AH ŞU VATAN!

Dr. YEDİC Batıray Özbek
19.12.2009

Ah şu anavatan!

Hani olmasaydı, yer yarılıp yok olsaydı, sevineceklerin çok mu çok olduğuna inanmak istemiyorum.

Ammmma!

Ammasını pek çoğumuz çok iyi biliyoruz.

Durmadan anavatanı karalamaya çalışan, karalamak istedikçe kendilerinin daha da bataklığa battıklarının farkına varamayan, sözde demokrat, insancıl geçinen psikopatlarımız.

Sivrisineği yakalayıp hınçla ayaklarını koparmak için uzanan insana ‘Kopardığına bir bak, birde kendine’ deyince vazgeçebilen Adige.

… ve binlerce sene tarih sayfasında kalabilmiş sayıca az, kültürde üstün ve güçlü olan Adige halkının ilk fırsatta kurdukları cumhuriyetler.

Evet 450 bin nüfuslu ve bunun 100 bini Adige olan kardeşlerimizin gösterdikleri başarı.

Bu başarıyı sindiremeyen ve durmadan kimden aldıkları bilinmeyen  çoğu kez yalan bilgilerle cumhuriyetlerimize dil uzatan karalayan  ‘Adige’!

Bir yanda dünyaca ünlü Viyanalı arkeolog, Heidelberg Üniversitesi Etnoloji Kürsüsü Başkanı (şimdi emekli) Prof. Dr. Karl Jettmar, bir yanda ondan daha da ‘akıllı ve bilgili’ (!) olan ”Albrecht Einstein”larımız…

Jettmar şöyle demişti: ‘’Sayın Özbek Adige olduğundan gurur duy. Adigeler binlerce senedir tarih sayfalarında kalabildilerse bu tesadüfü değildir. Kültürlerinin üstünlüğünden kaynaklanmaktadır. Adigeler barışı bulunca binlerce sene uğraşamadıkları modern kültüre gerekli emeği vererek son elli yılda büyük hamle yaparak, binlerce yıl geri plana itmek zorunda kaldıkları modern çağı yakalayabilmiş ender halklardan birisidir.’’

Evet 50 senede  telafi edebilmek.

Canım Jettmar’da kim?

Heidelberg Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Emanuell Sarkisyanz da kim?

Bizim; her şeyi herkesten çok iyi bilen, oturduğu evinden tılsımlı gözlükleriyle Rusya’nın, Adigey’in ıcığını mıcığını bilenlerimiz varken!

Bir o küçümsediğiniz devletler ve halkının, (ki, bütçeleri Anadolu’daki bir ilin  bütçesi kadar olmasa da) Adige kültürüne ve dünya kültürüne katkılarını, bir de diasporanın (sayısını işimize geldiğince beşten, on milyona kadar çıkan) katkısını düşünün. 10 milyonluk diasporada HEDEĞATLE Asker’in tek başına yaptığı katkıyı kim yapabilmiştir?

Bu kadar az bütçeyle bir cumhuriyeti ayakta tutmak; Nalmes, İslamey, Devlet Senfoni Orkestrası, tiyatro vs. vs. ayakta tutabilen devletlerimiz.

Zengin bütçeli Anadolu kentlerinden hangisi bu kültür ocaklarını ayakta tutabiliyor acaba?

Anavatanı ‘Muz cumhuriyeti’ yerine koyacak kadar bayağılaşan kişilere sormak istiyorum: Siz mükemmel işleyen demokrasi devletlerinde ne yaptınız Adige kültürü için?

Demokrasinin çok mükemmel işlediği ülkelerde Adige dilini ayakta  neden kalmadı?

Durmadan ‘akıl yumurtlayan‘lar bu cennet vatan ve halkı için ne  yaptılar?

Ah şu vatan!

Yer yarılmadı, yok olmadı.

İşin acı tarafı yok etmek isteyenler kendi soydaşları.

Adige’yim diyen.

O Adige’yim diyen, Osmanlı’nın, İngiliz’in politik oyunlarına ve çıkarlarına körü körüne inanıp, savaş kışkırtıcılarının düzenbazlığıyla vatanlarını terk ettiren ‘önderlerimiz’ (!) değil mi bizi bugünlere getiren?

Anadolu’da toprağı işleyen Türk asıllıların insan gücünün azalmasına karşı Balkanlardan Türk asıllıların Anadolu’ya taşınması ile boşalan yerlere Adigelerin yerleştirme planlarının 1858’lerde yapıldığını içimizde üç yıla yakın yaşayan Polonyalı Subay Theophil Lapinski  (Tefik Bey) okuduğunuzda çok iyi anlayacaksınız.

Canım o okunur mu?

Okursa …….ar belki!

İngilizlerin, Trabzon Erzurum kordonuna Çerkesleri yerleştirerek  bir arada kalmasını ve doğudan gelebilecek Rus saldırılarına karşı bir set oluşturmak bu iş için finansmanın İngiltere olacağını ve karşılığında da göçmenlere Trabzon Erzurum demiryoluna yaptırma istemlerini (Papers and Accounts. Thirty six volumes. Respecting the Settlement of Circassain emigrantes ın Turkey. London 1864) okuma gereğini duymayan thamadelerimiz.

Osmanlı’nın Adigeleri çok sevdiklerini, onlara minnettar olmamız gerektiğini ifade edenler; yine yukarıdaki belgede o kadar çok seviyorlardı ki, imparatorluğun Anadolu yakasına getirilen göçmenlerin her Türk köyüne iki üç aile yerleştirme alicenaplığını göstermesi ne karşı çıkmakla nankörlüğümüzü göstermiyor mu?

Çerkesya kıyılarının ablukaya alınması köle ve cariye tüccarlarının yağlı kazançlarının azalması ve Bab-ı Ali’de cariye sıkıntısı başlamasıyla, minnettar olduğumuz padişahların hoşnutsuzluklarını Rusya büyük elçiliğine karşı dile getirmeleri üzerine Rusların yaptırımlarını gevşetmelerini nasıl değerlendireceğiz acaba?

Kuban beyin dediği gibi her şeyin suçlusu olarak Rusları gösteriyoruz.

Çok basit ve popülist bir suçlama.

Suçu başkalarında değil kendimizde aramalıyız.

Olur mu canım sende! Çerkesler neden  suçlu olsun ki?

Bakın yine Essad Bey 1930 yılında Berlin ve Zürich’te yayınladığı ‘Zwölf Geheımnisse im Kaukasus’ adlı yapıtta şöyle demektedir: ’’Bir Kafkaslı her şeyi bilir ve her şeyden en iyisini anlar. Sakın bir Kafkaslıya ‘sen anlamıyorsun, bilmiyorsun’ demeyin. O zaman senin en büyük düşmanın olur.

”Hainlerini vatansever ilan ederek, el üstünde tutan dünyada tek bir halk var. Çerkesler.’’

Bu nasıl olur yahu, diyeceksiniz.

Evet maalesef doğru.

En azından Essad beyin belgelerine göre doğru. ”Kafkasya’nın On İki Gizi” adlı yapıtının 264-265 sayfalarında şunları yazmaktadır. ‘’Beş Kafkasyalı bey Kafkasya’dan Rusları kovmak için anlaşırlar. Asetin Musa Kunduk, Tabasaran Musa Uzmi, İnguş Zur, Çeçen Saadulla Osman ve Kabarday Ataşuk.

Ataşuk bu gizli birliği Ruslara söyler.

Çar bunu duyunca bu beylerin halkını yok etmek için emir verir. Musa Kunduk Çar’a yalvararak Osmanlı Sultanı’nın bizleri kabul edeceğini bu nedenle göç etmeye müsaade etmeleri ricasında bulunur. Çar da bu izni seve seve verir ve göç başlar. Boşalan yerlere Kazaklar yerleştirilir.

Halk açlıktan, hastalıktan kırılır gider. Musa Kunduk ise çok iyi bir hayat sürer ve halkı da onu kahraman ilan eder.

Ancak işin aslı Kafkasya arşivleri açılınca işin gerçek yüzü ortaya çıkar. Göçte etkin olan tüm liderler başlarında Musa Kunduk olmak üzere Rusya devletinin çok iyi maaş alan casusları oldukları ortaya çıkmıştır. Öyle ki her göç eden bir aile için pazarlık yaparak bu önderler çardan gümüş Rubleler almışlardır ve ne yazık ki bu hainler diasporada kahraman olarak bilinmektedirler.

Evet gerçekler bununla da kalmıyor. Muhammed Emin’in de Çar’dan maaş aldığı ve hatta maaşı yetmediğinden Çar’dan yükseltmesi için yazdığı dilekçeleri de mevcuttur.

Böylesine çarpıtıcı bilgilerle doldurulan kafalarımızda oluşan düşüncelerin ne olduğunu anlayabiliyoruz. Bu yanıltılmış bilgilerle ortaya çıkan tablo günümüzdeki polemiklerle dolu düşüncelerden başka bir şey değildir.

Kafkasya da ilk video filmlerini çekip geri döndüğümde çevremdeki Çerkesleri toplayarak göstermiştim. Konyalı bir hemşehrimiz gördüklerinden rahatsız oluyordu. İki de bir şöyle konuşuyordu:
– Sen bunları Avrupa’da çektin bizi kandırıyorsun.
– Sen Kafkasya’ya gitmedin bizleri kandırma…
– Ben konuştuklarını anlamıyorum, vs… vs…

Seyirciler içinde de Konyalı hemşehrimizin baldızı vardı. Döndü ve eniştesine;
– Sana bir soru!

Konyalı hemşehrimiz biraz şaşırdı ama hemen topladı kendini:
– Sor bakalım…
– Enişte, sen mi daha iyi Adigece biliyorsun ben mi?
– Ben biliyorum.
– Doğru. Peki ben bildiğim bu az Adigece ile söylenenleri anlıyorum da sen neden anlamıyorsun?

Hemşehrimiz bocaladı… Bir şey diyemedi.

Baldızı devam etti.
– Anlamasına alıyorsun da anlamak istemiyorsun. Çünkü senin beyninin içine öyle bir bilgi doldurulmuş, öylesine bir tablo çizilmiş ki başkalarını göremiyor ve görmek istemiyorsun.

Diaspora Adige’sinin şansızlığı, aydın kişilerin bilimsel yapıtlarıyla bilgilendirilmemiş olmasıdır. Bundan kaynaklanan bilgi eksikliği tarafsız ve yalın düşünebilme olanağını kapatmaktandır.

Yanlış ve tek yönlü bilgilerle beyinler yıkanmıştır. Öyle ki, araştırmacı geçinen kişilerden pek çoğunun alıntılarına bakınca bildiği tek bir yabancı dil olduğu halde -ki onu da yarım yamalak biliyor- sanki bir çok dili biliyormuş gibi alıntılarını yazmaktadırlar. Baştan okuyucularını aldatan bu yazarların yazdıklarına nasıl güvenilebilir acaba? Ortaya konan yanlışları düzelmek ise maalesef çok zordur.
Sonuç da ortadadır. Bu tabuları yıkmadan bu yanlışları düzeltmeden arşivlerin açılmasını beklemeden hainlerimizi ve gerçek bilim adamlarımızı teşhir etmeden başarıya gidemeyeceğimizi bilmekte yarar vardır.