları arttırmış ve bunun sonucunda Yunanistan, olayların çıkışı ve gelişmesinden Türkiye’nin Gümülcine’de Başkonsolosunu (Kemal Gür) sorumlu tutmuş ve istenmeyen kişi ilan etmiştir. Bu durum karşısında Türkiye de, karşılık olarak, Yunanistan’ın İstanbul Başkonsolosunu istenmeyen kişi ilan ederek iki ülke arasında gerginliğin artmasından Yunanistan’ın sorumlu olduğunu ileri sürmüştür.

Son olaylar sırasında Yunan ulusal kamuoyu ve basını, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığına ve genel olarak, tüm Batı Trakya’ya yönelik olarak hükümet ve siyasi partilerin izledikleri politikaları değiştirmeleri gerektiği konularında yoğun tartışmalara girerken, bölgenin ekonomik yönden kalkındırılması konusunda fikir birliğine varılmış ve azınlıklara uygulanan ayrımcı yaklaşımlara son verilmesi istenmiştir.

Türkiye ve Yunanistan arasında azınlıklara ilişkin karşılıklı suçlamalar sürerken Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığına yönelik uygulamalar Helsinki Watch (Uluslararası İnsan Hakları Helsinki İzleme Komitesi) tarafından gündeme alınmış ve Yunanistan’daki incelemeler sonucunda bir rapor hazırlamıştır.

Helsinki Watch’ın hazırlamış olduğu rapor sonucunda Yunanistan’a Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığa karşı izlemekte olduğu politikalar konusunda bazı tavsiyelerde bulunulmuştur. Buna göre;

Türk azınlık varlığının kabul edilerek, onlara diğer Yunan yurttaşlarının sahip olduğu bütün medeni ve siyasi hakların tanınması; bu onların kendilerini, topluluklarını ve okullarını “Türk” olarak adlandırma hakkını da içermelidir.

Türk azınlığın; yurttaşlık hakkını kaybetmeden Yunanistan’dan ayrılma ve geri dönme özgürlüğüne uyulması; Yunanistan içerisinde hareket özgürlüğüne uyulması;

Türk azınlığın; toprak ve ev alım-satımı, okullar, camiler inşa etmek, onarmak ve genişletmek konularında politikada ve uygulamada eşit haklara sahip olduklarının garanti edilmesi;

Türk azınlığın; radyo, televizyon ve Türkiye’den gelen yayınları kapsar şekilde ifade özgürlüklerine uyulması; yerel Türk azınlık basını üzerindeki baskılara son verilmesi;

Türk azınlığın; Yunan otoritelerinin tacizlerini kapsar şekilde aşağılanması uygulamalarını yasaklayan uluslararası anlaşmaların yürürlüğe konulması;

Türk azınlığın, müftü seçimi ve dinsel gelirlerinin kontrolünü içeren, dini özgürlüklerinin sağlanması;

Türk azınlığın; okullarını onarmak, genişletmek, inşa etmek, Türkçe konuşan öğretmenler tayin etmek, ve günün koşullarına uygun okul kitaplarını sağlamak ve kullanmak haklarına uyulması; Yunan Hükümetine tavsiye olunmuştur. [xi]

Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığa yönelik saldırıların yaratmış olduğu gerginlik, azınlıklar ile Yunanlılar arasındaki ilişkileri güvensizlik temeline oturturken ve Türkiye ile Yunanistan arasında karşılıklı suçlamalara yol açarken, bir başka sorun daha gündeme yerleşmiştir; bütün bu olaylar olurken, İskeçe Müftüsü Hilmi Aga’nın ölümüyle yerine oğlu Mehmet Aga’nın atanması, azınlığın yoğun tepkisine neden olmuş ve anlaşmalardan kaynaklanan haklarını kullanarak kendi müftülerini kendilerinin seçeceklerini, atamayı tanımayacaklarını belirtmişlerdir.

Azınlıklar konusunun ulusçu yaklaşımları artırmakta oluşu, bu konuda görüş birliğine varılmasını zorlaştırmıştır. Yunanistan’da egemen olan yaklaşım, azınlıkların diğer Yunan vatandaşlarına tanınan temel haklardan yararlanabilmelerinin sağlanması ve Batı Trakya’da acil ekonomik yatırımların yapılarak bölgenin kalkındırılması yönündedir. Etnik kimlik konusunda gösterilen katılık ise, büyük ölçüde Türkiye’den kaynaklanan güvenlik endişelerine dayanmaktadır. Her iki toplum da bağımsızlıklarını kazanma sürecinde birbirleri hakkında olumsuz yargılara sahip olmaları, bu konuda katı ulusalcı yaklaşımları güçlendirmektedir. Her iki toplum da ulusal bütünlüklerini bozabilecek azınlık sorunları gibi konularda oldukça duyarlı davranmaktadırlar.

Gerçekte, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığının da istekleri bu doğrultudadır; azınlık temsilcilerinin açıklamalarından da anlaşıldığı gibi, azınlık, kendileri ile diğer Yunan vatandaşları arasında ayrım yapılmamasını ve üzerlerindeki baskının kaldırılmasını istemektedirler. Zaten istemlerindeki yaklaşımlar da bunu göstermektedir. Kimi fanatik azınlık üyesinin aksine, hemen bütün azınlık, sadece anlaşmaların kendilerine tanıdığı haklardan yararlanabilmek, kendilerine ayrımcı politikalar uygulanmamasını istemekte ve bu isteklerini de hukuki ve siyasi yolları kullanarak, şiddete başvurmadan sağlamaya çalışmaktadırlar.[xii] Bu nedenle, Yunanistan’la olduğu gibi Türkiye ile ilişkilerinde de, bu ülkeden yalnızca, Lozan Antlaşması’nın uygulanması konusunda üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmesi ve Yunanistan’a sorumluluklarını anlatmasını istemektedirler; yoksa bu ülkeden ayrımcı bir politika izleme çabalarına destek olmasını istememektedirler.

Azınlıklar konusu, Türkiye ve Yunanistan arasında sürekli bir uzlaşmazlık noktası olarak ilişkileri zedelemeye devam ederken, konu üzerinde taraflar arasında ciddi yaklaşımlarla sorunlara çözüm bulma girişimlerine bir an önce başlamak gerekmektedir. Avrupa Topluluğu çerçevesinde ekonomik, siyasi ve kültürel ortak değerlere katkıda bulunmayı amaçlayan ve bu politikalara sadık davranış içerisinde olacaklarını belirten Türkiye ve Yunanistan gibi iki ülkenin aralarındaki azınlıklar sorununu çözümleyememeleri, yaklaşımları ile ters bir görünüm sergilemektedir. İnsan hakları ve demokratik değerlere saygılı olacakları konusunda çeşitli siyasi ve hukuki uluslararası yükümlülükleri bulunan Türkiye ve Yunanistan, artık vakit geçirmeden, bu konuda tutarlı politikalar izlemeye başlamalıdırlar. Kendi özgür iradelerinin dışında gelişen olaylar sonucunda, etnik/dinsel kökenleriyle bir bütün oluşturdukları asıl toplumlarından uzaklaştırılmış oldukları yetmiyormuş gibi, üstelik bir de, uluslararası anlaşmalarla sağlanmış olan azınlık haklarından yararlanmalarına izin verilmeyen ve toplumsal bütün içinde sürekli dışlanan, potansiyel düşman olarak görülen bu insanların yaşadıkları toplumla bütünleşmeleri sağlanmalıdır. Gerçekte, Türkiye ve Yunanistan arasında azınlıklar sorununun ilişkilerde sürekli bir çatışma noktası olarak kalmış olması, ulusal kamuoylarında azınlıklar konusunda bazı fanatik ulusçu grupların yaygın bir propaganda içerisinde olmalarından daha çok, her iki ülkede de toplumun ekonomik gelişmişlik derecesine, siyasal kültürün yapısına, iletişim organlarının gelişmişlik ve yaygınlığına bağlı olarak, dış politika kararlarını alan ve uygulayan kişi ve kurumların yaklaşımları çerçevesinde ele alınabilir. Çünkü sosyo-ekonomik, siyasi ve kültürel alanda azınlık/çoğunluk toplumu gibi bir ayrımcılığın yapılmakta oluşu, demokratik değerlere ve insan haklarına aykırı bir yaklaşım oluşturacağı gibi, ülkesel bütün içerisinde toplumun geneline hakim olan sosyal barış ve dengeyi de ortadan kaldıracak bir etki yaratır. Türk – Yunan ilişkilerinde azınlıklar sorunu, en güç ve güç olduğu kadar da acil çözümlenmesi gereken konulardan birini oluşturmaktadır. Özellikle, Balkan devletlerinin etnik/dinsel yapılaşma açısından heterojen bir görünüm sergilemekte oluşu dikkate alındığında, son gelişmelerin, Balkanlarda toplumsal ve siyasal yapıları önemli ölçüde değiştirebilecek nitelikte olduğu söylenebilir. Sosyo-ekonomik ve siyasal sorunların, ulusçuluk anlayışı ile birarada yaşanmakta oluşu, bölge ülkelerinin sosyo-politik çatışmalar içerisine girmesine yol açmakta ve bu çatışmalar, giderek, tüm bölge ülkelerine yayılma eğilimi göstermektedir. Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin sorunlarla dolu olması ve özellikle, Batı Trakya’da yaşayan Türk/Müslüman azınlığa yönelik sistematik baskıların yoğunluk kazanması, bölgede yaşanan gerginlikler çerçevesinde ele alındığında, iki ülke arasındaki azınlıklar konusunun diplomatik düzeyde bu ülkeler arasında sert tartışmalara konu edileceğini söylemek mümkün. Azınlıklar konusunun iki ülke arasında sıcak bir çatışmaya dönüşme olasılığı fazla olmamakla beraber, halklar arasındaki olumsuz değer yargılarını yeniden gündeme getirmekte ve sertlik yanlısı yaklaşımları arttırmaktadır.

Bu bağlamda, bölgenin istikrarı ve iki ülke arasındaki diğer sorunların da çözümlenebilmesi açısından, özellikle Türkiye ve Yunanistan arasında azınlıklar konusundaki uzlaşmazlığın demokrasi ve temel insan hakları ilkelerine uygun olarak çözümlenmesi, bu arada, iki ülke arasında bu konuda yapılmış olan antlaşmaların özenle uygulanması gerekmektedir.[xiii] Nitekim, Yunanistan’da K. Simitis iktidarı döneminde T. Pangalos’un yerine Dışişleri Bakanlığı’na getirilen G. Papandreu’nun azınlıklara ve özellikle Batı Trakya’daki Türk/Müslüman azınlığa ilişkin olarak yapmış olduğu açıklama, Yunanistan’da siyasi iktidarın geleneksel politikasında bir değişimin yaşanmakta olduğuna ilişkin kimi işaretler vermiştir.[xiv] Uzun zamandır Batı Trakya Türk azınlığının özellikle eğitim alanında çekmiş olduğu sıkıntıların giderilmeye çalışıldığı gözlenmiştir. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı, Ekim 1999’da almış olduğu bir karar ile Batı Trakya’daki Türk azınlık okullarında okutulacak olan ve Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlatılmış bulunan ders kitaplarının dağıtılmasını onaylamıştır.[xv] Papandreu yapmış olduğu açıklamada; “Batı Trakya’da pek çok Türk kökenli Müslüman bulunduğuna şüphe yoktur. Bununla beraber, azınlıklara ilişkin konular toprak iddialarıyla birlikte ortaya gündeme getirilmektedir. Eğer var olan sınırlar sorgulanmıyorsa benim için kişinin kendisini Müslüman, Türk, Bulgar ya da Pomak olarak nitelendirmesinin bir önemi yoktur.” [xvi] Bununla birlikte, Yunanistan’da Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın statüsü, kimlikleri üzerinde farklı görüşler dile getirilmiş ve bir tartışma başlamıştır. Tartışmaların yoğunluk kazandığı bir başka konu ise, Yunanistan Hükümeti’nin Atina’da bir cami yapımına izin vermesi olmuştur.[xvii]

Türkiye ve Yunanistan arasında zaman zaman gündemde yer alan bir başka sorun ise, İstanbul’daki Fener Ortodoks Rum Patrikhanesi’nin statüsüne ilişkindir. Lozan Barış Konferansı sırasında Patrikhane’nin Türkiye sınırları dışına çıkarılması konusunda yaşanan sert tartışmaların sonunda İstanbul’da kalmasına ve fakat Türkiye’nin iç hukukuna bağlı olmasına karar verilmesinden bu yana yaşananlar göstermiştir ki Türkiye ve Yunanistan arasında çıkan her gerginlikte azınlıklar ve azınlıklara ilişkin kurumlar tartışmanın odağı haline gelmektedir.

Patrikhane, pek çok açıdan önemini korumakla birlikte asıl önemli yanı, Türkiye’nin iç işlerine müdahalede kullanılabilmesi ve özellikle, azınlıklara ilişkin konularda gerginlikler yaşanırken bu kurumun kolaylıkla pazarlık unsuru olarak masaya yatırılabilmesidir. İstanbul’daki Ortodoks Rum azınlığın sayısındaki azalma ve Patrikhane’nin bir Türk kurumu sayılarak tüzel kişiliği gereği Patrik unvanı alacak kişinin doğum yerinin Türkiye ve uyruğunun Türk olması şartı, süreç içerisinde Patrik olacak kişilerin seçilmesinde güçlük yaratmaktadır. Bir başka nokta ise, Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun, 1971 yılında Anayasa Mahkemesi’nin özel yüksek okulları devletleştirmeye karar vermesi ve Türk kanunlarında karşılığının olmaması nedeniyle kapanmış olmasının sonucunda yeni Ortodoks din adamlarının yetiştirilmesinde karşılaşılan güçlüklerdir. Uzun süre Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasına ilişkin talepler dile getirilirken Ekim 1999’da basında Ortodoks din adamlarının eğitimini kolaylaştıracak bir görüş ortaya atılmıştır. Buna göre, Yüksek Öğrenim Kurulu, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bünyesinde Dünya Dinleri Kültürü Bölümü kurulmasını kararlaştırmış ve yüksek eğitimli Ortodoks din adamları yetiştirilmesi için gereken yapıyı oluşturmuş,[xviii] ancak henüz işlerlik kazandırılamamıştır.

Yunanistan’ın Patrikhane’ye ilişkin politikasına karşılık olarak Türkiye’nin de Batı Trakya Türk azınlığının müftülük kurumu ile dengeyi sağlamaya çalıştığı görülmektedir. Yunanistan Dışişleri Bakanı G. Papandreu’nun İstanbul’u ziyareti sırasında Patrikhaneyi ziyaretine karşılık olarak, Türkiye Dışişleri bakanı İ. Cem de Yunanistan ziyareti sırasında, Batı Trakya Türk azınlığının seçilmiş müftülerini ziyaret ederek bu karşılıklılığı sağladığı görülmüştür.

DİPNOTLAR:
[i] Türkiye ve Yunanistan arasında gerçekleşen kitlesel göçlerin bu ülkelerde yaratmış olduğu etkilere ilişkin olarak bkz; Kemal Arı, Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995.
[ii] 10 Ağustos 1920 tarihinde üç farklı Sevr Antlaşması imzalanmıştır, Osmanlı Sevri, Trakya Sevri ve Yunan Sevri. Azınlıkların statüsü bakımından Yunan Sevri bağlayıcı nitelikte sürekli genel ilkeler getirmesi bakımından özelliğe sahiptir ve Yunanistan’ın sadece Batı Trakya Türk azınlığına ilişkin olarak değil ülke sınırları içerisinde yer alan tüm azınlıklara ilişkin olarak karşılıklılık ilkesi aranmadan yükümlü olmasını hükme bağlamaktadır. Bu konuda bkz; Baskın Oran, “Türk Dış Politikası ve Batı Trakya”, Türk Dış Politikasının Analizi, Der. Faruk Sönmezoğlu, İstanbul: Der Yayınları, 1998, s.312
[iii] Yunanistan’ın Anadolu’da girişmiş olduğu işgal hareketinin Yunanistan’daki farklı bir yorumu için bkz; Alexander Anastasius Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası (1915-1922), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1995.Anadolu’dan Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan Rumların Osmanlı toplumu içindeki konumlarına ilişkin olarak bkz; Gerasimos Augustinos, Küçük Asya Rumları, Ankara: Ayraç Yayınları, 1997.
[iv] Göç eden insanların tam sayısı konusunda çeşitli rakamlar ileri sürülmekle birlikte Türkiye’den Yunanistan’a göçenlerin sayısı 1.250.000, Yunanistan’dan Türkiye’ye göçenlerin sayısı ise 500.000 olarak kabul edilebilir. Bkz; Kemal Arı, Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu …, s.8; Alexander Anastasius Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası.., s.104.
[v] İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, Ankara: TTK Yayınları, 1983, s. 177.
[vi] Baskın Oran, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, 1986, s. 148. Ayrıca bkz; Baskın Oran, Yunanistan’ın Lozan İhlalleri, Ankara: SAEMK Yayınları, 1999.
[vii] 70’li yıllarda Yunanistan’da Türk azınlığın konumuna ilişkin değerlendirmelerin ilk elden aktarımı için bkz; Kamuran Gürün, Bükreş-Paris-Atina Büyükelçilik Anıları, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1994, ss.185-223.
[viii] Bu konuda bkz; Helsinki Watch, Destroying Ethnic Identity: The Turks of Greece, August 1990, A Helsinki Watch Report; Ayrıca dönemin Türk ve Yunan basınında da bu konuda yazı ve yorumlar çıkmıştır.
[ix] Batı Trakya Türk azınlığının bağımsız adaylarla seçimlere katılmaları ve başarı sağlamalarını önlemek için çeşitli yöntemlere başvurulmuştur. Oran’ın da belirttiği gibi; “Türkiye’de bulunan azınlık mensuplarının gelmesini önlemek için sınır kapıları seçim öncesi ‘grev’ gerekçesiyle kapatılmış, uçakla Atina üzerinden gelebilecek olanları önlemek için de bu kent ile Batı Trakya arasında uçak ve otobüs seferleri seçim öncesi iptal edilmiştir. Bu engellemeler de başarılı olamamış, azınlık bağımsız milletvekili çıkarmayı başarmıştır. Bunun üzerine Yunan makamları seçim yasasını değiştirerek bağımsız adayların da yurt çapında % 3 oy almaları koşulunu getirmişlerdir. Bu oran 200.000 oy demektir ki, açıkça, tüm nüfusu bunun altında bulunan azınlığın bağımsız aday çıkarmasını önlemeye yöneliktir. Bu yasa Yunanistan’da halen yürürlüktedir.” Baskın Oran, Yunanistan’ın Lozan İhlalleri…, s.40.
Helsinki Watch, Destroying.., ss. 17-18
[x] 22 Temmuz 1995 tarihinde Gümülcine yakınlarında geçirmiş olduğu bir trafik kazası sonucu yaşamını yitirmiştir.
[xi] Helsinki Watch, Destroying.., ss. 43-44.
1955 Tarihli ve 3370 Sayılı Yunan Vatandaşlık Kanunu’nun 19. maddesi uyarınca; “Grek-olmayan etnik kökenden bir kişi, geri dönme niyeti olmaksızın Yunanistan’dan ayrılırsa, bu kişinin Grek yurttaşlığını yitirdiğine hükmedilir. Bu hüküm, yurtdışında doğmuş ve oturmakta olan Grek-olmayan etnik kökenli kişilere de uygulanır. Ana babasından ikisi birden veya hayatta olanı yurttaşlığını yitirmiş olan reşit olmayan çocuklardan yurtdışında yaşayanlar da yurttaşlığını yitirmiş olarak ilan edilebilir. Yurttaşlık Konseyinin aynı yönde alacağı karara dayanarak bu konularda İçişleri Bakanlığı karar verir.” Batı Trakya Türk azınlığı, uzun süre bu maddenin uygulanmasından dolayı Yunan yurttaşlığını kaybetme tehlikesi ile karşılaşmış ve bir kısmı Yunan yurttaşlığını kaybederek vatansız durumuna düşmüşlerdir. 1998 yılında Yunanistan bu maddeyi kaldırmakla birlikte Yunan yurttaşlığını bu maddeden dolayı kaybedenlerin yeniden Yunan yurttaşlığını kazanabilmesine ilişkin herhangi bir düzenlemeye gitmemiştir. Bu konuda bkz; Baskın Oran, Yunanistan’ın Lozan İhlalleri…; ss. 31-32.
[xii] Son dönemde Batı Trakya Türk azınlığının kendilerine uygulanan ayrımcı politika ve baskılara ilişkin olarak uluslararası hukuktan da yararlanmaya başladıkları görülmektedir. Bkz, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Gümülcine seçilmiş Müftüsü İbrahim Şerif’in Yunanistan aleyhine açmış olduğu davaya ilişkin olarak 14 Aralık günü verdiği kararda, Mahkeme heyeti, Yunanistan’ı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin düşünce, inanç ve din özgürlüğünü güvence altına alan 9. ve zararın adli tazminini öngören 41. maddelerini ihlalden oybirliğiyle mahkum etmiştir.” “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Gümülcine Seçilmiş Müftüsü İbrahim Şerif’in Yunanistan Aleyhine Açmış Olduğu Davaya İlişkin Kararı İle İlgili Açıklama-No:242-15 Aralık 1999”, http://www.mfa.gov.tr/Turkce/grupc/ca/1999/12/Default.htm, B. Tarihi: 12/06/2000.
[xiii] Bir başka açıdan ele alındığında; azınlıklara ilişkin iki ülke arasında imzalanmış antlaşmalarda kabul edilen hükümlerin günümüzde benimsenmiş olan evrensel nitelikteki temel hak ve özgürlüklere, demokratik değerlere göre yetersiz bir koruma sağladığından da söz etmek mümkündür. Dolayısıyla, gerek Batı Trakya Türk toplumu gerekse Türkiye’deki Rum toplumunun birer azınlık olarak değerlendirilmelerinden öte bu ülkelerdeki demokratik değer ve kurumların işlerliğinin sağlanabilmesi ve yurttaşlık bilincinin öncelikli kılınması azınlıklara ilişkin pek çok sorunun kolaylıkla çözümlenebilmesini sağlayacak niteliktedir.
[xiv] Yunanistan’da azınlıklara ilişkin uygulamaların kısmen değiştiğini gösteren bir başka belge için bkz; “U.S. Department of State, Human Rights Reports for 1999: Greece”, 1999 Country Reports on Human Rights Practices, http://www.state.gov/human_rightts/1999_hrp_repot/greece.html B. Tarihi: 07/06/2000. Ancak bu arada gelişmeleri olumsuz yönde etkileyen olaylara da rastlamak mümkündür. Örneğin İskece Seçilmiş Müftüsü Mehmet Emin Aga, “1996 ve 1998 yılında yayınlamış olduğu bir dizi dini içerikli mesajda makam gaspında bulunduğu iddiasıyla açılan dört ayrı davanın, 31 Mayıs 2000 tarihinde Lamia’da görülen ve TBMM İnsan Haklarını Komisyonu Başkanı Dr.Sema Pişkinsüt başkanlığındaki Meclis heyetimiz tarafından da izlenen duruşmaları sonucunda Müftü’nün toplam 7 ay hapis cezasına mahkum edilmiştir”. “İskece Müftüsü Mehmet Emin Aga İle İlgili Açıklama-No:90-05 Haziran 2000”, http://www.mfa.gov.tr/Turkce/grupc/ca/2000/06/default.htm#bm03
[xv] Taki Berberakis, “Atina’dan Batı Trakya Jesti”, Milliyet, 19 Ekim 1999, s.16.
[xvi] “Gov’t Reiterates Its Position on Moslem Minority” , Athens News Agency, 1 August, 1999’den aktaran http://www.turinfonet.org.tr/frame/opinion/anasayfa.html B. Tarihi. 06/10/1999. 1991 yılında yapılan genel nüfus sayımı sonucuna göre Yunanistan’da 98.000 civarında azınlık üyesi bulunmakta; bunların % 50’si Türk kökenli, % 35’i Pomak ve % 15’i de Roman kökenli olarak gösterilmektedir. “The Muslim Minority of Greek Thrace”, http://www.mfa.gr/foreign/musminen.htm B. Tarihi: 12.05.2000.
[xvii] “Atina’da Cami Tartışması”, Milliyet, 1 Haziran 2000, s. 20.
Yunan Hükümeti’nin Atina’da bir cami inşasına izin vermesi, bu ülkedeki Müslümanların yeni ibadet yerleri açabileceklerini göstermekten çok, 2004 yılında Atina’da düzenlenecek olan Olimpiyatlara ilişkin olarak daha önce teminatta bulunmuş olduğu bir konu olarak değerlendirilmektedir. Özellikle Müslüman ülke sporcularına ve Atina’da yaşamakta olan yüzbinden fazla Arap ülkelerinden gelen insanlara yönelik bir girişim niteliğini taşımaktadır.
[xviii] Gönül Hanbay, “Ruhban Okuluna Akademik Formül”, Milliyet, 20 Ekim 1999, s.19; Yasemin Çongar, “Heybeliada Jesti ABD’yi Sevindirdi”, Milliyet, 21 Ekim 1999, s. 14. Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasına izin verilmesi konusundaki Türk yaklaşımının Yunanistan açısından olduğu kadar ABD açısından da önemli olduğu, bu ülkedeki Rum ve Yunan lobilerinin oluşturduğu baskıların etkili olduğundan anlaşılmaktadır. ABD yönetimi hemen her fırsatta Türkiye’ye bu konuda çağrıda bulunmakta, isteklerini dile getirmektedir. Türkiye Başbakanı Ecevit’in Washington’a yapmış olduğu ziyaret sırasında da bu istekler dile getirilmiştir. Yasemin Çongar, “Kıbrıs’ta Çözüm Zamanı”, Milliyet, 26 Eylül 1999, s. 20