Bir
önceki yazımı, 12 Eylül askeri darbesinin ardından başlayan
kaç-kovala serüveni sonunda 2 Şubat (1981) akşamı derdest
edildiğimi belirtmiş, Hasdal-Harbiye-Gayrettepe-Selimiye
hattında sürecek 4,5 aylık bir mahpusluğa yol aldığımı
söylemiştim.
Şişli emniyet binasındaki toplama merkezinde dahil edildiğim
kalabalığın içinden üç kişiyi yakından tanıyordum; Hüseyin
Baş, gazeteci-yazar, Barış Derneği’nden; Mehmet Akan,
tiyatrocu, Dostlar Tiyatrosu kurucusu ve koreografı, Tiyatro
Sanatçıları Derneği’nden; Metin Deniz, ressam-sahne
tasarımcısı, Plastik Sanatçıları Derneği’nden. Üçü de TİP
çizgisinden. Merhabalaştık. Diğerlerine loş ışığın
belirsizliğinde şöyle bir baktım; bir-ikisini daha gözüm
ısırıyordu ya da ismen tanıyordum, o kadar...
Sessiz geçen saatler sonunda, sabaha karşı hepimiz bir askeri
kamyonun branda kaplı kasasına tıkıştırıldık. Başımızdaki
nakil assubayı, nereye götürüldüğümüze ilişkin sorularımızı,
“gidince görürsünüz” diye kestirdi. Cevap bilinmezlikten çok
tehdit yüklüydü. İnişli çıkışlı arka yollardan savrula savrula
yol aldık, şafak sökmek üzereyken brandanın yırtık aralığından
Hasdal yamacını tırmandığımızı anladım. 12 Eylül için özel
olarak hazırlandığı belli olan askeri kışlanın kum
torbalarıyla, makinalı tüfeklerle, birkaç tank ve zırhlı
araçla güçlendirilmiş nizamiye kapısını geçtik, avluya
indirildik.
Hasdal’a hoşgeldik...
Kış
buraya şehir merkezinden birkaç misli torpil geçmişti; yirmi
santime varan kar, sahahın ayazı ve tepenin vınlayan esintisi
birleşerek öyle titretti ki, “gidince görürsünüz”ün ne demek
olduğunu anlamaya başlamıştık. Hasdal, hoşgeldiniz diyordu.
Etrafta, gri ve hakinin kamuflajı altında çok sayıda bina
vardı. Birbirine yakın iki büyük bina parmaklıkları, tel
örgüleri, gözetleme kuleleri ve silahlı nöbetçi çokluğuyla
yeni evimiz olduğunu belli ediyordu. Sanki, bu kışla
hapisanesine girmeye can atacak hale gelelim diye bir süre
dondurucu soğuğun elinde bekletildik. Sonunda assubay, yüzünde
sinsi bir gülümsemeyle, “tek sıra, ileri marş” komutunu verdi.
İkinci kata çıkarılıp bir koğuşa itildik. Pencere camları
takılı olmayan, döşeksiz paslı ranzaların sıralandığı bir
koğuştu. Bir umut radyatörlere dokundum, buzdandılar sanki.
Burası, abartısız bir tanımla buzhaneydi. Rüzgar, insan
kalabalığının içeriyi ısıtmasını engellemeye ayarlanmışcasına
dışardaki ayazı sürekli içeriye üflüyordu. Soğuk, çekiç ve
kerpeten gibiydi; bir sanki buzdan çivileri bedenimize
çakıyor, diğeri ise bedenimizdeki uykusuzluk ve bitkinlik
çivilerini söküp atıyordu. Artık tanışma zamanıydı.
17
kişiydik. Barış Derneği, Tiyatro Sanatçıları Derneği, Plastik
Sanatçıları Derneği, Tiyatro Yazarları Birliği, Sinema
Sanatçıları Derneği, İşçi Kültür Derneği, Şişli Halk Kültür
Derneği, Kağıthane Temizlik İşçileri Derneği, Sular İdaresi
Çalışanları Derneği, Milli Türk Talebe Derneği vs.
temsilcileri... Birbiriyle alakalı alakasız şahsiyetler
topluluğu. Hüseyin’i, Mehmet’i, Metin’i, Yurdaer’i, Göknan’ı,
Sezai’si, Ramiz’i, Hıdır’ı, Mansur’u, Cavit’i, Cengiz’i,
Temel’i, Remzi’si...
“Benim sizle işim yok” der gibi köşede kendi başına duran da
sonunda kendini tanıttı; Adım Kamil, Tümbel-zab-der’denim.
Neeee, neeee? Tümbel-zab-der. Tüm Belediye Zabıtaları
Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği. Demek böyle de bir dernek
varmış. Yetmezmiş gibi paltosunun düğmelerini açtı, metal
aksesuarları pırıl pırıl zabıta kıyafetini gösterdi. İzahatı
tamamladı: Derneğin başkanıyım, Kağıthane Belediyesi’nda
zabıtayım, görevden eve döndüğümde yakaladılar, şapkamı almama
izin vermediler...
Göründüğü kadarıyla gırgır bir ekiptik. Bir de gırgır bir
asteğmen eklendi. On dakikada bir koğuşun kapısını açıp
soruyor, “argadaşlar bura soğuk del mi?”. Koro halinde “evet”
cevabını alıp kayboluyor, muhabbetin ısısını yükseltmişken
tekrar gelip yeniden aynı soruyu sorarak soğuğu aklımıza
çakıyordu. Biraz ısınmak için, koridorun ilersindeki tuvalete
gidiş isteklerimiz arttı. Herşey asker gözetimindeydi.
Sabah 07:30 gibi iştimaya hazırlandık. Tek sıra olduk,
koridora çıkarıldık, otuz-kırk metre kadar yürütülüp bir
odanın hizasında beklemeye alındık. Asteğmen kapıyı tıklattı,
sert sesin “gir” komutuyla kapıyı açtı, selam ve tekmil verdi:
Görüş ve emirlerinize hazırız komutanım.
Bu komutan, başka komutan...
Okuyucuyu şimdiden uyarmak istiyorum. Bundan sonra olup
bitenler, 12 Eylül askeri darbesinin faşizan ruhuna ve
insanlık dışı uygulamalarına rahmet okutacak türdendir. Biraz
sıradışıdır, komiktir, trajikomiktir. Yurdun dört bir yanında
yüzbinlerce insanı kovuşturan-soruşturan, onbinlercesini hapse
tıkan, binlercesini korkunç işkencelere tabi tutan,
yüzlercesini sakat bırakan, onlarcasını işkencede öldüren,
idam eden 12 Eylül askeri faşizmi, 2 Şubat akşamı toparladığı
bizlerle sanki dalga geçmiştir. Biz de, 12 Eylül’ün o kösele
suratına, bildiğimiz dilde ve becerimiz ölçüsünde nanik
yapmışızdır. Yaşadıklarımız bir kara mizahtır. Hepsi
gerçektir, gerçeğin katıksız halidir.
Komutan’ın önce jopu sonra kendisi gözüktü. Esmer teni, kısa
siyah saçları, bıkkın bir bakışı vardı. Kimbilir bu koridorda
kaç grubu karşılamış, kaç insana korku salmıştı. Adı Faik’di
(soyadı bende saklı), rütbesi kıdemli binbaşı. Daha üst
rütbeli olacak kadar yaşlı, hafif göbeklenmiş bedeni ile
yorgun görünüyordu. Önce toplu bir gözatma, sonra tek tek
inceleme. Sesi, bir kova çakıltaşının tahta bir döşemeye
dökülmesi gibi kerçti: Artık benimsiniz, hepinizi tek tek
tanımak istiyorum, nüfus kağıtlarınızı çıkarın.
En
baştaki zabıta, faydası olur uyanıklığıyla paltosunun önünü
açmıştı. Binbaşı bir zabıtaya bir nüfus kağıdına baktı, “bir
zabıta eksikti, sizde mi devlete başkaldırdınız be!” diye
tısladı. Kanunlarla kurulmuş dernek mavalına kulak asmadı, bir
sonrakine geçti. Tiyatrocu, sinemacı, sucu, vs. derken yanımda
saf tutan gazeteci abi’ye Hüseyin Baş’a sıra geldi. İriyarı ve
şişman bir cüssesi (sanırım yüzelli kilo kadar), gürbüz bir
çocuğunki kadar saf bir yüzü vardı. Partidaşdık ve birçok
projede birlikte çalışmıştık. Gözlerinden yüksek tansıyon
hastasıydı, nöbet geldiğinde insanı tedirgin edecek kadar
tiklerdi. Binbaşı onun karşısında çaresiz gibiydi. Elindeki
sarı basın kartını görünce hiddetlendi: Nüfus kağıdı dedik,
nüfus kağıdı!
-Efendim, yanımda nüfus kağıdı yok. Bu basın kartı devletin
verdiği resmi bir kimliktir.
-Devletin verdiği kimlikleri bilirim, herkes yanında nüfus
kağıdı taşıyacak dendi. Televizyonda radyoda her saat
söyleniyor, gazeteler hergün yazıyor. Senin haberin yok mu?..
Bir de gazeteciymiş!..
Sarı
basın kartı bile iş yapmamışken benim kıçı kırık THA kimliğim
neye yarardı. Hemen cebime koyup, nüfus kağıdımı çıkardım.
Hüseyin abi ısrar ediyordu ve sesi sinirliydi;
-Bu
kart nüfus kağıdı kadar geçerli resmi belgedir, efendim!.
-Bak
hala cevap yetiştiriyor! Kardeşim hiçbir kimlik nüfus
kağıdının yerini tutmaz. Ben şunca yıldır ordudayım, ordunun
verdiği subay kimliği senin basın kartından daha mı az resmi,
daha mı az değerli, hayır, yine de nüfus kağıdımı yanımdan
eksik etmem.
Elini önce gömleğinin cebinde, sonra ceketinin ceplerinde,
pantalonun arka ceplerinde gezdiriyor. Yok. İspatlayacak ya,
odasına gidiyor, söylene söylene çekmecelerini karıştırıyor,
aksilik bu ya orada da yok. Hışımla dönüyor, sanırım öbür
ceketimde evde kalmış, diye mazeret bildiriyor. Sonra
gürlüyor: Zaten mevzubahis olan benim nüfus kağıdım değil,
sizinki!
Artık iş işten geçmiştir, ne kadar gürlese de boşunadır.
Otorite iflas etmiştir. Bırakın bizi, asteğmen bile gülmemek
için kendini zor tutmaktadır. Dahası var.
Baba adı Nazım, ana adı Hikmet olursa...
Hüseyin Baş’ın baba adı Nazım, ana adı Hikmet’tir. Bu, kaderin
hoş bir cilvesidir. Basın kartlarında da, diğer kimliklerde
olduğu gibi adı, soyadı, baba adı, ana adı vs. soru kısımları
matbu basım olduğu için küçük puntolarla, karşılıkları ise
daktiloda daha büyük puntolarla yazılıdır. Dolayısıyla “Nazım”
ve “Hikmet” Binbaşı’nın hemen dikkatin çekmiş ve fena halde
oyuna getirmiştir; “demek Nazım Hikmet’in oğlusun ha”, diye
merak ve bilgi patlamasında bulundu: İyi bilirim şiirlerini,
iyi!.. İyi derkenki ifadesi suç tanımlaması yapmaktan çok
gizli bir hayranlığı anlatır gibiydi.
Nazım Hikmet meselesi ordu mensupları için tam bir
paradokstur. Darbenin lideri Evren de dahil olmak üzere
yukardan aşağıya tüm muvazzaf subayların, askeri lise, harb
okulu sıralarında ve sonrasında Nazım Hikmet’in pek çok
şirrini okuduğuna, hiç değilse birkaçını ezbere bildiğine,
hatta yalnız başlarınayken yüksek sesle ve gözleri dolarak
okuduğuna kalıbımı basarım. Yine de Nazım Hikmet adı 12 Eylül
darbesinin “en sakıncalılar” listesinin ilk sırasındadır, tüm
baskınlarda kitapları suç unsuru olarak toplanmış, el konulmuş
ve imha edilmiştir. Memleketten asker manzaraları böyleydi
işte...
Hüseyin Baş zeki biridir, Binbaşı’nın ikinci kez madara
olmasının ağır bedel ödeteceğini şıp anlamıştır, hafifce
eğilerek kulağına fısıldar, “efendim, o Nazım Hikmet’in oğlu
değilim, tesadüfen babamla anamın adları herkesi böyle
yanıltmaktadır” diye izah eder. Binbaşı biraz bozarmıştır ama
kulyutmaz bir edayla gülümser, “tamam tamam, uzatma” diye
mevzuyu kapatır.
Binbaşı sadece yorgun ve bıkkın değil aynı zamanda gel-gitleri
olan matrak bir adamdı, gün geçtikçe daha da iyi anlayacaktık.
İlk raundda madara oluşunu örtbas etmenin en kestirme yolu,
burnumuzu sürtmekti. Asteğmene emir verdi: Bunları biraz daha
o koğuşta tutun da akılları başlarına gelsin!...
Bir
saat sonra asteğmen buzhanenin kapısında göründü: Metin Deniz
beni takip etsin... Yirmi dakika sonra koğuş kapısı açıldı,
Metin’in ağzı kulaklarındaydı, “arkadaşlar benden
torpillisiniz, haydi sıcak bir koğuşa geçiyoruz” dedi.
Asteğmen, “yürüyün argadaşlar” diye tamamladı.
İlk torpil Selimiye’den...
Böylece Binbaşı’nın odasının karşı çaprazındaki cennet koğuşa
ulaştık. Pencerelerinde cam, ranzalarında döşek ve battaniye,
radyatörlerinde sıcaklık vardı. Öğrendik ki, Metin Deniz’in
hala oğlu kurmay albaydı ve Selimiye’deki 1. Ordu
Komutanlığı’nda görev eylerdi, İstanbul’da kuş uçsa haberi
olurdu, haberi oldu ve Metin’in izini hemen buldu. Biz de
nasiplendik.
İki asker, koğuşa sabah karavanası getirdi;
yüzer soğanlı mercimek çorbası, bol ekmek. İçimiz ısındı,
keyfimiz yerine geldi. Binbaşı gelip hal hatır sordu.
Öğleye doğru ortalık telaştandı, Binbaşı
koşturdu, merdivende rap rap sesleri yankılandı. Gelen,
torpilimiz albaydı. Başka bir albay, bir yarbay ve birkaç alt
rütbeli zat refakat ediyordu. Metin’le kucaklaştı, hepimizi
güven duymaz bakışlarla süzdü, selamladı, Metin’i de alıp
Binbaşı’nın odasına geçti. İyi sonuçlar bırakarak gitti;
asteğmen istersek koğuş kapımızın açık kalacağını, koridorda
volta atmanın serbest olduğunu, koridorun sonundaki
banyo-tuvalet bölümünü istediğimiz zaman istediğimiz kadar
kullanabileceğimizi söyledi. Koltuğundaki tavlayı uzattı,
“Komutanım yolladı, canınız sıkılmasın diye” dedi. Forsumuz
yerindeydi.
Öğle karavanası geldi, mercimek yemeği ve bol
ekmek. Hüseyin Baş, karavanaya eşlik eden pasaklı ere
hiddetlendi: Bırak o hayvan yemini dağıtmayı, git mutfak
çavuşunu getir bana. Asker, teklemez bir itaaatle koşturdu.
Yanında bir onbaşıyla çıkageldi. Hüseyin abi onbaşıya sert
baktı, cüssesini tehditkar bir abartıyla titretti: Bir daha
yemek diye bize böyle şeyler gönderirsen kendini ölmüş bil,
kırkbirinci leşim olursun ona göre!.. Onbaşı neye uğradığını
ne diyeceğini şaşırdı, “malzeme yok, efendim” diye kekeledi.
Bizimki bastırdı, “başçavuşa söyle zulayı patlatsın, yallah
şimdi”. Zavallı onbaşı kuyruğunu kısıp tozoldu. Akşam
karavanası daha özenliydi, içinde birkaç kıymanın kurtcuk gibi
yüzdüğü bol sulu patates yemeği. Hüseyin abi’nin lakabı “melek
yüzlü katil” olmuştu.
Akşam hüznü çöktü. Ranzaların pas kokusuna
sigara ve insan kokusu eklendi. Ayak kokularına mercimek gazı
karıştı. Metin Deniz’i koğuş amiri yaptık, beni yardımcısı.
İlk disiplin, koğuşun havalandırılması, herkesin gaz
salınımını koridorda yapması, ayakların ve çorapların
yıkanması, az sigara içilmesi oldu. Fıkralar, hikayeler
eşliğinde derinlemesine tanışma ve birbirini tartma
muhabbetleri koyulaştı. Bu koca bina elbet sadece bizim için
hazırlanmamıştı, acaba diğer bölümlerde kimler vardı ve ne
haldeydiler?..
Gecenin bir vaktı, volümü ve titreşimi giderek
artan bir mırıltıyla uyandık. Işığı yaktık. Talebe Birliği’nin
içine kapanık genci, üst ranzanın ortasında bağdaş kurmuş
gözleri kapalı vaziyette dua transındaydı. Mırıltısının
ritmeyle öne arkaya eğilip sallanıp duruyordu.
Seslenmelerimizi duymadı, sertçe dürtüklemelerimizle kendine
geldi. Boş boş baktı, hiçbirşey demeden ranzasına uzandı.
Koğuşun kara kutusu oydu. Yine de, arada bir tekrarladığı
ruhsal-dinsel seanslar dışında fazla arıza çıkarmadı.
Ertesi güne kendini menemen sanan bir bulamaç,
kepçeyle servis edilen çay iddiasında şekeli bir ılık su ve
taze ekmekle başladık. Tehdit işe yaramıştı.
Öğleyin ilk ziyaretçiler görünmeye başlandı.
Önce Metin Deniz şürekası, eşi, abiyi, kızkardeşi, bir avukat
arkadaşı. Sonra Hüseyin Baş’ın Fransız eşi, Barış Derneği
avukatı. Mehmet Akan’ınkiler, diğer tiyatrocuların yakınları.
Bunlar geniş çevresi olan insanlardı, izleri çabuk sürüldü.
Her gelen sigara, çikolata, çay, kahve, salam, peynir vs.
demekti. Koğuşun en serin köşesini erzak deposu olarak
düzenledik. Ganimet ortaktı, amiri bendim.
Aziz Nesin, Genco Erkal, Bilgesu Erenus
sahnede...
Asıl sürpriz öğleden sonra oldu. Aziz Nesin,
Genco Erkal, Bilgesu Erenus ve yanlarında birikisi avukat on
kadar muteber şahsiyet çıkageldi. Bu, ünlü düşkünü ve Aziz
Nesin hayranı Binbaşı’nın tamamen koğuşumuza teslim olması
demekti. “Artık benimsiniz” demişti, bizi ilk gördüğünde.
Şimdi işler değişmiş, O bizim olmuştu...
Hasdal’da kaldığımız sürece Aziz Nesin ve
beraberindekiler üç-dört kez ziyarete geldi. Onları başka
aydınlar izledi. Binbaşı gelen tüm ünlülere güleryüz
gösteriyor, yakın muhabbet kuruyordu. En çok da, en ünlü olan
Aziz Nesin’le...
Sözü gelmişken, 12 Eylül’de aydınlarımızın
büyük bir sınav verdiğini belirtmek isterim. Darbenin hemen
akabinde örgütlü mücadelenin içinde yer alan, kıyısında duran
ya da bağımsız yürüyen tüm aydınlar ortak tavır ve dayanışma
oluşturdular. Dışarda kalanlar, içerdekilerin halini ahvalini
takibe başladılar. Bir avukatlar ordusu bu dayanışmaya destek
verdi. İçeri alınanların sayısı arttıkça dışardakilerin insanı
ve vicdanı huzursuzluğu da katmerleniyordu. Hatta bazı
aydınlar kendilerinin dışarda kalmasına içerlemeye bile
başlamıştı. Örneğin TKP çizgisinin şairlerinden Yaşar Miraç’ın
(nam-ı diğer ‘lacivert şair’) vicdan muhasebesini iyice
abartarak, birkaç kez küçük valizini hazırlayıp Selimiye
kışlasına, olmadı Gayrettepe siyasi şubeye teslim olmak için
gittiği, “listelere bir daha bakın” ısrarlarına rağmen
kendisiyle ilgili herhangi bir soruşturma ve arama olmadığı
için kös kös geri döndüğü bilinen bir vakadır. Memleketten
aydın manzaraları işte böyleydi...
Gelen-gidenler hem sevindirmiş hem
hüzünlendirmişti. Hasret ayaklandı. Benden yana henüz
ziyaretçi yoktu, ne sevgili, ne dost, ne aileden biri. Akşam
ranzanın pası yüreğimi daha bir esir almıştı sanki. Neyse ki
zaman akıyordu, birkaç gün sonra sevgili çıkageldi, yanında
partili bir avukat dost. Bahşişiyse bir koli dolusu seçme
ihtiyaç maddesi. Herkesin selamı vardı, herşey eskisi gibiydi.
Üç gün sonra da valide-peder çıkageldi. Sendikacı birader
Davutpaşa’dan Metris’e nakledilmişti, geçen hafta
görüşmüşlerdi, iyiydi. Bundan sonrası vız gelirdi.
Binbaşı’yla ilişkilerimiz sınır tanımıyordu.
Bir sabah eşini ve küçük kızını getirdi, bizle tanışsınlar
diye. İyi insanlardı. Kadının elinde taze kurabiye tepsisi,
kızın elinde birkaç Asterix cildi. Güleryüz eşliğinde koğuşa
hediye ettiler. Dedim ya, gerçeküstülük işbaşında. Aynı günün
öğleden sonrası Binbaşı koğuşun tavla şampiyonuyla maç yapmak
için geldi. Şampiyon Metin Deniz’di, ayaklarına basışımıza,
koluna çımdık atışımıza aldırmadan Binbaşı’yı iki mars bir düz
etti. Neyse ki cezası hafifdi; üç saat süreyle koğuş kapısı
kapanacak, koridara çıkılmayacaktı.
Özgürlük vergisi, bloody mary-çiğ köfte
partisi...
Ertesi sabah Binbaşı’nın iyi saatte olsunları
azıtmıştı, “dışardan istediğiniz bir şey var mı, yiğecek
içecek falan” diye sordu. Zabıta Kamil fırsatı kaçırmadı,
atıldı: Komutanım Kağıthane’ye bir inebilsem, hertürlü
ihtiyacımızı sırtlanır gelirdim evelallah”. Binbaşı duraksadı,
düşündü, konuştu: Hadi öğleyse hazırlan, şöförüm seni jiple
götürsün, üç saat iznin var...
Daha neler görecektik. Burnunun morumsu
kızarıklığından ve huşu yüklü bakışından alkol müdavimi olduğu
anlaşılan tiyatrocu Yurdaer baba zirve yolunda bir adım daha
attı: Acaba az biraz votka, domates suyu, karabiber ve birkaç
limon mümküm müydü, ilaç niyetine. Binbaşı yine duraksadı,
duyulur duyulmaz bir sesle “olur” verdi ve ekledi: Votka su
şişesinde gelsin...
Evet, bir askeri kışlada 12 Eylül’ün faşizan
ruhuna nanik yapmak böyle birşeydi.
Zabıta siparişleri aldı, uzatılan paraları
“sonra halederiz” diye geri çevirdi. Koli koli nevalelerle
döndü. Şiparişler tamamdı, üstüne kat be kat fazlası
eklenmişti. Zabıtanın dediğine göre, hepsi Kağıthane esnafının
dayanışma duygularının bir tezahürüydü ve elbette bedavaydı.
İşin aslıysa başka; Kağıthane’ye iner inmez evden şapkasını
alıp zabıta aksesuarını tamamlamış, sonra gözüne kestirdiği
dükkan ve imalathanelere denetime başlamış. Komutan jipi ve
emir eri işini kolaylaştırmış. Gelsin sucuklar, salamlar,
pastırmalar, çeşit peynirler, çikolatalar-şekerlemeler,
sigaralar, meyvalar, salata malzemeleri..etmedi çiğ köfte
kıyması, harcı. Votka dolu su şişeleri, kutu kutu domates
sularu, bir de cin ve tonik eşantiyonu... Sabunu, şampuanı,
traş makinaları, havlular... Zabıtamız, askeri rejimin
korumasında esnaftan böyle sağmıştı dayanışmayı.
Biraz güldük, biraz söylendik; ayıptı, gasptı,
hırsızlıktı, etik değildi vs. Zabıta raconu kesti: Ah be
okumuş cahiller, ne bilirsiniz zabıta-esnaf ilişkisinin
diyalektiğini. Bunlar hep olur. Hele şimdi hayda hayda olur.
Biz içerde onlar dışarda, biraz özgürlük vergisi ödedilerse ne
olmuş yani...
Günün akşamında büyük ziyafet vardı. Artık
Hasdal, bizim için “Hasdal Palas” olmuştu. Ve ben, bloody mary
denilen votka-domates suyu-karabiber kokteylini ilk kez
Hasdal’da tadarak içki kültürüme bir halka eklemiş oluyordum.
Çiğ köfte eşliğinde olması da cabası. Absürtlüğün sınırı
yoktu. Tiyatrocu, sinemacı, gazeteci taifesi böyledir işte.
Bırak kışlayı, camiye koy ertesi günü meyhaneye çevirirler
alimallah.
Zabıtanın “özgürlük vergisi” tanımı tutmuştu.
Bundan feyz alanlar dışardakilerin burnunu sürtmeye başladı.
Ne kadar zor bulunur nevale varsa istenir oldu. Bazıları ancak
havaalanı free-shop’larından bulunabilecek çikolatalar,
sigaralar-pürolar, kahve-çay çeşitleri vs... Madem içerde
olmamızdan üzüntü duyanlar vardı, eh biraz vergi ödeyerek
kendilerini iyi hissedebilirlerdi. Kaprisin, fırsatçılığın bu
kadarına pesti doğrusu.
Hasdal’ın asıl yüzü...
Özgürlük alanımızın genişlemesi Hasdal’ı
keşfetmemize de yardımcı oluyordu. Bir ayın onunda, bizim
bulunduğumuz binanın bölümlere ayrılmış “gözetim istasyonu”
olduğunu, binada bizim gibi son haftalarda toparlanmış gruplar
bulunduğunu, büyük çoğunluğunun yine bizim gibi legal siyasi
örgütlerden veya derneklerden olduğunu öğrendik; TSİP, Vatan
Partisi, İlerici Kadınlar Derneği, Öncü Kadınlar Birliği vs.
Kadınlar koğuşu, geçişi demir kapıyla engellenmiş yan
koridordaydı. Onlardan sonra yine geçişi demir kapılarla
engelli diğer koridorlar ve koğuşlar yer alıyordu. Aramızda,
bazı askerlerin tedirgin yardımseverliği sayesinde bir
iletişim köprüsü kurmuştuk. Hatta gece vakti kısa ziyaretler
gerçekleştirmiştik. Durumları hiç de iç açıcı değildi.
Binbaşı’nın hoşgörüsü onlara değmemişti. Elimizin ulaştığı tüm
koğuşlara stoklarımızın elverdiği kadarıyla sigara-yiğecek
gönderiyorduk.
Alt rübbeli subaylar ve askerler bize nasıl
davranacaklarını şaşırmışlardı. Hepsi Binbaşı’dan çok
korkuyordu. Hatta bir-ikisi, “siz onun güleryüzüne aldanmayın,
ne zaman ısıracağı belli olmaz” diyerek rehavete kapılmamamızı
öneriyordu.
Asıl şok, diğer binada olanları öğrenmeye
başladığımızda çarptı. Burası illegal örgütlerden
toplananların yeriydi. Ve hepsi yokluk, kıtlık ve asker
insafsızlığı altındaydı. Sıra dayakları, falakalar, soğukta
tutulmalar, aç bırakılmalar, yakınlarıyla görüşme
yaptırmamalar, sık sık sorguya götürülüp işkence edilmeler...
12 Eylül’ün gerçek yüzü diğer binada işbaşındaydı. Ve o
binanın da amiri bizim Binbaşı’ydı. Zabıta, “bize ne
ordakilerden” demeye yeltense de öğrendiklerimiz midemize
oturmuş, iştah ve neşemizi kaçırmıştı. Aklımız ordaydı ama
elimiz uzanamazdı. Binbaşı’ya bunu sorduğumuzda, “çok
meraklısınız, çok” diye kestirip attı. Evet, fazla
meraklıydık. Ve yüzleşme gecikmedi. Sorgu günlerimiz gelip
çattı...
Gece vakti, sorgu vakti...
İlk celp banaydı. Gecenin bir vakti iki asker
geldi, nizamaye kapısına götürdü. Başka ikisi geldi, gözlerimi
bağladı. Bir araç sesi, askeri mi sivil mi belirsiz. İçeriye
ittiler. Sanki epey yol gittik ya da kurnaz taksiciler gibi
gereksiz dolaştırmalar oldu, indirildim, hapılar açıldı bir
odaya götürülüp bir kahvehane iskemlesine oturtuldum, ellerin
arkadan bağlandı. Zifiri karanlıkta uzun bir sessizlik. Neden
sonra, Tanrıdan yetki almışcasına bir ses aniden ünlendi: Sen
komünist misin, lan! Demek odada bakışlarını sessizce üzerimde
dolaştıran biri ya da birileri vardı. Vereceğim cevabı
tarttım: Biz kendimize sosyalist diyoruz...
Bir şimşek çaktı, yüzümün sol tarafında. Bir an
Maçagoa dedeyi görür gibi oldum, “sık dişini evlat” diyordu
sanki. Aklınızda bulunsun; böyle durumlarda, yani başınız
sıkıştığında ya hayalgücünüzü kullanıp kahramanlarınızı
yardıma çağırın ya da içinizdeki muzipliğe sarılıp dalganızı
geçin. Kaşım patlamıştı, kanın ılık akışını hissettim. Bloody
mary’nin intikamı dedim kendi kendime. Yine uzunca bir
sessizlik. Partideki görevin ne!. Bu kez başka bir sesti.
Demek mesele İşçi Kültür Derneği değil Parti’ydi. İyi de,
benden önce Parti’den epey kişinin gözaltına alındığını
duymuştum, onlar nerede tutuluyordu. Ben neden onların olduğu
yerde değildim?.. Merkez büroda profesyonel olarak
çalıştığımı, bir de Sarıyer İlçe yönetiminde bulunduğumu
söyledim.
Sırdıma sert bir job darbesi. Peşisıra üç-dört
vuruş daha. Şimdiye kadarki eğlencenin ve safahatın faturası
gibiydi, sarstı. Yine sessizlik. Bu kez beni aşan bir soru:
Sovyetler ne zaman Türkiye’ye işgale girişecek!.. Allah allah,
bu da nerden çıktı. “Böyle bir işgalden haberim yok,
bilmiyorum”. Enseme okkalı bir Osmanlı tokadı, sırtıma birkaç
yumruk: Yalan söyleme, Sovyetler’e bağlı değil misiniz, size
ne talimatlar verdiler... Biz legal bir partiyiz, anayasal bir
kuruluşuz, dediğinizi anlamadım. Kaval kemiğime sıkı bir
tekme. Tanrısal ses yeniden gürledi: Bırak palavrayı da söyle,
Sovyetler’in nasıl bir işgal planı var... Bu zavallı
sorgucular kendilerini Sovyet işgali paranoyasına iyice
kaptırmış gibiydi. Ya da bizi pataklamak için bahane kıtlığı
çekiyorlardı. Valla bilsem söylerim de, böyle bir işgal
planından haberim yoktu.
Sorgucu sesini yükseltip sorusunu birkaç kez
tekrarladı, ben de cevabımı: Bilmiyorum, bilmiyorum!.. Sonra
ellerimi çözdüler, ayağa diktiler. Sorgucu kulağıma tısladı:
İyice düşünmen için sana zaman vereceğiz, bir dahaki gelişinde
bu kadar kolay olmayacak. Hiç tınmadım. Daha sıkılarını görmüş
geçirmiştim.
Aynı güzergahtan nizamiye kapısına bıraktılar.
İki asker omuzlarıma girdi, koğuşa kadar eşlik etti. Herkes
merakla bekliyordu. Halimi görünce paniklediler. Olanları
sakin sakin anlattım, telaşa gerek yoktu. Ne çare, hepsinin
asabı bozulmuştu. Demek şimdiye kadar cehennemin reklam
bölümündeydik, faşizm kendini göstermeye başlamıştı vs.
abartılı yorumlar kaynatılmaya başlandı. Deep sakin
biriyimdir. Dayak yemenin huzuru içinde düşündüm. Onca insana
yapılanların, işkencede öldürmelerin, idamların yanında bize
vurulan bir-iki fiskenin lafı mı olurmuş. En sessizi Yurdaer
baba’ydı. Zulasından votka çıkardı, birazını sek içirdi,
birazıyla kağıt mendil eşliğinde pansuman yaptı. Votka her
derde devaydı, çabucak sızdım.
Asker ve gardiyan kişiliklerin çatışması...
Sabah yara bereler kaskatıydı. Binbaşı hışımla
girdi koğuşa. “Çıkar üstündekileri” dedi. Tepeden tırnağa
gözattı. Neler olduğunu sordu. “Hayvanlar”, diye sesini
yükseltti: İşkence yok, dayak yok, hırpalama yok dedik kaç
defa. Bunlar polis değil, sadist pezevenkler. Ama izin
vermeyeceğim. Bundan böyle bu kışlada kimseye fiske
vuramayacaklar...
Asteğmene talimat verdi: Sorgulamak için kimi
alırlarsa yanına iki silahlı asker ver, katiyen yalnız
bırakmasınlar, sorgu onların gözetiminde yapılsın. Birine kötü
muamele yapılırsa seni sorumlu tutarım, bilmiş ol!... Hızlı
adımlarla odasına gitti. Telefon konuşmaları yankılanıyordu.
Tepkisi, tavrı rol değildiyse polise meydan okumaktı.
Sonraki hafta ortalık sakindi. Bizim koğuştan
kimseyi sorguya almadılar. Votka, yaralarımı hızla iyileşdirdi.
Bakıma muhtaç konumundan yeniden koğuşun eşit vatandaşı
konumuna geçtim. Sonra yeniden sorgular başladı. Her alınana
iki silahlı muhafız eşlik etti, kimseye fiske vurulmadı.
Binbaşı sözünü dinletmişti. Sorular üç aşağı beş yukarı
aynıydı; Sovyetler’in işgali ne zaman ve nasıl zırvalığı. Beni
unutmuş gibiydiler.
Diğer koğuşlarla, özellikle diğer binadakilerle
ilgili öğrendiklerimiz ve benim uğradığım şiddet herkesin
suratını düşürmüştü. Binbaşı üzerimizdeki karamsarlığı
dağıtmak için en uç noktada bir adım attı: Bundan böyle hergün
içinizden birine izin vereceğim. Altınızda bir jip, emrinizde
bir şoför olacak. Akşam beşte geri dönmek üzere istediğiniz
yere gidebilirsiniz. Geri dönmeyen beni de yakar kendini de,
ona göre. İzin sıranızı kendiniz belirleyin...
Bu bize kuşkulu-şaibeli bir teklifmiş gibi
geldi. Uzun uzun tartıştık, tarttık. Metin Deniz,
tereddütlerimizi gidermek için Binbaşı’yla bu meseleyi başbaşa
görüşerek üzere izin istedi. Döndüğünde, kendinden emin bir
ifadeyle Binbaşı’nın ruh halini ve davranış psikolojisini
anlattı. Adam kendi kendiyle hesaplaşma içindeymiş. 12
Eylül’den beri olup bitenleri sorguluyormuş. Asker kişiliğiyle
buranın gardiyanı olma kişiliği arasında bocalıyormuş. Hepimiz
legal kuruluşlardan olduğumuz için suçlu gözüyle bakmıyormuş.
Bize inanıyormuş ve sadece yardımcı olmak istiyormuş vs...
Metin, dramatik ve canalıcı tesbitini patlattı:
Geçmişiyle kavgalı, vicdanı rahatsız. Belki bizi, vicdanını
rahatlatmak ve kendini tedavi etmek için kullanıyor...
Hoppala. Yahu kendi derdimizi bıraktık da baş gardiyanımızın
vicdan azabıyla mı uğraşacağız. Tutsak mıyız, doktor mu?...
Oyladık, doktorluğu seçtik. Şehir izni caizdi
ve kullanılacaktı. Koğuş dostluğu bana torpil geçti, bunu hak
edecek kadar dayak yemiştim. Hüseyin abi ile bakıştık. Git
dedi, Git hava al biraz. Daha burada ne kadar kalacağımız,
nelerle karşılaşacağımız belli değil. Madem bir trajikomiğin
içine yuvarlandık, rolümüzü oynayalım bari...
Ertesi sabah Hasdal yamacından inerken, asker
şoför konuştu: Komutan siz geldikten sonra çok değişti, çok.
Lakabı kemikkıran’dır. Sizden öncekilere çok çektirdi. Bize de
tabi. Şimdi yeniden insan oldu desem, doğrudur. Herkese iyi
davranıyor, Allah bozmasın. Geçen hafta eşiyle birlikte Aziz
Nesin’in davetine katıldı, çocuklar gibi sevinçliydi...
Şehir turu, bir iki...
Küçük bir şehir turu, bir saat valide-peder
ziyareti, bir saat sevgili muhabbeti, birkaç dost-arkadaş
görüşmesi, ufak tefek alışveriş molası, küçük bir Boğaz turu.
Hava almak iyiydi. Biraz da düşündürücü. Dönmesem ne olurdu
acaba? Güveni ve iyiniyeti suistimal etmek buna denirdi.
Binbaşı, “dönmezseniz beni de yakarsınız kendinizi de”
demişti. Öte yandan, sorgucu’nun verdiği gözdağı aklımın bir
köşesindeydi. Zor bir durumdu. Yurtdışına kaçamayacağıma göre
mecburi istikamet Hasdal’dı.
Yurtdışı deyince, 12 Eylül’den sonra bu şansı
kullanan pekçok dostumu, tanıdığımı hatırladım. En çok da
Behice Boran’ı ve Sümeyra Çakır’ı. Behice Boran TİP’in genel
başkanıydı. Parti’de O’nunla aynı binada ve aynı katda
çalışmıştım ve beni çok severdi. 12 Eylül’ün ilk günleri
Avrupalı sosyalistlerin yardımıyla önce Fransa’ya oradan da
Belçika’ya geçti. Bir daha Türkiye’yi göremedi, 7 Ekim 1987’de
(77 yaşında) Brüksel’de öldü. Sümeyra Çakır ise Ruhi Su
Dostlar Korosu’nun hüzünlü sesiydi. İstanbul Şube Başkanı
olduğum İşçi Kültür’ün çalışmalarını Pangaltı’da Dostlar
Tiyatrosu ve Ruhi Su-Dostlar Korosu ile ortaklaşa
kullandığımız bir binada yürütüyorduk. Tiyatro ve
korodakilerle iç içeydik. Birçokları gibi Sümeyra ile da
dostluğumuz buradandır. Yakalanmamdan iki ay kadar önce
Beşiktaş’ta karşılaşmıştık. Sarılıp hasret gidermiş, ne var ne
yok üzerinde epey konuşmuştuk. “Artık burda yaşanmaz,
arkadaşlar ayarladı haftaya Almanya’ya gidiyorum” demişti.
Gitti de. Ve bir daha dönmedi, dönemedi. 5 Şubat 1990’da henüz
44 yaşında kansere yenik düştü, Frankfurt’ta... Onları tanımak
iyiydi. Sevgiyle...
İyiniyet gösterisi mi, yoksa biraz daha
oyalanırsam aklım iyice karışır korkusundan mı bilmem, izin
süremden iki saat önce (saat üçte) yuvaya geri döndüm. Herkes
meraklı, sordu: Şehir nasıl?.. İyiydi, iyi...
Ertesi gün Metin, sonra Hüseyin, Mehmet ve
diğerleri. Yedinci çarşı izni de vukuatsız bitti. Binbaşı
sinirli ve kaygılı bir suratla ortalıkta göründü: Buraya kadar
beyler. Belli ki birileri aleyhime çalıştı, ihbar etti.
Hakkımda soruşturma başlatıldı... Espri yapmayı da ihmal
etmedi: Belki beni de sizin koğuşa katarlar. Konuşurken hep
Metin Deniz’e bakıyordu, hala oğlu üzerinden medet umar gibi.
Evet, iş ciddiydi ve Binbaşı Hasdal ana
karargahında üstleri tarafından sorguya çekilmişti. İki konuda
savunmasını istiyorlardı; polisin işine soruşturmaları
engelleyecek kadar burnunu sokmak, gözaltındakilerle ve
ziyaretcileriyle görevinin sınırlarını aşacak samimiyet
geliştirmek. İki hafta süreyle savunmasını hazırladı. Yazıya
döktükçe gelip bize okuyordu. Genelde silahlı kuvvetlerin
şeref ve görev anlayışı, ordu-millet beraberliği, Atatürkçülük
vs. üzerine kırık dökük cümleler. Bir yanını düzeltsen öbür
yanı elde kalan cinsten.
Savunma günü geldiğinde Binbaşı’yı
tezahüratlarla uğurladık. Göster onlara, dedik. Yanındayız,
dedik. İki doz morfin yemiş kadar sakin döndü. Diyeceğini
demişti ve hakkında verecekleri kararı bekleyecekti. Ya
disiplin cezası alacak ve zaten pek parlak olmayan sicili daha
da kararacak ya da daha sert bir ceza; belki emeklilik belki
ihraç...
Biz Binbaşı’yla ilgili kararı beklerken
sevindirici bir sürprizle karşılaştık. Peş peşe salıvermeler
başladı. Üstelik bazısı sorgulanmamıştı bile. En komiği Su-Der’lininkiydi.
Sabah tahliye kararı kendisine bildirilmişken, mahpus
dostluğunun hatrına öğleden sonraya kadar bizimle kaldı. “Bu
güzel insanları, bu dostluğu muhabbeti bırakıp nasıl
gideceğim” diyordu garip. Israrlı iteklemelerimiz olmasaydı
eminim ki akşama kadar da kalacaktı. Peşinden zabıta gitti,
Metin Deniz gitti, Metmet Akan... Ne iyi, hepimiz sırayla
bırakılacaktık.
Adım okununca, “hıh sıra bende” dedim. Evet,
Hasdal’dan gitme sırası bendeydi ama eve, özgürlüğe değil.
Benim payıma düşen 12 Eylül henüz bitmemişti. Yolum, önce
Harbiye askeri müzenin mahzenine, oradan Gayrettepe siyasi
şubesinin yeraltı hücrelerine ve en sonunda Selimiye
kışlasının bodrumundaki eski at ahırlarına uzayacaktı...
Eşyalarımdan sırt çantama sığacak kadarını seçtim, Hasdal
mukimlerine veda ettim. Geldiğimizde kara kıştı, şimdi bahar.
Camları siyah minibüse binmeden önce son kez Hasdal’a baktım.
Haliyle boynum büküktü, geride bıraktıklarımdan çok ileride
olacakların belirsizliğini düşünmeye dalmıştım.
Üzgünüm, daha bitmedi. Devamı yakında, yine bu
sütunda... |