Siyasetin, fırsatları ve riskleri yönetme
sanatı olduğu söylenir. Fırsatlar mevzi kazanmak, riskler ise
mevzi korumak için yönetilir. Her iki durumun da ustası olmak
gerekiyor. Sadece fırsatlara odaklanıp riskleri görmezden
gelmek kadar, risklere saplanıp fırsatları ihmal etmek de
başarısızlığa çıkıyor. Başka değişle, fırsat varken (tutuk
kalıp) avallayan da, risk varken (acul olup) çuvallayan da
kaybediyor...
Geçmiş kuşaklarımız siyasetin fırsatları ve
riskleri yönetme sanatı olduğunu iyi bilselerdi ve risk-fırsat
gelgitinde yol almada daha usta olsalardı, hiç kuşkusuz
tarihimiz bir başka yazılırdı. Bu kadar ağır yenilmelere,
kırılmalara, sürülmelere ve sindirilmelere uğramazdık. Yine de
şükür(!). Hala varız ve varoluşumuzu güçlendirip sonsuzluğa
taşıyacak şansa sahibiz. Yapmamız gereken, siyaseti ve siyaset
yapmayı öğrenmektir
Bizim kuşak (78’liler), diyasporadaki tarihimiz
boyunca siyasetle en fazla içli-dışlı olan kuşaktır. Elbette
ilham kaynağımız abi-ablalarımızın oluşturduğu bir önceki
kuşaktı (68’liler). Onlar 12 Mart faşizmine (1971) yenilmişti.
Biz, hem sayısal hem çeşitlilik bakımından abi-abla
kuşağımızın çok ilerisine geçmiştik. Sayımız çoktu, çünkü
köyden kente göçün tavan yaptığı dönemin gençliğiydik ve daha
fazla üniversite okuma şansı bulanlardık. Çeşidimiz çoktu,
çünkü pozisyonel siyasetin (sağ-sol) en yaygın ve en doğurgan
(en fraksiyonel) olduğu dönemin gençliğiydik.
Çoktuk, çeşittik ama önceki kuşağın eksiklerini
aynen taşıyorduk. Biz de onlar gibi siyasetin risk-fırsat
denklemini iyi çözememiştik. Hayatın siyaset olduğunu,
siyasetin herşey olduğunu öğrenmiş, siyasete su kadar, hava
kadar ve ekmek kadar ihtiyaç olduğunu kavramıştık. Bunları
öğrenmiştik de, siyasetin fırsat-risk gelgitinde icra edilen
bir ustalık olduğunu öğrenememiştik. O yüzden, kurulu düzene
başkaldırımız 12 Eylül (1980) faşizmine tosladı ve yenilgiyle
sonuçlandı. Karşımızdakiler siyaseti bizden daha iyi
biliyordu. Bizim idealist coşkumuzu ve romantik saflığımızı
hem fırsat hem risk olarak yönetip, üzerimizden silindir gibi
geçtiler. Yenildik. Tıpkı abi-abla kuşağımız gibi.
Daha büyük eksiğimiz ise, siyaset çizgimizi ve
çeşitliliğimizi ‘kimlik siyaseti’ boyutuna taşıyamamış
olmamızdır. ‘Kafkasyalı’ coşkumuzu ve ataklığımızı ‘sol’ ya da
‘sağ’ cephelerde seferber etmiştik. Bu alanda mücadele o kadar
yakıcı ve hegamonikti ki, başımızı kaldırıp ‘biz kimiz’in
siyasetine yönelemedik. Sağ cenahta olanlarımız ‘biz kimiz’in
ipine zaten ‘Türk unu’ sermişlerdi. Sol cenahta olanlarımız
ise kimliğini önemsemekle birlikte, buna dair gündemi büyük
ölçüde sosyalizmin inşasından(!) sonraya havale etmişti. Az
sayıda insanımızın öncülüğündeki ‘Dönüş Hareketi’ de
marjinalliğin sınırlarını aşamamıştı.
Bizim ve abi-abla kuşağımızın güçlü bir kimlik
siyaseti üretememesi, önceki kuşaklardan devralınmış yeterli
siyasal birikim ve ‘öz’ olmayışla açıklanabilir.
Ana-babalarımızın bize yansıyan siyasal bilgeliği, “aman
siyasete bulaşma” telkininden ibaretti. Bu telkinin altında,
Türkiye’nin askeri müdahalelerle taçlanan(!) baskıcı rejiminde
siyasete bulaşanların başına gelenlerin bilinmesi ve
hatırlanması yatıyordu. Ve dahası, önceki kuşaklardan
devralınan yenilgiler ve korkular tarihi...
Bu, katlana katmerlene büyüyen bir tarihti;
yenilgilerden ve korkulardan oluşmuş bir piramit... Zeminini
Kafkasya’daki büyük yenilgilerin (1864 ve 1878) hafızası
oluşturuyordu. Üstünde, acılarla yoğrulmuş sürgün ve canhıraş
yaşama savaşı. Ve diğer katmanlar; yeni hayata tutunamadan
patlayan çöküş fırtınasında kırılmalar ve yeniden varoluş
ateşinde yanmalar; kendine ve kimliğine dair ne vardıysa
(cemiyetler, okullar) kapatmalar ve yasaklamalar... Yetmedi,
Çerkes Ethem ve arkadaşlarının ‘hain’ ilan edilerek tasfiyesi;
150’likler cadı avı, divan-ı harb’ler, tevkifatlar, yeniden
sürgünler... Üzerine Türkleştirme sistematiği... Ve en üstte
27 Mayıs ve 12 Mart sıvaları. Velhasılı, ‘ehlileştirme’
melanetine dair ne vardıysa...
‘Aman siyasete bulaşma’ demenin gerçeğinde işte
böyle katmerlenmiş yenilgilerin ve korkuların yılgınlığı
vardı. Nerede yanlış-nerede eksik yaptık sorusuna yanıt aramak
yerine, kafaları kuma gömercesine siyasetten kaçmaktı bu.
Sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesiydi. Başka bir
değişle, varoluşu yokoluşla sağlama yılgınlığı. ‘Sesimizi
çıkarmayalım, dikkat çekmeyelim. Usulca yaşayıp gidelim’
tercihi. Sinik defans(!) durumu.
Ne bizden öncekiler ne de biz, ne yazık ki
yenilgilerden ders çıkarmadık. Ders çıkarıp daha iyisini
yapmaya yönelmedik. Siyaset sanatını keşfetmek, bu alanda
ustalaşmak yerine kendi kabuğumuza çekilmeyi seçtik. Kaçtık.
Ve böyle yaparak, bizden sonraki kuşağı da siyasetsizleşmeye (depolitizasyona)
teslim ettik.
Biz diyasporada bunları yaşarken, anavatandaki
diğer yarımız başka bir öykünün girdabında sürükleniyordu.
1864 ve 1878 yenilgilerinin travmasını atlatamadan ve
muhasebesini yapamadan 1917 fırtınasına yakalandılar. Sonra
iliklerine kadar işleyen Cihan savaşı, Stalin diktası, soğuk
savaş... Dertleri bizden büyüktü, ama ‘yerinde-yurdunda olma
avantajı’na sahiptiler. O yüzden anavatanın kucağında,
düşe-kalka, kazana-kaybede yol almayı bildiler. Siyaset
sanatını bizden daha fazla-daha güçlü kavradılar. Nihayetinde
adımızı, kültürel ve siyasi kimliğimizi, varlığımızı ve
umudumuzu yaşatmayı, bizden daha iyi başardılar.
1990’da Sovyetler’in çökmesi ve sınırların
kalkmasıyla bizim için yeni bir çağ başladı. Hem fırsatları,
hem risklerin alabildiğine çoğaldığı yeni bir dönem. Son yirmi
yıla damgasını vuracak olan bu yeni dönemin risk-fırsat
denklemini şöyle özetleyebiliriz;
(Fırsatlar)
·
Sovyetlerin yıkılmasından sonra diyaspora-anavatan ilişkisi
kolaylaştı.
·
Diyasporadan anavatana geri dönüşün yolu açıldı.
·
Anavatanda ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal gelişimin önü
açıldı; özgürlük, bağımsızlık ve hükümranlık haklarının
savunulması daha mümkün hale geldi.
·
Diyasporada (Türkiye’de ve diğer ülkelerde) kültürel-siyasi
kimliğimize sahip çıkmamız daha mümkün, daha kolay hale geldi.
·
Hem anavatanda hem diyasporada temsil imkanı ve gücü oluştu,
uluslararası toplumla ilişki kurmak ve geliştirmek mümkün hale
geldi...
(Riskler)
·
Küresel rekabet keskinleşti. Kafkasya, stratejik konumu
yanında enerji koridoru vasfıyla bu rekabetin en kritik siklet
merkezlerinden biri oldu; bölge ‘dış enfeksiyonlara’ daha açık
hale geldi.
·
Bazı cumhuriyetlerimiz, kimi çevre ülkelerin genişleme
heveslerinin hedefi haline geldi.
·
İlgili ülkeler ve uluslararası kuruluşların yanısıra, etki
alanlarını genişletmek isteyen farklı din, mezhep ve
tarikatlerin bölgede yaşayan halkları kendi inançları ve
siyasi hedefleri doğrultusunda etkileme ve yönlendirme
çabaları hız kazandı.
·
Bölgenin belirleyici gücü Rusya’nın otoriter yapısı,
cumhuriyetlerimizin siyasi gelişimini baskı altına aldı.
·
Cumhuriyetlerimizde demokratik sistem yeterince kurumlaşamadı.
Hukuksuzluğa ve yolsuzluğa dayalı kara düzen ortamı
iyileştirilemedi.
·
Rusya, Kafkasya’yı elinde tutmak için daha sıkı-sert kontrol
ve müdahale yöntemleri geliştirdi; tüm bölgede ‘olağanüstü
hal’ uygulaması kalıcılaştırıldı.
Fırsatlar ve riskler hanesine daha çok madde
ekleyebiliriz, değiştirebiliriz ya da silbaştan yazabiliriz.
Değiştiremeyeceğimiz tek gerçek, 1990’dan itibaren,
hiçbirşeyin eskisi gibi olmayacağı yeni bir gerçekliğe adım
atmış olduğumuzdur.
Böylece, yüzyılı aşkın bir süredir diyasporada
ayrı anavatanda ayrı yaşanan öyküleri birleştirme ve
tekleştirilme şansı doğdu. Bundan sonra olup biten herşey
ortaktı. Siyaset de ortaktı, siyaset sanatını geliştirmek de.
Riskler de ortakdı, fırsatlar da. Basiret de ortaktı,
basiretsizlik de...
İlk sınavı Abhazya’da verdik (G. Osetya ve
Çeçenistan ayrı bir yazı konusu). Abhazya için söyleyeceğimiz,
başardığımızdır. Uzun aradan sonra ilk kez kendi kararımızla
ve kendimiz için siyaset yaptık ve Abhazya sınavını başarıyla
geçtik. İlk kez riskleri ve fırsatları elbirliğiyle iyi
yönettik. Duruşumuzu, hiçbir dış manipülasyona kapılmadan,
hiçbir yabancı hesaba angaje olmadan kendi irademizle
belirledik. Nerede ve ne zaman gaza, nerede ne zaman frene
basacağımıza özgür irademizle, kendi aklımızla, kendi
basiretimizle ve kendi cesaretimizle karar verdik. Ve bunu,
anavatandaki ve diyasporadaki güçlerimizi birleştirerek
başardık. Evet, asıl taşıyıcı güç Abhazya’dakilerdi. Ve asıl
yardımcı güç Kafkasya’dakiler. Ama diyasporadakiler de geri
durmadık, hem de başımızı öne eğmeyecek yeterlilikte.
Siyasetin idealist bir meydan okuyuştan,
romantik saflıktan ya da marjinal bir karşı duruştan çok daha
fazlasını ifade ettiğini, bir halkın kaderinin ne kadar
siyasete (yani riskleri ve fırsatları yönetme sanatına) bağlı
olduğunu Abhazya’daki gelişmeler sayesinde gördük ve öğrendik.
V. Ardzınba’nın, hiçbir riski küçümsemeyen ve hiçbir fırsatı
abartmayan, zamanında mevzi genişletmek ve zamanında mevzi
korumak üzerine ustalıkla kurduğu olağanüstü siyasi liderlik
becerisi sayesinde. Ve O’nun, savaşsız çözüm için her olanağı
zorlayan siyasi diplomasisinde, savaş kaçınılmaz olduğunda da
ataklıkla temkinliliği dengeleyen stratejisinde...
Evet, riskleri ve fırsatları iyi yöneterek
Abhazya’da başardık ve Abhazya’yı Gürcistan’ın ilhak
hevesinden koruduk; Abhazya’nın ‘bağımsız’ bir ülke olarak
tarih sahnesinde yer almasını sağladık. Peki işimiz bitti mi?
Bir kez başarmak ya da bir etapta başarmak yetiyor mu?.
Elbette hayır. Başarıyı korumak ve sağlama almak gerekiyor.
Abhazya’nın bağımsızlığını güçlendirmek, ete kemiğe
büründürmek ve daim kılmak gerekiyor. Ve bunu yine ve ancak
elbirliğiyle, Abaza-Adige, anavatan-diyaspora birlikteliğiyle
yapabiliriz.
Özetle, “artık kendi başımıza yol alırız” diyen
Abaza da yanılır, “artık Abhazya’nın bize ihtiyacı yok” diyen
Adige de. ‘Diyasporaya ihtiyacımı yok’ diyen Abaza-Adige de
yanılır, ‘anavatan bizsiz de yapar’ diyen Adige-Abaza da...
Bugün Abhazya, siyaseten bir adım önde olsa da
fiili durum bakımından diğer cumhuriyetlerimizden farklı
değildir. Hatta daha da zor koşullara sahiptir. Bir yanda
Gürcistan’ın tehditleri ve hak iddiaları devam etmektedir, öte
yanda hem bağımsızlığını dünyaya kabul ettirmek hem de Rusya
ile ilişkilerinde ‘bağımsızlık’ çizgisini korumak zorundadır.
Yanısıra demografik zaafiyeti, demokratik-hukuk ve ekonomik
yapılanmasındaki eksiklikleri bakımından Rusya Federasyonu
içindeki diğer cumhuriyetlerimizle aynı yetersizliklere
sahiptir. Yani Abhazya, diğer cumhuriyetlerimizle eşit
konumdadır. Ve o yüzden, Abazalarla Adigelerin kederde tasada
kader birlikteliği aynı yakıcılıkta sürmektedir. Başarmak,
birlikte mümkündür; Adige-Abaza, anavatan-diyaspora...
Anavatandaki gerçek de bunu söylüyor, diyasporadaki gerçeklik
de...
Rusya ile ilişkilerin nasıl yürütüleceği
meselesi, Abhazya da dahil olmak üzere Kafkasya’daki tüm
cumhuriyetlerimizin ortak derdidir. Aynı dert Rusya
Federasyonu içindeki diğer cumhuriyetler ve özerk bölgeler
için de geçerlidir. Elbette Rusya’nın demokratikleşmesi bu
ilişkinin seyrini değiştirecek ve iyileştirecektir. Ve Rusya
eninde sonunda demokratikleşecektir. Bu bir süreçtir, zor ve
yavaş yürüyen bir süreç. Riskleri ve fırsatları olan uzun bir
yol. Cumhuriyet yönetimlerimizin ve anavatandaki
kardeşlerimizin, hem bu süreci desteklemesi hem de bu sürecin
yaratacağı zorluklara (çatışma risklerine) karşı kendilerini
koruması gerekmektedir. Yani, siyaset sanatını (özellikle de
koruyucu siyaset sanatını) iyi icra etmeleri şarttır.
Diyasporadakilerin katkısı da bu yönde olmalıdır.
Öte yandan, cumhuriyetlerimizin Rusya ile
ilişkilerini lehte geliştirebilmelerinin ve siyasi yetki
alanlarını genişletebilmelerinin yolunun, iç yapılarını
güçlendirererek kendi kendilerine yeterli hale gelmelerini
sağlamaktan geçtiğini de unutmamalıyız. Diyasporadaki nüfus
potansiyelinden faydalanıp anavatandaki demografik zaafiyetten
kurtulmalıyız. Cumhuriyetlerimizi demokrasinin ve hukukun
hüküm sürdüğü, refahın arttığı ve paylaşıldığı ülkeler haline
getirmeliyiz. Moskova’dan gelen paralarla (ve dolayısıyla
emirlerle) yönetilen uydular olmaktan çıkarmalıyız. Bunun
için, siyaset bilenlerin ve siyasete hevesli olanların,
Rusya’ya meydan okumaya yönelik hamaset üretmek yerine iç
yapıları güçlendirecek projeler için kafa yormaları daha doğru
ve hayırlı olacaktır. Diyasporadakilerin katılımı da bu yönde
olmalıdır.
Toplam nüfusumuzun dörtte üçünü oluşturan
diyasporada siyaset (özellikle de kimlik siyaseti) deneyimimiz
‘yalancı pehlivan’ ayarında, zoru görünce kaçma
kolaycılığında. Sanki anavatanı terkederkenki ruhumuzu
dondurup muhafaza etmiş gibiyiz. Oysa anavatanda herşey
sahici, zora direnme ve karşı koyma geleneği devam ediyor.
Bunu da yakın tarihte Abhazya’da, (ve de G. Osetya ve
Çeçenistan’da) bir kez daha gösterdiler. Hal böyle olunca,
diyasporadan anavatana üflenen hamaset, ‘karşılıksız çek’
olmaktan öte bir anlam taşımıyor.
Diyasporadakilerin anavatanın güvenini
kazanması ve kader ortaklığı geliştirmesi, siyasal rüştünü ve
ciddiyetini ispatlamasıyla doğru orantılıdır. Bugün ispat için
gerekli koşullar vardır. Hem de fazlasıyla. Niyetliysek buyrun,
kültürel kimlik bandında sıkışmış mücadelemizi siyasal kimlik
iddiasına yükseltelim. Buyrun, dernekçilikle sınırlı, eli-kolu
bağlı örgütlülüğümüzü siyasal örgütlülüğe dönüştürelim. Ve
elbette anavatana dönüşü önceliklendirelim. Nüfus olarak, (ve
varsa) yetişmiş iş ve bilgi gücü olarak, girişimci ve sermaye
gücü olarak... Varoluş mücadelesi vermeye kararlıysak,
kıyısından köşesinden tutmakla olmaz; taşın altına elimizi
koyalım. Diyasporada vermemiz gereken mücadeyi görmezden
gelerek, sorumluluktan kaçarak ve yapmamız gerekenleri es
geçerek anavatandakilere hamaset-i cesaret ihraç etmeye
çalışmak, en hafif deyimle abesle iştigaldir.
1990’dan 2010’a yirmi yıl geçti. Bu yirmi yılın
muhasebesini iyi yapmalıyız. Risk ve fırsat gelgitinde
diyasporanın ne kadar, anavatanın ne kadar yol aldığını iyi
ölçmeliyiz. Risk-fırsat analizini doğru yapmaya, siyaset
sanatını iyi icra etmeye ihtiyacımız devam ediyor. Nerede- ne
zaman mevzi kazanmak için atak olacağımızı, nerede-ne zaman
mevzi korumak için defans yapacağımızı iyi hesaplama
mecburiyetimiz devam ediyor.
Bize göre bugün anavatanda riskler daha
fazladır, defans yapıp mevzilerimizi tahkim etmeliyiz. Buna
karşın diyasporada fırsatlar daha fazladır, atak yapıp mevzi
kazanmalıyız.
Evet, bizim için siyaset zamanıdır. Avallamadan,
çuvallamadan... |