...................
...................
ŞİMDİ SİYASET ZAMANI...

30.11.2010

Sezai Babakuş
...................
 
...................

Siyasetin, fırsatları ve riskleri yönetme sanatı olduğu söylenir. Fırsatlar mevzi kazanmak, riskler ise mevzi korumak için yönetilir. Her iki durumun da ustası olmak gerekiyor. Sadece fırsatlara odaklanıp riskleri görmezden gelmek kadar, risklere saplanıp fırsatları ihmal etmek de başarısızlığa çıkıyor. Başka değişle, fırsat varken (tutuk kalıp) avallayan da, risk varken (acul olup) çuvallayan da kaybediyor...

Geçmiş kuşaklarımız siyasetin fırsatları ve riskleri yönetme sanatı olduğunu iyi bilselerdi ve risk-fırsat gelgitinde yol almada daha usta olsalardı, hiç kuşkusuz tarihimiz bir başka yazılırdı. Bu kadar ağır yenilmelere, kırılmalara, sürülmelere ve sindirilmelere uğramazdık. Yine de şükür(!). Hala varız ve varoluşumuzu güçlendirip sonsuzluğa taşıyacak şansa sahibiz. Yapmamız gereken, siyaseti ve siyaset yapmayı öğrenmektir

Bizim kuşak (78’liler), diyasporadaki tarihimiz boyunca siyasetle en fazla içli-dışlı olan kuşaktır. Elbette ilham kaynağımız abi-ablalarımızın oluşturduğu bir önceki kuşaktı (68’liler). Onlar 12 Mart faşizmine (1971) yenilmişti. Biz, hem sayısal hem çeşitlilik bakımından abi-abla kuşağımızın çok ilerisine geçmiştik. Sayımız çoktu, çünkü köyden kente göçün tavan yaptığı dönemin gençliğiydik ve daha fazla üniversite okuma şansı bulanlardık. Çeşidimiz çoktu, çünkü pozisyonel siyasetin (sağ-sol) en yaygın ve en doğurgan (en fraksiyonel) olduğu dönemin gençliğiydik.

Çoktuk, çeşittik ama önceki kuşağın eksiklerini aynen taşıyorduk. Biz de onlar gibi siyasetin risk-fırsat denklemini iyi çözememiştik. Hayatın siyaset olduğunu, siyasetin herşey olduğunu öğrenmiş, siyasete su kadar, hava kadar ve ekmek kadar ihtiyaç olduğunu kavramıştık. Bunları öğrenmiştik de, siyasetin fırsat-risk gelgitinde icra edilen bir ustalık olduğunu öğrenememiştik. O yüzden, kurulu düzene başkaldırımız 12 Eylül (1980) faşizmine tosladı ve yenilgiyle sonuçlandı. Karşımızdakiler siyaseti bizden daha iyi biliyordu. Bizim idealist coşkumuzu ve romantik saflığımızı hem fırsat hem risk olarak yönetip, üzerimizden silindir gibi geçtiler. Yenildik. Tıpkı abi-abla kuşağımız gibi.

Daha büyük eksiğimiz ise, siyaset çizgimizi ve çeşitliliğimizi ‘kimlik siyaseti’ boyutuna taşıyamamış olmamızdır. ‘Kafkasyalı’ coşkumuzu ve ataklığımızı ‘sol’ ya da ‘sağ’ cephelerde seferber etmiştik. Bu alanda mücadele o kadar yakıcı ve hegamonikti ki, başımızı kaldırıp ‘biz kimiz’in siyasetine yönelemedik. Sağ cenahta olanlarımız ‘biz kimiz’in ipine zaten ‘Türk unu’ sermişlerdi. Sol cenahta olanlarımız ise kimliğini önemsemekle birlikte, buna dair gündemi büyük ölçüde sosyalizmin inşasından(!) sonraya havale etmişti. Az sayıda insanımızın öncülüğündeki ‘Dönüş Hareketi’ de marjinalliğin sınırlarını aşamamıştı.

 

Bizim ve abi-abla kuşağımızın güçlü bir kimlik siyaseti üretememesi, önceki kuşaklardan devralınmış yeterli siyasal birikim ve ‘öz’ olmayışla açıklanabilir. Ana-babalarımızın bize yansıyan siyasal bilgeliği, “aman siyasete bulaşma” telkininden ibaretti. Bu telkinin altında, Türkiye’nin askeri müdahalelerle taçlanan(!) baskıcı rejiminde siyasete bulaşanların başına gelenlerin bilinmesi ve hatırlanması yatıyordu. Ve dahası, önceki kuşaklardan devralınan yenilgiler ve korkular tarihi...

Bu, katlana katmerlene büyüyen bir tarihti; yenilgilerden ve korkulardan oluşmuş bir piramit... Zeminini Kafkasya’daki büyük yenilgilerin (1864 ve 1878) hafızası oluşturuyordu. Üstünde, acılarla yoğrulmuş sürgün ve canhıraş yaşama savaşı. Ve diğer katmanlar; yeni hayata tutunamadan patlayan çöküş fırtınasında kırılmalar ve  yeniden varoluş ateşinde yanmalar; kendine ve kimliğine dair ne vardıysa (cemiyetler, okullar) kapatmalar ve yasaklamalar... Yetmedi, Çerkes Ethem ve arkadaşlarının ‘hain’ ilan edilerek tasfiyesi; 150’likler cadı avı, divan-ı harb’ler, tevkifatlar, yeniden sürgünler... Üzerine Türkleştirme sistematiği... Ve en üstte 27 Mayıs ve 12 Mart sıvaları. Velhasılı, ‘ehlileştirme’ melanetine dair ne vardıysa...

‘Aman siyasete bulaşma’ demenin gerçeğinde işte böyle katmerlenmiş yenilgilerin ve korkuların yılgınlığı vardı. Nerede yanlış-nerede eksik yaptık sorusuna yanıt aramak yerine, kafaları kuma gömercesine siyasetten kaçmaktı bu. Sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesiydi. Başka bir değişle, varoluşu yokoluşla sağlama yılgınlığı. ‘Sesimizi çıkarmayalım, dikkat çekmeyelim. Usulca yaşayıp gidelim’ tercihi. Sinik defans(!) durumu.

Ne bizden öncekiler ne de biz, ne yazık ki yenilgilerden ders çıkarmadık. Ders çıkarıp daha iyisini yapmaya yönelmedik. Siyaset sanatını keşfetmek, bu alanda ustalaşmak yerine kendi kabuğumuza çekilmeyi seçtik. Kaçtık. Ve böyle yaparak, bizden sonraki kuşağı da siyasetsizleşmeye (depolitizasyona) teslim ettik.

Biz diyasporada bunları yaşarken, anavatandaki diğer yarımız başka bir öykünün girdabında sürükleniyordu. 1864 ve 1878 yenilgilerinin travmasını atlatamadan ve muhasebesini yapamadan 1917 fırtınasına yakalandılar. Sonra iliklerine kadar işleyen Cihan savaşı, Stalin diktası, soğuk savaş...  Dertleri bizden büyüktü, ama ‘yerinde-yurdunda olma avantajı’na sahiptiler. O yüzden anavatanın kucağında, düşe-kalka, kazana-kaybede yol almayı bildiler. Siyaset sanatını bizden daha fazla-daha güçlü kavradılar. Nihayetinde adımızı, kültürel ve siyasi kimliğimizi, varlığımızı ve umudumuzu yaşatmayı, bizden daha iyi başardılar.

 

1990’da Sovyetler’in çökmesi ve  sınırların kalkmasıyla bizim için yeni bir çağ başladı. Hem fırsatları, hem risklerin alabildiğine çoğaldığı yeni bir dönem. Son yirmi yıla damgasını vuracak olan bu yeni dönemin risk-fırsat denklemini şöyle özetleyebiliriz;

(Fırsatlar)

·  Sovyetlerin yıkılmasından sonra diyaspora-anavatan ilişkisi kolaylaştı.

·  Diyasporadan anavatana geri dönüşün yolu açıldı.

·  Anavatanda ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal gelişimin önü açıldı; özgürlük, bağımsızlık ve hükümranlık haklarının savunulması daha mümkün hale geldi.

·  Diyasporada (Türkiye’de ve diğer ülkelerde) kültürel-siyasi kimliğimize sahip çıkmamız daha mümkün, daha kolay hale geldi.

·  Hem anavatanda hem diyasporada temsil imkanı ve gücü oluştu, uluslararası toplumla ilişki kurmak ve geliştirmek mümkün hale geldi...

(Riskler)

·  Küresel rekabet keskinleşti. Kafkasya, stratejik konumu yanında enerji koridoru vasfıyla bu rekabetin en kritik siklet merkezlerinden biri oldu; bölge ‘dış enfeksiyonlara’ daha açık hale geldi.

·  Bazı cumhuriyetlerimiz, kimi çevre ülkelerin genişleme heveslerinin hedefi haline geldi.

·  İlgili ülkeler ve uluslararası kuruluşların yanısıra, etki alanlarını genişletmek isteyen farklı din, mezhep ve tarikatlerin bölgede yaşayan halkları kendi inançları ve siyasi hedefleri doğrultusunda etkileme ve yönlendirme çabaları hız kazandı.

·  Bölgenin belirleyici gücü Rusya’nın otoriter yapısı, cumhuriyetlerimizin siyasi gelişimini baskı altına aldı.

·  Cumhuriyetlerimizde demokratik sistem yeterince kurumlaşamadı. Hukuksuzluğa ve yolsuzluğa dayalı kara düzen ortamı iyileştirilemedi.

·  Rusya, Kafkasya’yı elinde tutmak için daha sıkı-sert kontrol ve müdahale yöntemleri geliştirdi; tüm  bölgede ‘olağanüstü hal’ uygulaması kalıcılaştırıldı.

Fırsatlar ve riskler hanesine daha çok madde ekleyebiliriz, değiştirebiliriz ya da silbaştan yazabiliriz.  Değiştiremeyeceğimiz tek gerçek, 1990’dan itibaren, hiçbirşeyin eskisi gibi olmayacağı yeni bir gerçekliğe adım atmış olduğumuzdur.

Böylece, yüzyılı aşkın bir süredir diyasporada ayrı anavatanda ayrı yaşanan öyküleri birleştirme ve tekleştirilme şansı doğdu. Bundan sonra olup biten herşey ortaktı. Siyaset de ortaktı, siyaset sanatını geliştirmek de. Riskler de ortakdı, fırsatlar da. Basiret de ortaktı, basiretsizlik de...

 

İlk sınavı Abhazya’da verdik (G. Osetya ve Çeçenistan ayrı bir yazı konusu). Abhazya için söyleyeceğimiz, başardığımızdır. Uzun aradan sonra ilk kez kendi kararımızla ve kendimiz için siyaset yaptık ve Abhazya sınavını başarıyla geçtik. İlk kez riskleri ve fırsatları elbirliğiyle iyi yönettik. Duruşumuzu, hiçbir dış manipülasyona kapılmadan, hiçbir yabancı hesaba angaje olmadan kendi irademizle belirledik. Nerede ve ne zaman gaza, nerede ne zaman frene basacağımıza özgür irademizle, kendi aklımızla, kendi basiretimizle ve kendi cesaretimizle karar verdik. Ve bunu, anavatandaki ve diyasporadaki güçlerimizi birleştirerek başardık. Evet, asıl taşıyıcı güç Abhazya’dakilerdi. Ve asıl yardımcı güç Kafkasya’dakiler. Ama diyasporadakiler de geri durmadık, hem de başımızı öne eğmeyecek yeterlilikte.

Siyasetin idealist bir meydan okuyuştan, romantik saflıktan ya da marjinal bir karşı duruştan çok daha fazlasını ifade ettiğini, bir halkın kaderinin ne kadar siyasete (yani riskleri ve fırsatları yönetme sanatına) bağlı olduğunu Abhazya’daki gelişmeler sayesinde gördük ve öğrendik. V. Ardzınba’nın, hiçbir riski küçümsemeyen ve hiçbir fırsatı abartmayan, zamanında mevzi genişletmek ve zamanında mevzi korumak üzerine ustalıkla kurduğu olağanüstü siyasi liderlik becerisi sayesinde. Ve O’nun, savaşsız çözüm için her olanağı zorlayan siyasi diplomasisinde, savaş kaçınılmaz olduğunda da ataklıkla temkinliliği dengeleyen stratejisinde...

Evet, riskleri ve fırsatları iyi yöneterek Abhazya’da başardık ve Abhazya’yı Gürcistan’ın ilhak hevesinden koruduk; Abhazya’nın ‘bağımsız’ bir ülke olarak tarih sahnesinde yer almasını sağladık. Peki işimiz bitti mi? Bir kez başarmak ya da bir etapta başarmak yetiyor mu?. Elbette hayır. Başarıyı korumak ve sağlama almak gerekiyor. Abhazya’nın bağımsızlığını güçlendirmek, ete kemiğe büründürmek ve daim kılmak gerekiyor. Ve bunu yine ve ancak elbirliğiyle, Abaza-Adige, anavatan-diyaspora birlikteliğiyle yapabiliriz.

Özetle, “artık kendi başımıza yol alırız” diyen Abaza da yanılır, “artık Abhazya’nın bize ihtiyacı yok” diyen Adige de. ‘Diyasporaya ihtiyacımı yok’ diyen Abaza-Adige de yanılır, ‘anavatan bizsiz de yapar’ diyen Adige-Abaza da...

 

Bugün Abhazya, siyaseten bir adım önde olsa da fiili durum bakımından diğer cumhuriyetlerimizden farklı değildir. Hatta daha da zor koşullara sahiptir. Bir yanda Gürcistan’ın tehditleri ve hak iddiaları devam etmektedir, öte yanda hem bağımsızlığını dünyaya kabul ettirmek hem de Rusya ile ilişkilerinde ‘bağımsızlık’ çizgisini korumak zorundadır. Yanısıra demografik zaafiyeti, demokratik-hukuk ve ekonomik yapılanmasındaki eksiklikleri bakımından Rusya Federasyonu içindeki diğer cumhuriyetlerimizle aynı yetersizliklere sahiptir. Yani Abhazya, diğer cumhuriyetlerimizle eşit konumdadır. Ve o yüzden, Abazalarla Adigelerin kederde tasada kader birlikteliği aynı yakıcılıkta sürmektedir. Başarmak, birlikte mümkündür; Adige-Abaza, anavatan-diyaspora... Anavatandaki gerçek de bunu söylüyor, diyasporadaki gerçeklik de...

Rusya ile ilişkilerin nasıl yürütüleceği meselesi, Abhazya da dahil olmak üzere Kafkasya’daki tüm cumhuriyetlerimizin ortak derdidir. Aynı dert Rusya Federasyonu içindeki diğer cumhuriyetler ve özerk bölgeler için de geçerlidir. Elbette Rusya’nın demokratikleşmesi bu ilişkinin seyrini değiştirecek ve iyileştirecektir. Ve Rusya eninde sonunda demokratikleşecektir. Bu bir süreçtir, zor ve yavaş yürüyen bir süreç. Riskleri ve fırsatları olan uzun bir yol. Cumhuriyet yönetimlerimizin ve anavatandaki kardeşlerimizin, hem bu süreci desteklemesi hem de bu sürecin yaratacağı zorluklara (çatışma risklerine) karşı kendilerini koruması gerekmektedir. Yani, siyaset sanatını (özellikle de koruyucu siyaset sanatını) iyi icra etmeleri şarttır. Diyasporadakilerin katkısı da bu yönde olmalıdır.

Öte yandan, cumhuriyetlerimizin Rusya ile ilişkilerini lehte geliştirebilmelerinin ve siyasi yetki alanlarını genişletebilmelerinin yolunun, iç yapılarını güçlendirererek kendi kendilerine yeterli hale gelmelerini sağlamaktan geçtiğini de unutmamalıyız. Diyasporadaki nüfus potansiyelinden faydalanıp anavatandaki demografik zaafiyetten kurtulmalıyız. Cumhuriyetlerimizi demokrasinin ve hukukun hüküm sürdüğü, refahın arttığı ve paylaşıldığı ülkeler haline getirmeliyiz. Moskova’dan gelen paralarla (ve dolayısıyla emirlerle) yönetilen uydular olmaktan çıkarmalıyız. Bunun için, siyaset bilenlerin ve siyasete hevesli olanların, Rusya’ya meydan okumaya yönelik hamaset üretmek yerine iç yapıları güçlendirecek projeler için kafa yormaları daha doğru ve hayırlı olacaktır. Diyasporadakilerin katılımı da bu yönde olmalıdır.

Toplam nüfusumuzun dörtte üçünü oluşturan diyasporada siyaset (özellikle de kimlik siyaseti) deneyimimiz ‘yalancı pehlivan’ ayarında, zoru görünce kaçma kolaycılığında. Sanki anavatanı terkederkenki ruhumuzu dondurup muhafaza etmiş gibiyiz. Oysa anavatanda herşey sahici, zora direnme ve karşı koyma geleneği devam ediyor. Bunu da yakın tarihte Abhazya’da, (ve de G. Osetya ve Çeçenistan’da) bir kez daha gösterdiler. Hal böyle olunca, diyasporadan anavatana üflenen hamaset, ‘karşılıksız çek’ olmaktan öte bir anlam taşımıyor.

Diyasporadakilerin anavatanın güvenini kazanması ve kader ortaklığı geliştirmesi, siyasal rüştünü ve ciddiyetini ispatlamasıyla doğru orantılıdır. Bugün ispat için gerekli koşullar vardır. Hem de fazlasıyla. Niyetliysek buyrun, kültürel kimlik bandında sıkışmış mücadelemizi siyasal kimlik iddiasına yükseltelim. Buyrun, dernekçilikle sınırlı, eli-kolu bağlı örgütlülüğümüzü siyasal örgütlülüğe dönüştürelim. Ve elbette anavatana dönüşü önceliklendirelim. Nüfus olarak, (ve varsa) yetişmiş iş ve bilgi gücü olarak, girişimci ve sermaye gücü olarak... Varoluş mücadelesi vermeye kararlıysak, kıyısından köşesinden tutmakla olmaz; taşın altına elimizi koyalım. Diyasporada vermemiz gereken mücadeyi görmezden gelerek, sorumluluktan kaçarak ve yapmamız gerekenleri es geçerek anavatandakilere hamaset-i cesaret ihraç etmeye çalışmak, en hafif deyimle abesle iştigaldir.

1990’dan 2010’a yirmi yıl geçti. Bu yirmi yılın muhasebesini iyi yapmalıyız. Risk ve fırsat gelgitinde diyasporanın ne kadar, anavatanın ne kadar yol aldığını iyi ölçmeliyiz. Risk-fırsat analizini doğru yapmaya, siyaset sanatını iyi icra etmeye ihtiyacımız devam ediyor. Nerede- ne zaman mevzi kazanmak için atak olacağımızı, nerede-ne zaman mevzi korumak için defans yapacağımızı iyi hesaplama mecburiyetimiz devam ediyor.

Bize göre bugün anavatanda riskler daha fazladır, defans yapıp mevzilerimizi tahkim etmeliyiz. Buna karşın diyasporada fırsatlar daha fazladır, atak yapıp mevzi kazanmalıyız.

Evet, bizim için siyaset zamanıdır. Avallamadan, çuvallamadan...