Abhazya’nın özgürlük savaşında diyasporadan ilk
şehidimiz Efkan’dır. O’nunla hiç tanışmadım; yüzünü
fotoğraflardan, öyküsünü anlatılanlardan bilirim... Belki,
savaşın başladığı 14 Ağustos’un (1992) hemen ardından
Sakarya’da dernek merkezinde yaptığımız telaşlı toplantıda
görmüşümdür; belki kalabalığın ön saflarında acil eylem öneren
heyecanlı gençlerin arasındaydı ya da arka sıralarda sessizce
oturmuş, kendi kendine savaşa katılmak üzere Abhazya’ya nasıl
gidebileceğini düşünüyordu. Adını ilk kez, Abhazya’ya giden
ilk gönüllüler arasında gördüm. 10 Ekim’de (1992), Gagra’nın
kurtarılışından hemen sonra, Dünya Abhaz-Abazin Kongresi
kuruluş toplantısı için kalabalık bir heyetle Abhazya’ya
gittiğimizde ya da sonraki gidiş gelişlerimizde Efkan’la
tanışıp iki laf etmek nasip olmamıştı. O da diğer pekçok
gönüllü gibi her daim cephedeydi, yurtseverliğini cesaretle
bileyen ve her daim en ön saflarda yer tutanlardan... İşte o
gün, o 3 Kasım (1992) günü Mümtaz Abhazya’dan telefon edip,
diyasporadan ilk şehidimizin Efkan olduğunu
söylediğinde, bir yandan yüreğimin cız ettiğini, diğer yandan
da ‘işte şimdi diyaspora olarak anavatanı koruma savaşına
ortak olduk’ diye düşünüp için için gururlandığımı, dün gibi
hatırlarım. İşte o gün Efkan’ın adı, yüzü ve öyküsü
kazınmıştır bilincime. Bir mıh gibi saplanmıştır aklıma ve
yüreğime…
Evet, Efkan Abhazya’nın özgürlük
savaşında diyasporadan verdiğimiz ilk şehittir. O’nu diğer
yiğit evlatlarımız izledi; Vedat (30 Kasım 1992),
Zafer (5 Nisan 1993), Bahadır (20 Eylül 1993),
Hanefi (22 Eylül 1993)…
Efkan,
Vedat, Zafer, Bahadır, Hanefi ve
onlar gibi binlerce cesur yürektir, bizi zafere ve özgürlüğe
kavuşturan. Onlardır bizi var eden, bizi biz eden.
Birliğimizin, zaferimizin ve özgürlüğümüzün destanlarıdır
onlar. Toplumsal onurumuzun ve gururumuzun temel taşları…
Önlerinde saygıyla eğiliyorum. Saygıyla ve
sevgiyle…
Efkan’ın
naaşı, nice zorluklar ve imkansızlıklar aşılarak Türkiye’ye
getirilebilmiş, Soğuksu’da binlercemizin katıldığı törenle
defnedilmişti. Böylece Abhazya’nın özgürlük savaşı diyaspora
için daha bir gerçeklik kazanmış ve daha bir içselleşmişti.
Dayanışma daha da yükseldi, gönüllü gidişleri daha da arttı.
Bu da medyanın Abhazya’daki savaşa ilgisini tetikledi.
Kasım’ım son haftası bir grup gazeteciyi Abhazya’ya götürmek
üzere hazırlanırken, Abhazya’daki gönüllülerimizden Erhan’ın
ablası Nilay da gruba eklenmek istedi. 27 Kasım kardeşinin
doğumgünüydü ve ona sürpriz yapmak istiyordu. Neden
olmasın!... 25 Kasım sabahı ucakla Soci’ye, oradan da
Gudauta’ya geçecektik. Topu topu 5-6 saatlik bir yolculuktu.
Nilay’a bir doğum günü pastası yaptırmasını ve mümkün olan en
iyi şekilde paketletmesini önerdim, önce şaka sandı, ciddi
olduğumu anlayınca sevindi. Hosteslerin de yardımıyla (ki,
ucaktaki soğutucuda muhafaza ettiler), renkli kremayla Abhazya
bağrağı işlenmiş pastamız bozulmadan ve deforme olmadan
Gudauta’ya ulaştı. Şansımıza, Erhan’la birlikte
gönüllülerimizin pekçoğu Gudauta’daydı. Akşam kültür merkezi
tiyatro salonunda yaptığımız kutlama görülmeye değerdi.
Nilay’ın koca cantasından çıkan envay çeşit şekerlemelerle
zengin bir yaşgünü şöleni olmuştu. Konuşmalar, şarkılar,
danslar. Biraz gırgır, biraz şamata…
Kahramanlarımızın pekçoğunu o akşam, şartlar
gereği iki gün öne alınmış o yaşgünü kutlamasında birarada
gördüm. Düzce-Hendek-Sakarya vadisi Abazaları ve Adigeleri ile
Eskişehir-Bilecik-İnegöl platosu ya da Sıvas-Kayseri yaylası
Abazaları ve Adigelerinin dans stillerindeki ince nüansları o
zaman keşfettim. Bahadır’ın, filmlerde seyrettiğimiz
gladyatörleri kıskandıracak denli vakur duruşu, bir fotoğraf
gibi asılıdır zihnimde. Önce stiller yarıştı ve sonunda hepsi
hızlı ‘Çeçen’ dansıyla birleşti, bir oldu.
Efkan’la
tanışamamış olmanın eksikliği Bahadır’la, Vedat’la,
Hanefi’yle, Zafer’le ve diğer kahramanlarla
tanışmanın bahtiyarlığına halel getirmez elbet. Yine de,
herbirini hayranlıkla kucaklarken, yüreğimin Efkan’ı da
aradığını söylemeliyim. Hepsi yiğit insanlardı; 7’sindeymiş
kadar heyecanlı ve tez canlı, 70’indeymiş kadar bilge ve
ağırbaşlı olduklarına bakıp bakıp gururlandım. Düşündüm, demek
savaş böyle birşeydi. Ay yıl gibiydi, yıl onyıl gibi. Çocuklar
bir ayda genç olurdu, gençler bir yılda yaşlı. Tersi de olurdu
lakin, (Mirod gibi) 70’indeyken cepheye gidip 20’lerine
geri dönebilenler de vardı… Hepsi hem çok gençti, hem çok
yaşlı. Çünkü en kararlımız, en tez canlımız onlardı. En
ağırbaşlımız, en bilgemiz onlar…
Şavaş devam ediyordu. Ve şavaşın arasına bir
yaşgünü kutlaması sığdırmıştık. Sanki yakıcı bir çölün
ortasında küçük bir vahanın serinliğine tutunmak gibi…
Savaş devam ediyordu, vahanın serinliğinde
birkaç saat soluklanan savaşçılarımız gecenin bir vakti
yeniden çöle doğru yürümeye başladı.
Hepsini tek tek hatırlarım da, yaşadığımız
komik bir olayın kahramanı olduğu için Hanefi’yi daha
bir hatırlarım. 1993’ün Haziran’ında Türkiye’den genci-yaşlısı
kalabalık bir grup gelmişti. Çoğu tanıdıktı. En kıdemlileri
Hakkı Amca’ydı ve başta Yaşar Amca olmak üzere Abhazya’ya ilk
kez gelmiş olanlara turistik gezi programı yapmaya kararlıydı.
Gagra, Pitsunda, Gudauta gibi güvenli bölgeleri gezdiler.
Hakkı Amca’yı, sürekli bombardıman altındaki Novi Afon’u (ve o
muhteşem mağarayı) ve işgal altındaki Sohum’u
gezemeyeceklerine ikna etmek pek kolay olmamıştı ya, neyse.
Pitsunda’da gezerlerken, avare dolaşan bir pejmürde ‘asker’
grupta yer alan bir genç kızı beğenip peşlerine takılmış. Taa
Gagra’da kaldıkları otele kadar uzak mesafe izlemiş.
Biz grubun diğer yarısıyla otelin avlusunda
bulunan café’de sohbet ederken, geziye katılanlardan biri
koşarak geldi ve telaşla, silahlı bir askerin Yaşar Amca’ların
kaldığı odaya girdiğini haber verdi. Hemen koşturduk.
Koridordaki koltuklarda pejmürde bir asker, kucağında
Kalaşnikof, elinde yarısı içilmiş koca bir votka şişesi,
karşısında oturan Yaşar Amca’ya Rusça birşeyler anlatıyordu.
Yaşar Amca çaresiz bir bakışla ne olduğunu anlamaya
çabalıyordu. Anne ve kız odaya sığınmıştı. Araya girip az
buçuk rusçam ile askere kim olduğunu ve ne istediğini sordum.
“Çeçenim” dedi, “İyi bir müslümanım ve Abhazya’yı korumak için
buradayım” dedi. Dilinin dolanmasını kontrol etmeye çalışarak,
“Bir kızı beğendim, babası bu adammış, kendisiyle votka içip
kızını istemeye geldim” diye devam etti. Hoppala!... Hem bu
çılgın-sarhoş-arsız asker bozuntusunu oyalamak, hem de
söylediklerini evirip çevirerek Yaşar Amca’ya hikaye uydurmak
epey terletmişti. İki taraf da ikna olmamıştı ki, Yaşar Amca
arada bir sinirlenip ‘bu saçmalık da ne, kim bu adam, ne
istiyor’ diye bağırıyor, asker ise ikide bir kucağındaki
Kalaşnikof’a davranıyordu. Absürdün tillahı bir durumdu.
Mümtaz, Handan ve Meral’le durumu değerlendirip
şöyle bir kurtarıcı plan geliştirdik. Handan’ın yüzüğünü aşık
olunan kıza, Mümtaz’ın yüzüğünü de içimizde asker kıyafeti
giyen yegane kişi olan Hanefi’ye taktık. Hanefi’ye “dik
ve sert dur” dedik. Ve bu çılgın, ‘kayıp’ Çeçen askere,
beğendiği kızın nişanlı olduğunu ve nişanlısını görmek üzere
buralara geldiğini söyleyip Hanefi’yi işaret ettim.
Hanefi de bir adım öne çıkarak öyle bir duruş sergiledi ki,
Çeçen’in ondan etkilendiği için mi yoksa şarhoşluğundan biraz
sıyrılıp yaptığının abesliği dank ettiği için mi kendine
geldiğini anlayamadık. Bir süre sessiz ve hareketsiz kaldıktan
sonra “minavat… minavat…” (özür… özür…) diye diye ayağa kalktı
ve sarsak adımlarla çekip gitti. Sonradan öğrendik ki bu zatın
ne savaşla, ne Çeçenlikle, ne cephedeki yiğit Çeçen
gönüllülerle bir alakası vardı, üç-beş aydır Gagra-Pitsunda
hattında dolaşan bıktırıcı bir asalaktı. Evet, savaşta böyle
tipler de çıkardı ortaya…Neyse, tehlikenin geçtiğine iyice
emin olduktan sonra hepimiz derin bir nefes alıp gevşedik.
Biraz da mavra yaptık.
Hanefi
rolünü sevmişti. Kayseri Pınarbaşı’dan yola çıkan bir Adige
olarak Abhazya’da İstanbul’dan çıkagelen güzel bir kızla
‘nişanlanmıştı’. Herkese nasip olmaz bir şanstı. Daha ne
isteyebilirdi(!)... Müstakbel kayınpederi biraz aksiydi ama
olsun(!)… Elindeki yüzüğe bakıp bakıp, “vay be, nişanlanmak
güzel şeymiş” diyordu. Kız da altta kalmıyor, Hanefi’nin
bu takılmalarını usta manevralarla yönetiyordu. Sonunda
“yetti bu oyun” dedik ve yüzükleri sahiplerine geri verdik.
Ertesi gün misafirleri yolcu ettik. Hanefi
‘nişanlısına’ son kez baktı.
Savaş devam ediyordu, konukların gelişiyle
yeşillenen vahamız, gidişleriye yeniden kurumuştu. Hanefi
de kısa süre sonra kızgın çöle doğru yürüdü. Yürüdü, yürüdü ve
22 Eylül’de (1993) sonsuz dünyadaki uçsuz vahaya adım attı. O
son anda, yani adımını atarken öte yana, belki ‘nişanlısını’
düşündü ve yüzük hala parmağında mı diye baktı. Hanefi
sen rahat uyu. Biz tanığıyız nişanlandığının, yüzüğe ne gerek…
Derlerki, en genç ölenler en uzun
yaşayanlardır. Çünkü onlar eskitilmemiş sevgiler ve
bitirilmemiş gülümsemeler bırakır geriye. Anıları silinmez
olur, geride kalanların gönlünde taht kurarlar. Ölümsüz
olurlar.
Diyasporadan beş şehidimiz oldu Abhazya’nın
özgürlük savaşında. Beş gencecik yiğit insan. Başları göğe
yükselen fidanlar. Sevgileri daim, gülümsemeleri daim, anıları
daim kaldı. Ölümsüz oldular.
Geride kalan bizler Abhazya’nın bu büyük
zaferini hatırladıkça, Abhazya’yı özgürlüğe kavuşturan bu
gençlerimizi bildikçe, daha bir ölümsüz olacaklar.
1
Ekim’de Akbalık’ta büyük zaferi kutlamak ve bu zaferi bize
armağan eden şehitlerimizi onurlandırmak için toplanıyoruz.
Haydi, hepbirlikte ayağa kalkalım. Haydi, hep birlikte bu
kahramanlarımızı selamlayalım. Aklımızda, yüreğimizde ve
bilincimizde onlara yer açalım. Bırakalım gönlümüzde taht
kursunlar. Bırakalım bizden daha uzun yaşasınlar.
Ayağa kalkın, şehitlerimiz geçiyor. Efkan,
Bahadır, Hanefi, Vedat, Zafer…
Not: 1 Ekim’de Akbalık’ta yapılacak ‘Ayaayra’ kutlamaları için
detaylı bilgiye
http://ayaayra.org ‘dan ulaşabilirsiniz. |