17
Şubat (1999), Birgül’ün veda yıldönümüydü. En küçük kızı
Ceren, yukarıdaki fotoğrafını facebook üzerinden önümüze koyup
hatırlamamızı sağladı. Fotoğraf tam da onun doğal bakışını
yansıtıyor; samimi, mustehzi, muzip bir gülümseme. Oniki yıl
geçmiş. Fotoğrafa bakınca, daha dün ‘ne olacak bu dünyanın
hali’ üzerine sohbet etmişiz hissine kapıldım, oniki yıl
uçuvermişti sanki. Zamanı geri sardım; Birgül, Moskova’da
kaybettiğim ikinci arkadaşımdı...
Moskova’da dört kafadardık, biri Avar üçü Abhaz; Mümtaz (Demiröz),
Olcay (Özdemir), Birgül (Şahin) ve ben... En kıdemlimiz
Olcay’dı (Avar olan), diğer üçümüz Abhazya’daki savaşın
(1992-93) girdabında debelenirken, o çoktan Moskova’nın yolunu
tutmuş ve iş-güç tezgahını kurmuştu. Gün gelmiş, bize de
Moskova yolu görünmüştü. Önce Birgül (1995 sonunda) gitti,
Olcay’la çalışmak üzere. Sonra biz (1996 sonunda); aynı
zamanda ayrı işler peşinde. Daha biz Moskovalı olamadan
Birgül’ün kızları sökün etti; Ekim, Onur, Ceren. Olcay’ın
Türkü’sü eksikti, o da katıldı bereket. Dört kafadardık
Moskova’da, bir dört daha eklenmişti kuyruğumuza...
Moskova Nazım Hikmet’in taa 1963’de, “Geldim, kaldım, güldüm,
öldüm” dediği soğuk ışıltılı bir heyüladır. Altı ay kar, altı
ay sis-pus. Güneş uzaktadır hep, görünmezdir, ısıtmazdır.
Nereden bilirdik Moskova’nın bizim için de ‘ölüm’ yeri
olacağını. Biz mütevazi bir geçim yolcusuyduk, ‘şansımız
tutarsa’ diye çıkıp gelmiştik işte. Gelmez olaydık!..
Önce
Mümtaz’ı aldı Moskova elimizden; 3 Ağustos 1998’de bir kalp
krizi çarptı hepimizi. Daha kendimize gelemeden, henüz altı ay
geçmeden Birgül’ü vurdu, beynimiz kanadı. Moskova’nın ‘gelmesi
kolay dönmesi zor’ bir yer olduğunu o zaman öğrendik. Herkes
bana baktı, kucakladı, öptü. Anladım ki sıradaydım. Nerdeyse
gün sayar olduk, ay sayar. Fakat 17 Ağustos’ta Marmara’yı
vuran büyük deprem beni geri çağırınca kader beni pas geçti,
sonraki altı ayın sonunda ne yazık ki dördüncü kafadarı vurdu;
Olcay, 30 Aralık 1999’da akıl almaz bir kazada ölümcül
derecede ağır yaralar aldı. Neyse ki, önce Moskova’da sonra da
nakledildiği İstanbul’da uzun ve zahmetli ameliyatlarla,
mücize kabilinde hayata yeniden döndü. İşte bizim birkaç
yıllık Moskova bilançomuz. Moskova’nın uğursuzluğuna mı
inanmalıyım, yoksa kaderin acımasız tecellisine mi?... Her ne
ise söyleyeceğim aynıdır; Moskova, ey Moskova!. İki elim
yakandadır...
Aradan zaman geçti. Gidenimizle kalanımızla hepimiz Moskova’yı
terkettik. Kahrederim, lanet okurum da hakkını vermem lazım,
Moskova muhteşem bir kent. İlk yılımız da fena değildi hani.
İş-güç telaşı derken kafamızı kaldırıp burnumuzu dışarı
çıkarmaya başladığımız ilk günlerden, ilk darbeyi yediğimiz
ana kadar keyfimiz yerindeydi. Ağır ağır yürürdük Arbat’ta;
Puşkin’in müze evinden tarihi Prag restoranına kadar iki
kilometrelik bu kulvarı pek severdik. Sonra Kızıl Meydan’a
kadar açılıp kenti avucumuza alırdık. İşte rengarenk Bazalika,
işte Lenin müzesi, işte ünlü Bolşoy... Yürürdük koca koca
bulvarlarda, muhteşem binaların gölgesinden geçip sanat
galerileriymişcesine özenle düzenlenmiş meydanlarda mola verip
soluklanırdık. Kütüphaneler, müzeler, galeriler, adım başı
konser, adım başı tiyatro, adım başı sergi. Moskova bir kültür
kentidir, keyfine vardık aheste.
Moskova buzdan bir kenttir, kaymadan-düşmeden yürümek şart.
Birbirimize tutunup, dostluğumuza sarılıp yol alırdık.
Nazım’ın izini sürerdik, ‘karlı kayın ormanı’nda gezerdik,
‘saçları saman sarısı‘ Vera’yla (Tulyakova), kadim dost
Radi’yle (Fish) sohbet koyulturduk. ‘Mavi gözlü dev’in
Novodevichiy’deki ebedi mekanına giderdik sıkça. Moskova bir
hüzün kentidir, küçük Ceren’in yanağında iki damla gözyaşı
olduk usulca.
Haydi derdik, haydi tarihi Sokolniki Park’ta kış danslarına
bakalım, havasına girip birkaç tur da biz atalım. Biraz polka,
biraz apsua koşara. Olcay’ın teklifsiz uyumu, Birgül’ün
bıktıran nazı, Mümtaz’ın ağır ritmi, kızların kıpır kıpır
çoşkusu. Yetmezdi, Kültür Park’taki açıkhava partisine
koşardık. Eksi 35’de, havadaki nemin yüzmilyonlarca kristale
dönüşüp sokak lambaları eşliğinde oynaşmasına hayran kalırdık.
Üşürdük, üşüdükçe votka’nın ateşinde ısıtmanın keyfine
varırdık. Moskova bir avam kentidir, takılırdık avare...
Bazen Hibla (Gerzmava) bizi rol aldığı operalara davet ederdi,
böylece Moskova’nın sanat mabetlerinde yüksek sosyeteye
karışırdık. Moskova, ‘komünizm’den aristokrat ve burjuva
devşirmeyi mucize kılmış bir kenttir, bu sihri anlamaya
çabaladık aval aval...
Tadında bırakıp çekip gelmek vardı. Nerden bilirdik
Moskova’nın, ‘o seni bırakmadan, sen onu bırakamazsın’ bir yer
olduğunu. Evet, tarihte bu şehir ve bu şehrin temsil ettiği
güç için çok şeyler söylenmiş, çok şeyler yazılmıştı; Tatarlar
yüzyıllarca bura için savaşıp kırılmıştı, biz Kafkasyalılar
bura yüzünden yenilip sürgün edilmiştik, Napolyon bura uğruna
Paris’i gözden çıkarmıştı, Lenin bura gücüyle dünyaya kafa
tutmuş, Hitler buraya gözkoyduğu için kaybetmişti. Tolstoy’dan
Puşkin’e, Çaykovski’den Mayakovski’ye nice deha bura
ışıltısına mum olmuştu. Ve Nazım Hikmet, bura ve Vera uğruna
sonsuzluğa akıp gitmişti. Ama biz kimdik ki!.. Moskova bize
niye dokunsun, niye kıskansın. Haşa, ne Moskova’yı zaptetmekti
derdimiz, ne Moskova’nın soğuk ışıltısına aşık olmak... Biz
mütevazi bir geçim yolcusuyduk ve belki şansımız tutar diye
uğramıştık buraya. Nerden bilirdik Moskova’nın uğursuz
kollarında heba olacağımızı. Niye yetmedi İstanbul, Sohum!..
Bilemedik, ne yazık bilemedik. Moskova, ey Moskova!. İki elim
yakandadır...
Birgül’ü ilk kez 23 Eylül 1992’de gördüm tanıdım. Abhazya’da
savaş başlayalı bir aydan fazla olmuştu, İstanbul’da
Kafkas-Abhazya Derneği’nde dayanışmayı yükseltmek için
çabalayıp duruyorduk. Arkadaşlar seslendi, bir kadın beni
görmek istiyordu. ‘Adım Birgül’ dedi, oturdu. Çantasından bir
gazete tomarı çıkardı, karıştırdı, 26 Mayıs 1991 tarihli
Cumhuriyet’in dergi ekini açtı; benim Abhazya’yı anlatan
‘Kafkasların dibinde bir yeşil cennet’ başlığıyla yayınlanan
yazımı gösterdi. ‘Bu sen misin’ dedi. Evet...
26
Mayıs 1991’de büyük kızı (Ekim) Anadolu liseleri sınavına
girmiş, kendisi ve küçük kızları (Onur ve Ceren) okul
bahçesinde onu bekliyorlarmış, bankta oturup gazete okuyarak
zaman geçiriyorlarmış. Cumhuriyet’teki yazımı o zaman
okumuşlar. Hep birlikte, ‘işte anavatanımız, işte gitmemiz
gereken yer’ demişler. Kendisini, ailesini anlattı. O da benim
gibi Hendek’liydi.
‘Abhazya’ya gitmek için buradayım’ dedi. ‘Nasıl
gidebilirim’... Ben her zaman ki ukalalığımla, ‘evet ama şimdi
orada savaş var, duymadın mı’ diye üstünlük taslamaya
yeltendim. Cevabı hazırdı, ‘biliyorum, o yüzden şimdilik
çocukları almayacağım’...
Ciddiydi, kararlıydı, samimiydi. Çare yok, Dünya Abaza
Kongresi toplantısı için kalabalık bir grupla 10 Ekim’de
Abhazya’ya gideceğimizi, pasaportu, vize, yol ve konaklama
masrafları varsa gelebileceğini söyledim. Böyle heveslenip
sonra ortalıkta görünmeyen epey insan tanıdığım için, bu
kadını da pek ciddiye almamıştım. Ama iki gün sonra geldi,
pasaportunu ve gerekli parayı bir zarf içinde uzattı. Böylece
kafilemize katılmış oldu, Abhazya’ya geldi ve benle birlikte
kaldı.
Savaş boyunca Gudauta’da aynı evi paylaştık. Burası komün
gibiydi, Mümtaz, Yusuf, Ali, Bilgül, ben... Arada bir geçici
konaklayıcılar. Mümtaz ve ben merkez’de cephe gerisi işlerde,
Yusuf askeri tamir-bakım atöyesinde görev üstlenmiştik. Birgül,
Ali ile birlikte bir askeri birliğe katıldılar.
O üç
çocuklu, koca yürekli militan kadın işte böyle girdi
hayatımıza. Usul usul yüreğimizi zaptetti. Cephede, biraz
ablalık yaparak, biraz hemşirelik yaparak, biraz elinde
tüfekle en uçta saf tutarak savaşa dahil oldu. Bir anma
yazısına sığmayacak kadar çok badire atlattı. O bana ‘Allah’ın
adamı’ derdi, ben ona ‘Allah’ın karısı’... Cesurdu, özgüveni
yüksekti, inatcıydı. Anavatanını ve halkını sevmeyi, uğrunda
ölmeyi göze alacak kadar ileri taşıyan bir insandı. Yiğit bir
insandı. Kahramandı. Bana takılırdı, ‘buralarda ölürsem senin
yüzündendir’ diye, şakayla gerçeği harmanlardı...
Savaş bitti, kızlarını getirdi Abhazya’ya. Oraya yerleşmek,
orada yeni bir hayat kurmaktı istekleri. Hepimizin öyleydi.
Ama savaş sonrası, savaş sırasından ağır geldi. İçimiz
parçalandı, yüreğimiz kanadı. Peş peşe ayrıldık, biraz
soluklanalım, kendimize gelelim yeniden döneriz dedik. İşte
Moskova’ya böyle sürüklendik. Sürüklenmez olaydık!...
Birgül de Mümtaz gibi ve diğer pekçok insan gibi Abhazya’nın
bağımsızlığının tanındığı günlere ulaşamadı. En çok
istedikleri, en çok bekledikleri buydu. Şimdi her
neredeyseler, belki duymuşlardır. Belki bizim gibi bayrak
sallamışlardır.
Moskova, ey Moskova!.. İki elim yakandadır. Çok canımızı
yaktın, acılar çektirdin bize çok. Abhazya’nın bağımsızlığını
tanıdın diye, sanma ki affa uğradın.
Moskova, ey Moskova!.. İki elim yakandadır... |