AGOP’UN LEBLEBİSİ

Tolga Kaya

At arabasının üzerinde, tozlu yollarda ticaret yapmak, para kazanmak için çalışıp durmaktan artık yorulmuştu. Köye yavaş yavaş yaklaşırken akıp giden günleri düşündü. Yaşadıklarını yaşanmışlıkları ve kaybolup gidenleri. Gitmekten değil kalmaktan yana kullanmışlardı seçimlerini. O ve kalanlar hala yaşıyorlardı doğdukları bu topraklarda ve yaşanan geçmişe bir sünger çekmeye karar vermişlerdi. İnsan nefretle yaşayamaz ve hayat geçmişi unutup geleceğe umutla bakmayı emreder insana. Kim haklıydı kim haksızdı bunun muhasebesi kaybolanları geri getirmez ki. Sıradan insanlar politikaların ve politikacıların güç ve iktidar savaşının arasında ezilmekten başka ne yapabilirler ki?

Atın sol arka ayağı biraz aksıyor gibi geldi, hafifçe başını eğip baktı Pınarbaşı’na dönünce bir baktırmalı, diye düşündü. Bu gün fazla uzağa gitmeyeyim Uzunyayla’ya yarın çıkarım, diye geçirdi içinden. Köye sessizce ve acele etmeden girdi. Köye girdiğini fark etmeleri için beklemeye başladı. Cebinden tütününü çıkardı ve Uzunyayla’da ve bütün Anadolu´da aheste aheste akan zamana ayak uydurarak tütününü sardı. Yukarda parlayan güneşe gözünü kısarak baktı ve sonra da köye. Bu insanları seviyordu ve onların da onu sevdiklerini biliyordu.

Evden, çocukların bağrışmalarını duydu, hızla pencereye doğru koştu ve burnunu cama dayadı. Onu gören arkadaşı pencereye doğru bağırdı.
– Özdemir koş Agop gelmiş leblebi dağıtıyor.

Hızla, çıktığı divandan atladı ve dışarı kapıda duran ayakkabılarını giyerek arkadaşlarının peşinden gitti. Gerçekten haklılardı Agop gelmişti. Daha bir hızlı koşmaya başladı, leblebiler bitmeden yetişmeliydi. Agop´un çevresini saran halkaya katıldı

Agop kadınlarla pazarlık ederken bir yandan da köyün çocuklarına leblebi dağıtıyordu. Bu köydeki herkesi tanıyordu. Yıllarca önce bu toprakları terk etmek zorunda kalan insanlarının yerine yıllar önce topraklarını terk etmek zorunda kalan bu insanlar gelmişti ve Agop’un yeni insanları artık onlardı.

Köydeki bütün çocukların doğumlarını, büyüme ve gelişimlerini takip etmişti. Yıllarca önce kendisine bir şeyler almak için gelen annelerinin kucaklarında olan çocuklara şimdi leblebi veriyordu. Bu insanlar müşterileri olmanın çok ötesinde artık onun ailesi ve halkı olmuşlardı. Belki de onların şahsında başka bir ülkeye göç etmek zorunda kalan kendi insanlarını görüyor ve gittikleri yerde başka bir Agop’un onlara iyilik dolu ve sevecen davranmasını diliyor ve bu duasının kabul olması için dağıttığı leblebileri ile bir şekilde bu duaya amin demeye çalışıyordu. Elini cebine son kez daldırdı ve son bir avuç leblebiyi vermek için çevresindeki çocuklara şöyle bir baktı. Halkanın en uzağında bulunan, koşmaktan soluk soluğa kalan çocuğu tanıdı, yanına çağırdı ve avuçlarına leblebilerini verirken gözlerine sevgi ile baktı. Halkını kaybetmiş yaşlı bir Ermeni çerçiden annesini kaybetmiş küçük bir Abaza çocuğa, acıları azaltamayan ufak bir armağan.

Kapının önünde durup gözleriyle çocuğu izleyen kadın içeri girdi ocağa doğru yöneldi ekmeklerin pişip pişmediklerini kontrol etti. Doğduğu köyden gelin geldiği bu evde birde bulduğu bu öksüz çocuğa annelik ediyordu. Ona her zaman sevgiyle davrandı ve yıllar sonra büyüttüğü bu çocuk da kendisinden hep sevgiyle bahsetti. İlk gençlik yıllarında, gençliğinde verdiği heyecanla Pınarbaşı’nda Avşar Türkmenleri ile sonu gelmez kavgalar ettiğinde, eve döndüğü zaman, onu hep kendisi de Avşar Türkmeni olan bu kadın bekledi. Onun için endişelendi, kaygılandı ve kavgada aldığı yaraları sardı. Onu kendi çocuklarından ayırt etmediği gibi kendi halkından da ayırt etmedi.

Çocuk kapıyı açtı ve içeri girdi. Sofra hazırlamakla uğraşan kadına doğru yaklaştı ve avucunu açıp avucunun içinde ki leblebiyi ona uzattı. Halkından uzakta kalmış yaşlı bir Ermeni çerçi, annesini kaybetmiş küçük bir Abaza çocuk ve kendisine yabancı bir köyde hem gelinlik hem de analık yapan Avşar Türkmeni bir kadın. Her şeyden önce insan olmanın ortak paydasında, bir çocuğun avucunda üç kırık leblebi gibi duran üç kırılmış yaşam.

Yalova Çınarcık´ta bir mağazada gazete okuyan genç, içeriye giren iki kadınla birlikte gözlerini okuduğu gazeteden kaldırdı. Gelenlerden birini tanımıştı ama yanındaki yaşlı kadını tanıyamadı.

Ayağa kalkarak gelenleri selamladı ve oturmaları için yer gösterdi. Bir şeyler içip içmeyeceklerini sordu ve yanda ki megafondan üç çay söyledi.

Genç kadın yaşlı kadına dönerek ”Özdemir’de bizim oradan Pınarbaşı Uzunyayla’dan. Daha doğrusu pek Uzunyayla sayılmaz onların köyü Pınarbaşına yakın köylerden” dedi. Yaşlıca olanı gencin yüzüne sevgiyle baktı ve gülümseyerek Çerkesce bir şeyler söyledi. Genç biraz utangaç bir şekilde gülümsedi ve Çerkesce bilmediğini söyledi biraz anlıyordu ama çok değil. Yaşlıca kadın yıllardan beri Çerkesce konuşmamıştı. Genç olanı yanında ki bayanı tanıttı.
– Özdemir bu hanım efendi hani Uzunyayla’da bir Agop vardı ya arabasıyla çerçicilik yapar çocuklara leblebi dağıtırdı işte onun kızı burada Çınarcık’ta yaşıyor.

Zaman savrulma zamanı, artık insanlar daha farklı ve daha uzak yerlere savruluyorlar. Çerçi Agop’un kızı tam bir Uzunyayla’lı gibi yetişmişti. Çok iyi Çerkesce konuşuyor, bütün adetleri biliyor ve bütün Çerkes yemeklerini yapabiliyordu. Ancak artık Uzunyayla’dan uzaklardaydı. Yinede eski günlerden bahsediş şekli, maziye gömülememiş anıları hala yaşatıyor gibiydi. Belki de kendini bir Ermeni’den çok bir Çerkes gibi hissediyordu. ”Biz yavaş yavaş gidelim” dedi genç olan bayan, ”alacağımız bir şeyler var sizi tanıştırmak istedim o yüzden rahatsız ettik seni”.

Dükkandan çıkarlarken yaşlı kadın gence sarıldı, çok uzaklarda bir birlerini bulmuş iki Uzunyaylalı,  farklı milletlerden ama aynı kültür potasında yetişmiş iki insan, bütün insanlar için aynı olan insanca duygularla ve aynı yarım kalmış yaşam hissiyle ve aynı şeylere duyulan özlemlerle birbirlerini anladılar. Çoktan ölmüş olan bir çerçinin hala ölmemiş anılarında bu iki insan çocukluk günlerine yeniden döndüler.

Sadece leblebi dağıtmamıştı yaşlı Agop, o aynı zamanda ne kadar büyürlerse büyüsünler asla unutamayacakları güzel çocukluk anıları da dağıtmıştı. Küçükken leblebi verdiği o çocuk büyümüş, esen rüzgarlarla oradan oraya savrulmuş, hayatla, hep bir yerlerde tutunmaya çalışarak savaş vermişti. Doğduğu topraklar gibi sert, ait olduğu halk gibi deli dolu,  öksüz büyüdüğü içinde hep sessiz kaldı, çok az konuştu ama dudaklarının kenarından gülümsemesi eksik olmadı ve tanıyan her kez tarafından da istisnasız sevildi.

Agop’un leblebileri, belki hayata tutunamayan ama insan gibi insan olan çocuklar yetiştirdi.