Genel kanı, internet’in yeni bir aydınlanma çağı
başlattığıdır. Buna dijital devrim diyenler de var. En
sevdiğim tanım ise muhafazakar toplum bilimcilerin kullandığı
‘anarşinin altın çağı’dır. Zira dijital devrimin geniş
kitlelere sağladığı ‘bilgiye ulaşma’ imkanı klasik düzeni
sarsıyor, hiyerarşik yapıları altüst ediyor. Artık statüko
sökmüyor, emir-komuta işlemiyor. Toplumlar devlet elitine ve
yönetenlere internet sayesinde meydan okuyabiliyor;
toplum-devlet ilişkisi yeniden tanımlanıyor. Şeffaflık ve
hesap sorulabilirlik kurumsallaşıyor. Bu demokrasidir,
özgürlüktür, özgürleşmedir.
İnternet bize sadece bilgiye kolay ulaşma olanağı vermiyor,
düşüncelerimizi, itirazlarımızı beklentilerimizi, velhasıl
kişisel manifestolarımızı deklare etme, yayma imkanı da
sağlıyor. Başka bir değişle, olup bitene müdahil olma şansı
tanıyor. Mail platformları, web siteleri, 'facebook’lar, 'twitter’ler
vb. sanal etkileşim araçları sayesinde oturduğumuz yerden
dünyanın öbür ucundakiyle fikir alışverişinde bulunabiliyor,
laf yarıştırabiliyoruz. Sanal fikir kulüpleri, sanal
örgütlenmeler, hizipler, fraksiyonlar... Ve internet sayesinde
daha çok tartışma zemini bulabiliyoruz. Yaşasın dijital
devrim.
Tartışmak iyidir. Toplum ve siyaset bilimciler bizi
kandırmıyorsa tartışmalar, gruplaşmalar ve ayrışmalar iyiye
işaret. Zira bu, diasporada siyasallaşma sürecinin alametleri.
Kendimiz için, kendi kimliğimiz ve geleceğimiz için
siyasallaşma... İyi yolda olduğumuzu gönül rahatlığı ile
söyleyebiliriz. Öyle görülüyor ki, tartışmalar daha da
artacak, daha da keskinleşecek. Daha çok sinirlerimizi
gerecek, canımızı sıkacak. Bunlar toplumsal devinimin
doğallığı. Hatta gerekliliği. Yeter ki tartışmayı bilelim ve
bu tartışmalar ileriye hamle yapmamızı sağlayacak fikirler
ortaya çıkarabilsin. Ünlü Çin liderinin meşhur deyişiyle, ‘yüz
çiçek açsın, bin fikir yarışsın’...
Belki henüz fikir yarıştıracak düzeye ulaşamadık. Dijital
platformlar şimdilik serbest atış poligonlarına benziyor.
Kimimiz mavra keyfi için, kimimiz yazar olma hevesini tatmin
için, kimimiz başkasını karalamak için yazıyoruz. Sataşmak,
laf çakmak, havanda su dövmek... Dahası, kimi ‘ağır
abi’lerimiz işi tehdide kadar vardırabiliyor. Böyle mecralarda
iki satır yazarak toplumsal sorumluluğumuzu yerine getirmiş
gönül rahatlığına eriyoruz. Hepimiz freni olmayan araçlarda,
sadece gaz pedalına basarak yol alan sürücüler gibiyiz. Kural
yok, nezaket yok, saygı yok, tevazu yok. Kimsenin kimseyi
aldırdığı yok. Kimsenin kimseyi gördüğü, duyduğu yok.
‘Görmek’ ve ‘duymak’... Bunlar, bilim-kurgu romancılığının
dahilerinden Ursula K. Leguin sıkça kullandığı
imgelerdir. Yarattığı hayali gezegenlerde yaşayan farklı
toplumlarda iletişimin sihirli sözcükleridir. Biri diğerinin
tavır, davranış ve konuşmasından hoşlanır, benimser, önemserse
‘seni duyuyorum’ der. Kabuldür, teşviktir, devamdır. Aksi
durumda ise ‘seni duymuyorum’ der. Reddim, yoksaymadır,
sondur. James Cameron
bu imgeleri, Avatar filminde Pandora gezegeni halkı Na’vi’ler
arası iletişimde kullanmıştır. Benzerlerine Avustralya,
Amerika ve Afrika yerli halkları anlatılarında da sıkça
rastlarız.
Bu sihirli sözcükleri, Kafkasya ve Kafkas
halklarının toplumsal meselelerine kafa yoranlarımız arasında
bir iletişim dili olarak kabullensek, acaba her birimizin
diğerimiz için sıkça kullanacağı sözcük hangisi olurdu?
Herhalde hepimizin ‘seni duymuyorum’ ya da ‘seni görmüyorum’
yazılı yaka kartlarıyla dolaşması pratik çözüm olurdu. Çünkü
giderek ‘duymayı’ ve ‘görmeyi’ peşinen reddeden şijofrenik bir
uçuruma sürükleniyoruz. Her birimiz, diğerimizin ne dediğini
anlamaya zerre kadar niyetli gözükmüyoruz. Benimseyeceğimiz
düşünceler olsa dahi, sırf karşı taraftan geldiği için
elimizin tersiyle itiveriyoruz. 'Olumlu’dan bakmak yerine
'olumsuz’a odaklanıyoruz. Bırakın yazı dilini, gün içi
sohbetlerde bile çoğu kez karşı tarafı dinlemek için değil,
söz bize geçince ne diyeceğimizi düşünmek için susuyoruz.
İletişim çağında iletişimsizliğe mahkum oluyoruz. Giderek
duyma-görme engelli bireyler haline geliyoruz.
Yine
de iyimserliği elden bırakmamak gerekiyor. Bakın, TOBB Ekonomi
ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Doçenti
Mitat Çelikpala toplumsal gelişim sürecini nasıl
tanımlıyor;
"(...) Diasporayı oluşturan insanlar için öncelikle yaşama
tutunma, sonra kültüre sahip çıkma ve son aşamada ise siyasi
kimlik oluşturma süreçleri yaşanır. Başka bir değişle
“muhacir”, “göçmen” gibi tanımlamalardan siyasal bir kimlik
olarak diasporaya dönüşüm söz konusu olur ve yeni bir kimlik
tanımlamasına geçilir. (...) Bu bir siyasallaşma sürecidir.
(...) Bu dönüşüm, kimlik oluşturma süreci öyle çok rahat ve
kolay biçimde ilerlemez. Bu sancılı bir süreçtir ve bu süreci
atlatırken ya da bu süreç içinde yaşarken çekişmeler,
parçalanmalar ve mücadeleler söz konusu olur. Ben,
Türkiye’deki diaspora arasında bugün şahit olduğumuza benzer
tartışmaları daha çok yapacağımıza inanıyorum. Büyük
ihtimalle, Türkiye’deki Kuzey Kafkasya diasporası içinde ya da
oluşacak çeşitli diasporalar arasında daha büyük ayrışmalar,
daha fazla gruplaşmalar hatta daha sert karşılaşmalar olacak.
(...) Benim gözlemim, Türkiye’de ve Türkiye merkezli
diasporalarda bu ayrışma süreç başlamıştır. Akademik açıdan
çok mantıklı, çok doğal gelen bu süreç işin içinde olan sizler
açısından çok rahatsız edici olabilir. Ama bu bir gerçek ve
yaşanıyor."
Tezcanlılığımız ve hırçınlığımız, kültürel kimlikten siyasal
kimliğe geçişte geç kalmışlığımızdan kaynaklanıyor olabilir.
Belki şimdi, kısa süreye çok şey sığdırma telaşındayız. O
yüzden bu kadar hoyrat, bu kadar sorumsuz davranıyoruz.
Çelikpala, sürecin nasıl ilerleyeceğini ise iki ihtimalli
değerlendiriyor;
"(...) Bu süreç iki türlü gelişebilir: (1) Bu farklı
diasporalar ya da farklı diasporik kimlikler ayrı ayrı kendi
tanımlamalarını, siyasi konumlarını, ilke, amaç ve hedeflerini
oluştururlar, daha sonra diğer benzer diasporalar ya da
diasporik kimliklerle ortak bir algılama, anlayış ve vizyon
geliştirmeye yönelirler; böylece daha sağlıklı bir şekilde hem
anavatan hem yaşanılan ülkenin gerçeğine uygun kendi toplumuna
bütünsel bir kimlik kazandırmak, politik vizyon sağlamak ve
birlikte ortak bir hedef ortaya koymak söz konusu olabilir.
(2) Ayrışma süreci iyi algılanamaz ve iyi yönetilemez ise önü
alınamaz bir çözülme yaşanır. Bunun yaratacağı sonuç etkisiz,
örgütsüz ve kifayetsiz yapılar olacaktır."
Toplumsal gelişim sürecimize ilgi duyanlar, Çelikpala’nın ve
birbirinden değerli akademisyenlerin konuyla ilgili
makalelerini Abhazya’nın Dostları tarafından yayınlanan
“Abhazya’nın Bağımsızlığı ve Kafkasya’nın Geleceği” kitabında
okuyabilirler.
Sayın Çelikpala’nın analizlerine katılıyorum. Kültürel
kimlikten siyasal kimliğe geçiş süreci iyi yönetilemez ve iyi
rotalanamazsa, Türkiye’deki sol siyasi gruplar gibi asgari
müştereklerin yitirildiği kaotik bir didişmeye yelken açarız.
Velhasıl,
Tartışmak, toplumsal fayda sağlayacak düşünce ve önermelerin
ortaya çıkması mümkün olduğu sürece iyidir. Yüz çiçeğin açıp
bin fikrin yarışacağı bir zenginliğe ve olgunluğa ulaşması
dileği ile... |