Dilimizde çok güzel bir atasözü var; ‘’evinde mıramısa yoğuramayan
komşuya şıps pasta yoğurmaya gider’’ diye. Bizler de aynı şekilde
kişilerin bireysel görevlerimizi unutur genellikle bizim
yapmadığımızı başkaların yapmasını isteriz veya başkalarına ihale
ederiz.
Oysa, insanın görev ve sorumlulukları ilk olarak kendisinden
başlar ve en önemli görevler en küçük dairededir. İnsanın
çevresine iç içe daireler çizer ve insanı merkeze alırsak daireler
küçüldükçe görev ve sorumluluklarımızın önemi artar halka
genişledikçe görev ve sorumluluklarımız azalır. Bu şu anlamı da
taşımaz; insan uzak dairelerle alakadar değildir şeklinde de
yorumlanamaz. İnsan geçmişten ve gelecek kaygısından da bir
şekilde etkilenir veya alakadar olur. Kendi kalbi, bedeni, evi,
ailesinin bulunduğu dar en küçük dairedekilerle alakadar olduğu
gibi komşuları, köyü veya mahallesi, şehri ülkesi ve dünya ile de
yakınlığı nispetinde ilgili ve alakadardır. Buradan şöyle bir
sonuç çıkarabiliriz, ‘’önce biz neler yapmalıyız’’dan hareket
edersek sanırım yanılmayız.
Hepimizce bilindiği üzere bu dili konuşabilmemiz ancak ev ve aile
ortamında işitilerek anne kucağından başlayan süreçte öğrenilmesi
uygun olanıydı. Fakat biz bunu bizden kaynaklı veya bizim
dışımızda gelişen ortam nedeni ile başaramadık. Dilimizi çok hızlı
bir şekilde kaybediyoruz. Bu çok açıkça görülüyor. Eskiden
çocukları köye göndeririz öğrenirler diye bir düşünceye sığınırdık
şimdi o düşüncenin de artık ortadan kalktığını sanırım herkes fark
ediyor. Köylerin de bu geldiğimiz günden sonra öğrenim ortamı
olmadığı açıktır. Her Adige içerisinde yaşadığı ülkenin dili ile
daha rahat anlaşır konuma geldi. Bu durum ise yok oluşa doğru
biraz daha yaklaştırdı.
Bu anlattıklarımın abartı olduğunu da düşünmüyorum. Yanılmış
olmayı da tüm içtenliğimle isterdim ama ne yazık ki durumumuz bu.
Biz her ne kadar içerisine düştüğümüz hayal aleminden kendimizi
çıkaramaz isek de. Adige insanları Demirperde ülkesi olan
vatanlarından umutlarını kestikten sonra orayı olduğundan da
farklı olarak rüya ülkesi, Kafdağı ülkesi, oraya erişilemeyecek
ulaşılamayacak yer olarak bir rüyaya daldı. O rüya ile yıllar
geçti. Rüya bitti. Kafdağı’nın arkası ortaya çıktı. Fakat Adige
halkının rüyası bir türlü bitmedi yeni uyanışlar ve daha önceki
rüyaya dalmamış olanlarımız istisnamız saklı kalmak üzere.
Kafdağı’nın arkası şimdi erişilmesi zor olan bir yer değil, fakat
biz henüz uyanmadık veya umutlarımızı kaybettik. Her hangi ihtimal
ise de acı son çok uzak değil. Dernek toplantılarımız dahi bunun
çok açık göstergesi. Oralarda da biz genellikle içinde yaşadığımız
ülkenin dili ile sorunlarımızı Adigeliği Adıgağayı anlatmaya
çalışırız. Bu durum bizim ne denli bir çıkmazda olduğumuzu
gösterirken politik hareketlerin bizi heyecanlandırdığı da olmakla
birlikte o çok uzun vadeli bir olay olduğunu göz ardı da ediyoruz.
Biz yapmamız gerekeni unutmuş; yakınımızdaki değil, uzağımızla
daha çok ilgiliyiz. Aslında her hareketin içerisinde olmamız da
doğaldır bizi ilgilendirdiği için ama umutları oraya bağlamak da
yeterli bir çıkış yolu değildir. Bizler Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’ne vergi veren, o topraklarda vatani görevini yapan,
kuruluşundan bu yana; tasada, kaderde, kıvançta bu coğrafyayı
paylaşmış insanlarız. Fakat o cumhuriyet bizim dilimizi yok etmiş;
kimliğimizi, kültürümüzü elimizden almıştır. Bazıları şimdi ‘’dili
korumak kendilerine bırakılsın’’ diyebiliyor. Bu kadar gaflette
olmak, karşıdakini ne yerine koymuş olur bilemiyorum.
Bir sofrada oturan insan sayısı ne kadar çok olursa, o sofradaki
yemek çeşitliliği de o nispette artmak durumundadır. Sofradakiler
azaldıkça yemek türleri de değişir azalır. Biri kızartma yediği
için sofrada kızartma vardır. O biri yoksa kızartma da sofradan
kalkar. Aynen bunun gibi kulaktan işiterek az kullanılan Adige
dilinin kısıtlı birkaç sözcüğünü öğrenmeye çalışmak veya azıcık
anlıyor konumda olmak hiçbir şeyin ifadesi olmaz olamaz.
Bütün bu açıklamalardan hareketle artık bizim kulaktan işiterek
Adıgebze öğrenip kullanmamız hiçbir şey kazandırmaz. O halde tek
bir seçenek kalıyor. Zaten baştan bu yana olması gereken de oydu
(ki, seri bir şekilde okuma yazma öğrenerek Adige dilinde verilmiş
ürünleri, dili bilen bilmeyen az bilen herkes için söylüyorum).
Romanları, hikayeleri, şiirleri, düşünce yazılarını okuyarak dili
işler hale getirmeliyiz. Adige olup bu dili bilenlerin tembelliği
bırakıp okur yazar konuma geçmelerini sadece nostalji olarak
Adigelikleri ile övünmek yerine çalışmaya koyulmalarını diliyorum.
Dilimiz olmadan var olamayacağımızın görülmesini de diliyorum.
O halde; hani derler ya ‘’kalemi defteri lütfen herkes alsın.
Haydin okula’’.
Nerede öğretiliyor ise orasının okul olduğu da açıktır. ‘’Ben
konuşabiliyorum. Öğrenip ne yapacağım’’ gibi bir kaçış
affedilemez.
Yaşlı genç herkese bir davettir bu. |