1990’da acemi bir parlamento başkanıydı, kritik süreçlerde
sınav verdi; halkının kaderine hükmetti ve ülkesini
bağımsızlığa taşıyan “gerçek” bir kahraman oldu...
Hiç kuşku yok ki, Abhazya bugünlere, Vladislav Ardzınba’nın
bilge, kararlı, karizmatik lider kişiliği sayesinde ulaştı.
O’nu 1989’da Abhazya’yı ilk ziyaretimde tanımıştım. O zaman,
ekonomi editörü olarak çalıştığım Hürriyet Gazetesi adına,
Türk-Sovyet Karma Ekonomi Konseyi toplantısı için Moskova’ya
davet edilmiştim. Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’den 1 hafta
ek izin koparmış, Moskova programı sonrası, Sovyet Yazarlar
Birliği’nden Rady Fish ve Vera Feyenova’nın yardımları ile
Abhazya’ya gidebilmiştim. Gorbachev’in “glasnost” ve
“perestroyka” fırtınası devam ediyordu ya, yine de 23 Ekim
1989’da, Moskova’dan bir uçağın diğer yolculardan tecrit özel
bölümünde, tek başıma yolculuk ederek Sohum’a ulaşmıştım. 130
yıl sonra anavatanla kuçaklaşmanın coşkusu, doğal güzelliğin
ve 87 derecelik “çaça”nın sarhoşluğu, akrabalar, yazarlar,
şairler, parlamenterler, bakanlar derken, 27 Ekim günü,
Abhazya Tarih ve Bilim Enstitüsü Başkanı (1988’de bu göreve
seçilmişti) ve SSCB Halklar Meclisi üyesi (B.Şinkuba ve F.
İskender ile birlikte o yıl Abhazya’yı temsilen seçilmişti) V.
Ardzınba’nın odasındaydım. 1985’de Hatti-Hitit tarihi üzerine
doktorasını tamamlamış genç bir akademisyenken (14 Mayıs 1945
doğumlu) Abhazya’yı da içine alan büyük değişimin anaforunda
politikanın içine sürüklenivermişti. Dinamik ve karizmatikti.
Abhazya’da tanıştığım kişiler içinde en etkileyici olanıydı ve
hiç kuşku yok ki, herkesten bir adım öndeydi.
Eski Sohum Limanı’na bakan Enstitü binasındaki ofisinde 4
dilin (Abhazca, Türkçe, İngilzce ve Rusça) harmanlandığı 1,5
saate yakın görüşmemizde, O Abhazya’nın ahvalini anlattı, ben
de Türkiye’ninkini… Ardzınba’nın etnik contentinde Türklük
vardı. Annesinin baba tarafı Abhazlaşmış Türk'tü, Osmanlı’dan
kalan…
Abhazya kritik bir sürece girmişti. Sovyetler dağılıyordu ve
yerine neyin konacağı henüz belli değildi. Gürcistan’da
Abhazya’yı ilhak heveslisi milliyetciler Zviad Gamsakhurdia
öncülüğünde güç kazanıyordu. Kısa süre önce, 1.000 kadar
milliyetçi Gürcü militanın Abhazya’ya saldırısı 16 kişinin
öldüğü çatışmalarla püskürtülmüştü. 3-4 ay içinde Abhazya’da
parlamento seçimleri yapılacaktı ve Ardzınba, Abhaz ulusal
hareketi Aydgılara (Birlik) tarafından desteklenen adayların
başında yer alıyordu. Daha şimdiden Abhazya’nın yakın
geleceğine hükmedeceğini biliyor gibiydi.
Sonunda, “Abhazya için yeni bir gelecek başlıyor. Buraya
gelmeli ve bize katılmalısın” diyiverdi.
Henüz politikanın acemisiydi ama inandırıcılığı ve ikna gücü
yüksekti. En azından bana söktü… “Bunu düşüneceğim” dedim. En
az bir yıl sürecek mazeretim vardı.
30 Ekim’de (tam da 30. yaş günümde) Abhazya’dan yüksek
duygular ve karmaşık düşüncelerle ayrılmıştım. Söz yerindeyse
vurgunu yemiştim. Sohum’dan Batum’a sekiz yolcu kapasiteli
pervaneli bir uçakla katederek, henüz yeni açılan Sarp sınır
kapısından geri dönmüştüm. Üç beş gün içinde, İstanbul’un da,
gazeteciliğin de, yaşamımın da katlanılmaz derecede sıkıcı
olduğunu anlayıvermiştim (!). Çetin Emeç “parlak bir kariyerin
var, yazık etme” dedi; oğul Simavi, “Moskova’da büro açma
iznini yeni aldık, istersen Moskova temsilcimiz ol”
önermesinde bulunmuştu. Arkadaşlardan “deli misin”ler, aile
çevresinden de “olmaz”lanmalar yükselmişti. Doğruydu, iyi bir
mesleğim, işim, eşim, çevrem vardı. Kariyerim “parlak”tı. Kısa
süre önce TÜSİAD tarafından “yılın gazetecisi” seçilmiştim vs.
Herkes haklıydı.
Zaman kazanmak için, daha önce planlanmış (orada yaşayan
sevgili biraderim sayesinde) Amerika macerasına sığındım;
“dilini geliştir, yeni dünyayı keşfet vs.” cinsinden bir
program... Sekiz ay sürdü. Kendi “eski”sine, köklerine dokunan
birine onlarca “yeni dünya” verseniz ne yazar. Ben de yeni
dünyanın eski insanlarına
takıldım; biraz Kızılderili biraz Amish (savaşı ve teknoljiyi
reddeden bir halk) dolanıp durdum. Çetin Emeç’in öldürüldüğünü
(7 Mart 1990) New Echota’da (Gordon
County/Georgia) sürgünde
ölen Çeroki’lerin (Cherokee)
anısına yapılan “Gözyaşı Yolu” anıtını ziyaret edip 1984’de 9
bin Nevajo ve Apaçilerin (Apache) 500 kilometre yürütülerek
sürgün edildiği Bosque Redondo’ya (Fort Summer/New Mexico)
doğru yol almaktayken öğrendim. Döndüm, 1991’in 14
Nisan’ında iki valiz eşya ile Abhazya’ya teslim oldum.
İki gün sonra Ardzınba’nın huzurundaydım. Biraz şaşkın biraz
memnun karşıladı. “Düşünmek epey uzun sürmüş” dedi. Böylece
Sohum’un iki gözde binasında (Ritsa Oteli ve Parlamento
Başkanlığı) “yeni hayat”a başlangıç yaptım.
Ardzınba, beklendiği üzere, 1990’un başında yapılan seçimlerde
parlamentoya ve ilk oturumda da Parlamento Başkanlığı’na
seçilmişti. Abhazya’nın siyasi yapılanmasında Parlamento
Başkanlığı en üst makamdı. 1922’de kurulan Sovyetler Birliği
1991’in başında dağılmıştı. Dağılma süreci birliği oluşturan
cumhuriyetlere bağımsız ülke statüsü kazandırıyordu. Ancak
birlik içinde yer alan onlarca özerk cumhuriyetin, özerk
bölgenin, kray ve oblastın ne olacağı belirsizdi. Birliği
dağıtan Gorbachev bu kadar detay düşünmemişti. Rusya,
kendisine bağlı özerk yapılarla Federasyon oluşturmuştu. Bunun
diğer ülkelere de örnek olması bekleniyordu. 28 Nisan 1991’de
Gürcistan bağımsızlığını ilan etmiş, Mayıs ayında yapılan
seçimde de Zviad Gamsakhurdia devlet başkanı seçilmişti.
Gürcistan yönetiminin Abhazya ve Acaristan özerk
cumhuriyetleri ve Güney Osetya özerk bölgesi ile nasıl bir
“gelecek” öngördüğü belirsizdi.
Kısaca, Abhazya’nın kaderini yakından etkileyecek gelişmelerin
göbeğindeydik.
Ardzınba’nın gündeminde yapılacak çok iş vardı. Benim de… İlk
haftalar daha çok geçmişi öğrenmek bugünü anlamak üzerineydi.
Tarihle yüzleştim. Dilimdeki, yüreğimdeki pası attım.
Abhazya’nın etnik dengeler üzerine kurulu siyasi, hukuki ve
idari yapısını hatmettim. Isındım… Bir bilgisayar operatörü (Mişa),
bir Rusça-İngilizce çevirmen (Luda), iki Macintosh (kiril ve
latin shift), bir renkli printer ile oluşturduğumuz
enformasyon merkezimizde kolları sıvadım.
Parlamento Başkanlığı’nın resmi yazışmaları için kurumsal bir
konsept oluşturarak işe koyulduk. Önceliği ekonomi ve dış
ilişkiler (özellikle diaspora ile ilişkiler) alıyordu.
Abhazya’yı tarihi, siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal
yanlarıyla özet olarak tanıtan Türkçe ve İngilizce bir dosya
hazırladık ve yavaş yavaş Abhazya’nın envanterini çıkarmaya,
sektör analizleri yapmaya başladık. G. Gagulya’nın
başkanlığında Dış Ekonomik İlişkiler Komitesi’ni kurduk.
Yatırım ve Kalkınma Ajansı için çalışmalara başladık. Oçamcira
limanı ve çevresini kapsayacak bir serbest bölge projesi
geliştirdik. Sohum-Trabzon arasında doğrudan deniz ulaşımının
sağlanması ve Sohum Gümrüğü’nün kurulması, diasporadan olası
geri dönüşçüler için kurumsal bir yapı oluşturulması vs.
çalışmalarına başladık. Türkiye’den Abhazya’ya ilk iş gezisini
gerçekleştirdik. Sevgili dostum Mümtaz Demiröz (o sıralar
Abhaz Derneği başkanıydı) ile birlikte bir otobüs dolusu
potansiyel yatırımcıyı ve çeşitli yayın kuruluşlarından 7
gazeteciyi İstanbul-Sarp-Batum üzerinden (macera dolu bir
yolculukla) Abhazya’ya getirdik. Böylece ilk ortak yatırım
projeleri hayata geçmeye başladı. (Bu gezi ile Abhazya’ya
gelen İzmirli iki Türk genç girişimcinin (Cahit ve Cem) öyküsü
özel önem taşıyordu. Torbalı’da kiremit-tuğla fabrikası sahibi
bu gençler Abhazya İmar ve İnşaat Kurumu Başkanı A. Arşba ile
Tkvarçal bölgesinde ön yatırım tutarı 1 milyon 300 bin Dolar
olan bir kiremit-tuğla fabrikası kurulması için anlaşmışlardı.
Cahit ve Cem 1991/92 kışında Abhazya’ya defalarca geldiler.
Sonunda proje detaylandırıldı ve işin başlaması için
Gagrabank’da açılan ortak hesaba 100 bin Dolar para
yatırdılar. Bu para ile fabrikanın kurulacağı alanda hafriyata
başlanmıştı. 14 Ağustos’ta savaşın başlaması ile A.Arşba
–ortaklarına karşı sorumluluğunu yerine getirerek-bankada
kalan 78 bin Dolar'ı çekip Nalçik’e götürdü, Cahit ve Cem’i
arayarak parayı Nalçik’ten alabileceklerini söyledi. Cem ve
Cahit Nalçik’e gidip A.Arşba ile buluştular paranın yarısını
Abhazya’ya destek için bıraktılar. Bu para, savaş sırasında
Türkiye’den Abhazya’ya yapılan ilk yardım olarak kayıtlara
geçti. Cahit ve Cem’e cömertlikleri için, Arşba’ya da
dürüstlüğü ve örnek davranışı için tşk.)
Abhazya’ya gelen gazeteci dostlarımın haberleri ve benim
çeşitli gazete ve dergilerde çıkan yazılarımla, Türkiye’deki
hem kendi camiamızın hem de genel kamuoyunun ve iş
çevrelerinin Abhazya’yı tanımaları yönünde güçlü adımlar
attık. Bu sayede Türkiye’den Abhazya’ya çok hızlı geliş
gidişler başladı. Çeşitli sektörlerde (tarım, inşaat, turizm
ve orman ürünleri) ortaklıklar kurulmaya başlandı. Bu gelişme
Abhaz-Adige işadamlarını da harekete geçirdi, kurdukları çok
ortaklı şirketle (Nartaş) Abhazya’da iş yapmak üzere kolları
sıvadılar. Diaspora ile ilişkileri daimi ve sistemli hale
getirmek amacıyla Türkiye’den üç kişiye -Atay Ceyişakar,
Cengiz Gül ve İrfan Argun- Abhazya’yı temsil yetkisi verdik.
(Kısa süre içinde dış temsilcilerimiz arasına ABD’den
Yahya-İnal Kazan ve İngiltere’den George Hewitt katıldı.
Nalçik’ten Moskova’ya, Kazan’dan Ufa’ya temsilcilik ağı
genişledi. UNPO/Temsil Edilmeyen Halklar Örgütü ile gayet
verimli işbirliği kuruldu). Bu arada, Türkiye’nin çeşitli
bölgelerinden 25 kadar gencin Abhazya’ya üniversite okumak
üzere gelmesi umut ve heyecanı daha da artırdı. (Bu
öğrencilerin bir kısmı kaldı ve Abhazyalı oldu; halen
milletvekili ve Abhazya Ticaret Odası Başkan Yardımcısı olarak
görev yapan Soner Gogua, Kardeşlik Vakfı Başkanı Oktay Çikatua
ve Geri Dönüş Komitesi’nde görev yapan Erkan Kutarba ilk akla
gelenler.)
Velhasıl diaspora-anavatan köprüsü kurulmuştu ve işler iyi
gidiyordu. Öyle ki, gelen-gidenle ilgilenmekten, hayali proje
ve önermeler dinlemekten sıkılmaya bile başlamıştık. Kiminin
milyar dolar sermayeli şirketi vardı, kiminin de Türkiye’yi
yönetenleri yönetecek kadar siyasi gücü… İlkokul mezunundan
uluslararası siyaset, marangozdan makro ekonomi dersleri
almaya alışmıştık. Dahası Abhazya ekonomisini bir anda düze
çıkarmak için organize işler (sahte dolar basmaktan,
kenevir-esrar yetiştirmeye kadar) öneren avantürler de peyda
olmuştu. Olsun, Apsuwa dediğin “yüksekten uçar”dı…
Gördüm ki, Abhazya’nın en acil sorunu dış dünya ile
haberleşmesindeydi. Rusya ve Gürcistan’a entegre bir telefon
sistemi vardı; çok eski ve hantaldı. Bu sistemle uluslararası
görüşme yapmak hemen hemen imkansızdı. Yeni bir sistem için
Türkiye’den destek arayışına başladım. Dönemin Maliye Bakanı
Adnan Kahveci ile ilişkilerim iyiydi, Ankara’ya gelerek
kendisi ile görüştüm. Abhazya’ya, toplam bütçesi 600 bin
doları bulan 10 bin abone kapasiteli bir telefon sistemi
kurulması konusunda “yardım” sözü aldım. Ancak Abhazya’nın
Moskova ve Tiflis ne der kaygısından kaynaklanan kararsızlığı
ve Kahveci’nin görev yaptığı ANAP iktidarının sona ermesi
nedeniyle bu proje gerçekleşemedi. (Kaderin şu cilvesine
bakın ki, 5 Şubat 1993’de Adnan Kahveci, eşi ve kızının trajik
ölümünün kısmi tanığı oldum. 5 Şubat 1993’de Abhazya Dışişleri
Bakanı Sait Tarkıl ve Yazarlar Birliği Genel Sekreteri Rauf
Bijnu ile temaslarda bulunmak üzere geldiğimiz Ankara’dan
İstanbul’a dönüyorduk; eski bir Suzuki 4 çeker içinde, yeni
açılan TEM’de ağır aksak yol alıyorduk. Yol tenhaydı ve
Gerede’ye 30-40 kilometre kala hızla bizi geçen siyah
Mercedes’i kıskanmıştık. 20 dakika sonra Gerede çıkışına
geldiğimizde polis araçları ve ambulanslar arasında o siyah
Mercedes’in hurdaya dönmüş halini görüp halimize şükretmiştik.
Yarım saat sonra radyodan Kahveci’nin Gerede’de trafik
kazasında öldüğü haberini dinliyordum. Araç o araçtı.)
Ardzınba’nın bitmeyen enerjisi ve geleceğe dair büyük umutları
vardı. Yine de, 1991 sonlarına doğru şartların giderek
ağırlaşması O’nu da kaygılandırmaya başlamıştı.
Ardzınba’nın bitmeyen enerjisi ve geleceğe dair büyük umutları
vardı. Yine de, 1991 sonlarına doğru şartların giderek
ağırlaşması O’nu da kaygılandırmaya başlamıştı. Gürcistan,
Abhazya ve Acaristan özerk cumhuriyetleri ile Güney Osetya
özerk bölgesi ile ilişkilerini düzenleyen anlaşmaları ve
federal yapıdaki 1978 anayasını feshederek, 1921 anayasına
dönmüştü. Abhazya’nın Gürcistan yönetimine “yeni dönemde nasıl
bir siyasi-hukuki ilişki içinde olacaklarının” konuşulacağı
görüşme talepleri yanıtsız kalıyordu.
Abhazya bu sancılı süreçten geçerken Gürcistan’da da işler
karışıyordu. Gamsakhurdia karşıtları güçlenmiş, iktidar savaşı
kızışmış, Tiflis ve Kutaisi gibi büyük kentlerinde sokak
çatışmaları başlamıştı. Gürcistan’ın da karmaşık bir yapısı
vardı; farklı etnik, sosyal ve siyasal klanlar arasında
öldüresiye bir iktidar savaşı yaşanıyordu. En büyük
hesaplaşma, kendilerini “asil Gürcü” sayan Kartveller ile
“Gürcüleşmiş” Megreller (Lazlar) arasındaydı.
Abhazya Parlamentosu’nda Abhaz ve Gürcü-Megrel vekiller
arasında uzun, sert ve sonuçsuz tartışmalar yaşanıyordu. Abhaz
aydınları ve halk temsilcileri tarafından kurulan, liderliğini
Sergey Şamba’nın yaptığı Aydgılara (Birlik) hareketi, siyaset
üzerinde baskısını artırıyordu.
Abhazya Özerk Cumhuriyeti’nin yönetim modelinde (protokolünde)
en üst siyası otorite parlamento başkanıydı. Üç yardımcısı
(Gürcü-Megrel, Ermeni ve Rus) vardı. Protokole göre, Abhazya
Parlamentosu 28'i Abhaz, 26’sı Gürcü-Megrel, 6'i Ermeni, 4’ü
Rus ve 1’i Rum olmak üzere 65 milletvekilinden oluşuyordu.
Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun siyasi yetkisi sınırlıydı.
Daha çok gündelik idari işlerle ilgili yetkilere sahipti.
Başbakan Gürcü-Megrel, bir yardımcısı Abhaz, bir yardımcısı da
Ermeni idi. Diğer bakanlıklar da Abhaz, Gürcü-Megrel, Ermeni
ve Rus’lar arasında paylaştırılırdı. Dışişleri ve savunma
bakanlıkları yoktu, bunlar Sovyetlerin yetki alanındaydı.
Bu denli karmaşık ve hassas dengeler üzerinde kurulu yapıda
karar almak ve iş yapmak giderek imkansızlaşıyordu.
Yine sonuçsuz kalan bir parlamento toplantısının ardından,
acemiliğin çaresizliğe dönüştüğü bir günün sonunda Ardzınba
ile dertleşiyorduk. Bana genellikle ya soyadımla ya da
“danışman” diye hitap ederdi.
Liderlik mi, diktatörlük mü?
Soruyordu, “Söyle bakalım danışman, ne yapmalı?”…
Sözü dolandırmadım, “Yetkileri tek elde toplamak gerek.
Abhazya’nın artık parlamento başkanına değil siyasi iradeyi
üstlenecek güçlü bir lidere ihtiyacı var. Buna hazır mısınız?”
Soruyordu: “Bana diktatörlük mü öneriyorsun?”
Cevap: “Diktatörlük değil, güçlü liderlik… Bunu siz
üstlenmezseniz başkası talip olur”.
Hızlı ve keskin siyasi gelişmeler ister istemez Ardzınba’yı
“lider”liye itiyordu. İlk adım, yönetim protokollerini
zorlayarak, yasama ve yürütmeyi tek elde toplayacak fiili
“Devlet Konseyi”nin oluşturulmasıydı. Bu adım doğaldır ki
parlamentodaki ayrışmayı hızlandırdı. Gürcü-Megrel vekiller
kazan kaldırmıştı. Abhaz, Ermeni, Rus ve Rum vekillerin
desteği ile Ardzınba ipleri tek elde toplamaya başlamıştı.
Gürcü-Megrel vekiller kısa süre sonra Parlamentodan çekilerek,
Turbaza Hotel’de ayrı bir “parlamento” oluşturdular. Saflaşma,
Gürcü-Megrel halkın sokak gösterileriyle destekleniyordu.
Abhazya ile birlikte Güney Osetya’da da sıcak gelişmeler
yaşanıyordu. Gürcistan’ın Güney Osetya’nın özerkliğini
kaldırma girişimi çatışmalara yol açmış, Osetya Parlamentosu 1
Aralık 1991’de bağımsızlığını ilan ederek kendi silahlı
birliklerini kurmuştu. Gamsakhurdia’nın “eli silah tutan tüm
Gürcüler Güney Osetya’ya” çağrısı Rusya’yı harekete geçirmiş
ve Rus ordu birlikleri G. Osetya’yı desteğe gelmişti.
Bölgedeki siyasi-askeri gelişmeler Abhazya yönetiminin de
önceliklerini değiştirmişti. Gerginlik çatışmaya doğru
sürükleniyordu. İki kademeli bir strateji oluşturuldu; (1)
Gürcistan’ın askeri müdahale hevesini kırmak, soruna
görüşmelerle çözüm aramak için Gürcistan Yönetimi’ni ikna
etmek, (2) olası bir askeri müdahaleye karşın hazırlık yapmak…
Abhazya’nın coğrafi konumu, tarihi, siyasi ve kültürel bağları
dikkate alındığında nereden destek aranacağı belliydi; Rusya
ve Türkiye…
21 Mayıs 1991’de, kardeş Kafkas halkları temsilcileri
Abhazya’ya destek için Sohum’daydı. Gelenler arasında en
dikkat çekici kişi, hiç kuşku yok ki, siyah fötr şapkasıyla
Cahar Dudayev’di ve Dudayev Rusya’ya meydan okuyordu...
Rusya Federasyonu ile ilişkiler federasyonda yer alan kardeş
Kafkas halkları ve cumhuriyetlerinin de katkılarıyla iyiydi.
Ardzınba Moskova yönetimi ile ilişkileri, S. Baburin gibi
birkaç “etkin” siyasetçinin desteği ile geliştirmeye
çalışıyordu. Rusya’nın, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya
saldırısına hemen müdahale etmesi Abhazya’da güven yaratmıştı.
Bu arada, Kuzey Kafkas halklarının birliğini sağlamak amacıyla
1989’da kurulan Kafkas Halkları Konfederasyonu, 1-2 Kasım 1991
tarihinde Sohum’da toplanan genel kurulunda Abhazya’ya “tam
destek” kararına varmıştı. Güney Rusya’daki Kazaklar
Abhazya’yı desteklemek üzere kalabalık bir heyet göndermişti.
Ayrıca Abhazya gibi Gürcistan ile ilişkileri askıda bulunan
Acaristan ve Güney Osetya yönetimleri ile “ortak tutum”
belirlemek üzere temaslara başlanmıştı. 1991’in 21 Mayıs’ı
(Kafkasya’dan Osmanlı’ya sürgünün yıldönümü) tüm kardeş Kafkas
halklarını Abhazya’ya destek verdiği büyük bir gövde
gösterisine dönüşmüştü. Adigey’den Kabardey-Balkarya’dan,
Karaçay-Çerkesya’dan, Çeçenistan’dan, Osetya’dan, Dağıstan’dan
yüzlerce delege Sohum’un eski limanındaki “Muhaceret Anıtı”nda
bir araya gelmişti. Konuşmacılar arasında en fazla dikkat
çeken siyah fötr şapkasıyla Cahar Dudayev’di. Sovyet Strateji
Hava Kuvvetleri Tümen Komutanlığı (Tümgeneral) görevinden
ayrılmıştı ve 27 Ekim 1991’de Çeçenistan’ın devlet başkanı
olacağı siyasi yürüyüşünün başında bulunuyordu. “Tüm
kötülüklerin anası olarak” tanımladığı Rusya’ya meydan okuyan
konuşması kalabalık üzerinde derin bir sessizlik yaratmıştı.
(Yanımda duran Kafkas Halkları Konfederasyonu Başkan
Yardımcısı Genadi Alamia’nın, “Bu adam Rusya’ya ve Ruslara
karşı nefret dolu. Tanrı hepimizi bu nefretten korusun,
Kafkasya’ya kan ve gözyaşı getirmesin” diye kulağıma
fısıldayışını dün gibi hatırlarım.)
21 Mayıs anması çok dokunaklıydı. Hava karardığında tören
katılımcılarının tümü sahile yayılmıştı ve her birinin elinde
meşaleler, mumlar vardı. Sahili aydınlatıyorlardı, ‘sürgünde
giden kardeşleri dönerse yolu bulabilsinler’ diye. Ve çıplak
ayaklarıyla Karadeniz'e dokunan Hibla Gerzmava (dünyaca ünlü
soprano), “Deniz kardeşimi geri ver” diye ileniyordu. (Bu
töreni ayrıca yazacağım.)
Gürcistan’a karşı safları sıklaştırma çabası hararetli bir
tempoda devam ediyordu. Ardzında sık sık Moskova’ya gidiyor,
Rusya ile ilişkileri güçlendirmeye çalışıyordu. Eksik olan
Türkiye ile yönetim düzeyinde ilişki kurmak ve büyük nüfusa
sahip Abhaz-Adige diasporası ile ilişkileri daha güçlü hale
getirmekti. Bu çerçevede Ardzınba ve beraberinde üst düzey bir
heyetin Türkiye ziyareti, gerekli ve öncelikli hale gelmişti.
Bunda ısrarlıydım, çünkü olası bir çatışmada diasporanın
desteğini kazanmak önemliydi. Öte yandan bu ziyaretin çeşitli
riskler taşıdığının da bilincindeydim. Rusya tarafından nasıl
karşılanacağı belli değildi. Zira, ete-kemiğe bürünmeye
başlayan Rusya desteğini, karşılığı olmayan bir adımla riske
atmak akıllıca olmazdı. Ayrıca, Türkiye’nin resmi olarak
Abhazya meselesini nasıl algıladığı belirsizdi ve başarısız
bir ziyaretin Gürcistan’a karşı elimizi zayıflatacağı
muhakkaktı. Arzınba’nın da kafasında aynı sorular vardı. Ben,
Türkiye’de temsil yetkisi verdiğimiz 3’lü (A. Ceyişakar, İ.
Argun ve C. Gül) ile ziyaretin detaylarını kotarmaya
çalışırken Ardzınba da Rusya’nın nabzını ölçmeye çabalıyordu.
Gürcistan’da iç savaş sonunda 6 Ocak 1992’de Gamsakhurdia
devrildi, yerine “Beyaz Tilki” lakaplı Shevardnadze geçti.
“Beyaz Tilki” selefini aratmayacak denli şovendi...
Gürcistan’da şiddetlenen iç savaş iktidarın devrilmesiyle
sonuçlanmıştı. 6 Ocak 1992’de Zviad Gamsakhurdia ülkeyi terk
etti ve Çeçenistan’a sığındı. Devirenlerin oluşturduğu Devlet
Konseyi yönetime el koydu ve Devlet Konseyi Başkanlığı için
Moskova’dan Eduard Shevardnadze davet edildi. “Beyaz Tilki”
lakaplı Shevardnadze, Sovyetler Birliği’nin son dışişleri
bakanıydı ve Gorbachev ile birlikte “Sovyetleri yıkan” lider
olarak Batı’da yüksek krediye sahipti.
Shevardnadze’nin gelişi Abhazya’da yalancı bir umut yarattı.
Gamsakhurdia gibi şoven ve saldırgan olmayacağı, Abhazya ile
ilişkilerde “akıl yolu”nu tercih edeceği beklendi. Ancak kısa
sürede umutlar “boş”a çıktı. “Beyaz Tilki” selefini
aratmayacak denli “densiz” ve şovendi.
Shevardnadze’nin Batı’daki kredisi Gürcistan’a ihtilaflı
konuma rağmen Birleşmiş Milletler’e ve AGİT (Avrupa Güvenlik
ve İşbirliği Teşkilatı) gibi uluslararası kuruluşlara üyelik
sağladı. Bu üyeliklerle Abhazya, Acaristan ve Güney Osetya
Gürcistan toprağı olarak tanımlanmıştı.
Abhazya’da gerilim tırmanırken Haziran ortasında Güney
Osetya’da savaş patlak verdi. 18 Haziran 1992’de Gürcistan
birlikleri Güney Osetya’ya saldırdı. Rusya’nın müdahalesi ile
4 Temmuz’da ateşkes imzalanarak güvenlik koridoru
oluşturulmuştu.
O hafta Ardzınba Moskova’ya gitti. Beş gün sonra döndüğünde
yanına çağırdı ve Türkiye ziyaretini en kısa süre içinde
yapmamız gerektiğini söyledi. Bunu farklı ihtimaller ışığında
yorumladım; (1) Moskova’dan umduğunu bulamamıştı, (2) Rusları
kızdırmak pahasına Türkiye şansını kullanmak istiyordu, (3)
Ruslara, “siz destek vermezseniz başka kapılar açarız” mesajı
vererek etkilemek istiyordu, (4) Ruslar, Türkiye ziyaretine
onay vermişti.
“Hangisi” diye sorduğumda “hepsi” cevabını vermişti.
24-31 Temmuz tarihlerini belirledik. Cumhurbaşkanı (Turgut
Özal), Başbakan (Süleyman Demirel), Başbakan Yardımcısı (Erdal
İnönü) Dışişleri Bakanı (Hikmet Çetin), Parlamento Başkanı
(Hüsamettin Cindoruk), muhalefet parti başkanları (Mesut
Yılmaz ve Bülent Ecevit) ile görüşmeleri de hedefleyen bir
program için çalışmalara başladık. Elbette, diaspora ile
şaşalı bir kucaklaşma ihmal edilmeyecekti. Ardzınba ile
birlikte Türkiye’ye gelecek heyet K. Ozgan (Parlamento Dış
Ekonomik İlişkiler Komitesi Başkanı), G. Dopua (Enerji,
Ulaştırma ve Haberleşme Bakanı), N. Çanba (Kültür Bakanı), G.
Alamia (Parlamenter, Kafkas Halkları Konfederasyonu Başkan
Yardımcısı), A. Cergenia (Ardzınba’nın Özel Temsilcisi ve
Başdanışmanı) ve benden oluşuyordu.
Abhazya, Sovyetler Birliği’nin gözde turizm merkezlerinden
biriydi. 500 bin civarında insanın yaşadığı bu ülkeye her yıl
5 milyondan fazla turist gelirdi. Sovyetlerin dağılma süreci
Abhazya’ya turist gelişini büyük ölçüde engellemişti. Gelen
turist sayısı 1990’da 1 milyona, 1991’de 400 bine ve 1992’de
de yüz binin altına düşmüştü.
1992’de iyice tırmanan gerginlik yüzünden Abhazya’da yaşam
giderek zorlaşıyordu. Ruslar ve Rumlar Abhazya’yı terketmeye
başlamıştı. Korku ve karamsarlık kanser gibi yayılıyordu.
Korkuya meydan okumak üzere bir şey yapmak gerekiyordu ve ünlü
açıkhava şenliği böyle başladı...
Güney Osetya’daki çatışmalar, o sıralarda Gagra, Pitsunda,
Gudauta ve Sohum ve Oçamçira sahillerinde tatil yapanları
kaçırmakla kalmamış, yerli halkı da sindirmişti. Sohum’da
yaşam giderek soluyordu, hava kararmadan kent yaşamı
duruyordu; insanlar sokaklardan çekiliyor, evlerine
kapanıyordu. Sohum neredeyse ölü bir kent olmuştu. Rumların
Yunanistan’a, Rusların Rusya’ya göçü hızlanmıştı.
Karamsarlık kanser gibi Sohum’u rehin almıştı ve ben insanları
sokaklarda tutmak için ne yapmak gerektiğini düşünüyordum.
Ritsa Oteli’nin deniz tarafında Ermeni Agop’un işlettiği cafe
ve çevresinde haftada bir şarkılı-danslı bir açıkhava
etkinliği düzenlemeye karar verdim. Türkiye’den gelen
öğrencilerin ve yakın dostlarımın desteği ile Haziran’ın
ikinci yarısı Cuma öğleden sonrası şenlik başladı. Müzik ve
dans gruplarının performanslarıyla desteklenen bu mütevazı
şenlik iki hafta içinde, taa Gagra’dan, Gudauta’dan, Oçamçira
ve Tkvarçal’dan da insanların geldiği, binlerce kişinin
katıldığı, umut ve yaşamın korku ve karamsarlığa meydan
okuduğu bir karnavala dönüştü. Abhaz, Rus, Ermeni, Gürcü, Rum
şarkı ve danslara rap, vals, slow, tango eklendi... Sergiler,
sokak tiyatrosu, mim gösterileri, şiir düelloları izledi. Bu
küçük adım o kadar etkili oldu ki, yazarlar, şairler,
ressamlar, parlamenterler, bakanlar icabet etmeye başladı.
Herkes Cuma’yı iple çeker oldu. Ardzınba da dayanamadı, geldi,
10 yıldır ilk kez dans etti. Beni, “sen sihirbaz mısın”
diyerek kucakladı. Velhasıl “Sezai’nin Karnavalı” taa
Nalçik’e, Maykop’a, Moskova’ya, Leningrad’a kadar uzanan bir
efsane oldu. O hafta karnaval varsa savaş yok demekti. (Bu
karnavalı, Agop’un cafesini, Agop’u ve Ritsa Oteli’ni ayrıca
yazacağım.)
Savaş yaklaşıyordu ve Ardzınba, “Savaştan çok, sonrasını
düşünüyorum. Gürcüler bizi yenemez ama bu savaşta en değerli
insanlarımızı kaybedeceğiz. Zaten nüfusumuz az ve geride
kalanlarla toparlanmamız kolay olmayacak” diyordu. Bu
dokunaklı sözler bana, tanıdığımda politikanın acemisi olan
Ardzınba’nın artık halkının kaderine hükmeden bir lidere
dönüşmeye başladığını anlattı...
Türkiye’ye gelişimizden kısa süre önce önce Ardzınba’nın
ofisinde hazırlıkları gözden geçiriyorduk. Yorgundu, gergin ve
tedirgindi. Ayağa kalktı, geniş pencerelerden eski limana, dev
okaliptus ağaçları arasından Karadeniz’in maviliğine uzun uzun
baktı. Sesi titriyordu, “Biliyorsun Şevardnadze tüm
çağrılarımızı ve görüşme taleplerimizi reddediyor. Bugün bir
kez daha telefonla ulaşmaya çalıştım, görüşmedi, yardımcısı
kaçamak cevaplar verdi. Artık savaşın çok yakınımızda olduğunu
hissediyorum. Bu, her bakımdan haksız bir savaş olacak.
Gürcistan hırsızı, uğursuzu, narkomanı üstümüze salacak, biz
ise tam tersine en iyi, en nitelikli gençlerimizle kendimizi
savunacağız. Savaşın en büyük haksızlığı burada. Bizi
yenmeleri, Abhazya’yı ele geçirmeleri mümkün değil. Tarihte
hiçbir güç Abhazya’yı ele geçiremedi. Gürcüler de bunu
yapamayacak. Ama en değerli insanlarımızı kaybedeceğiz.
Savaşın kendisinden çok sonrasını düşünüyorum. Zaten nüfusumuz
az ve geride kalanlarla yeniden toparlanmak hiç de kolay
olmayacak” dedi.
Bu dokunaklı konuşma bana, tanıdığımda politikanın acemisi
olan Ardzınba’nın artık halkının kaderine hükmeden bir lidere
dönüşmeye başladığını anlattı. Konuşma dramatikti ama benim
açımdan güven vericiydi. O’nu teselli edecek hiçbir söz yoktu.
Sadece, bu konuşmanın kendisine olan inancımı ve saygımı
pekiştirdiğini söylemekle yetindim.
Tekrar masasına döndü ve önündeki dosyalara bakarak,
“Önümüzdeki parlamento toplantısında egemenlik meselesini
görüşeceğiz ve karar alacağız. Zira artık Gürcistan
Parlamentosu’nun ve Gürcistan Devlet Konseyi’nin aldığı
kararlar sonucunda bizim Gürcistan’la hiçbir huhuki ilişkimiz
kalmadı. Bu durumda biz de kendi yolumuzu belirlemek
durumundayız.” diye devam etti.
Önümüzdeki parlamento toplantısı 23 Temmuz Perşembe günü
(1992) yapılacaktı. Türkiye ziyareti ise 24 Temmuz Cuma günü
başlayacaktı.
“Bu durumda Türkiye ziyaretini erteleyecek miyiz ya da siz
gelmeyecek misiniz” diye sordum. Zira, egemenlik kararının
Gürcistan’ı kızdıracağı, ayrıca hemen Türkiye’ye gitmenin
Rusya tarafından nasıl algılanacağı da belli değildi. Haydi
bunları bir tarafa bıraktık, bu denli kritik bir karar sonrası
bir numaralı liderin ülke dışına gitmesinin halk tarafından
nasıl değerlendirileceği düşünülmeliydi. Bunları sordum.
Gülümsedi. “Hepsini düşündüm. Türkiye’yi ziyaret programı
şimdilik aynen devam edecek” dedi. Biraz daha üsteledim. Zira,
Türkiye’den (yönetimden ve diasporadan) karşılığı olmayan
yüksek bir beklenti içinde olmasından korkuyordum. Türkiye
ziyaretinin önemi ve beklentiler konusunda hep ölçülü ve
temkinli değerlendirmeler yapmıştım. Bu kritik dönemde,
Abhazya’nın bağımsızlığı yolunda atılacak en önemli ve bir o
kadar da tehlikeli bir adımdan hemen sonra Türkiye’ye gitmekle
beklenti çıtasını çok mu yükseltiyorduk?.. Ayrıca Türkiye’de
hedeflenen görüşmelerin çok gerisinde bir ziyaret programı
oluşmuştu. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Başbakan Yardımcısı ve
Dışişleri Bakanı ile görüşme henüz konfirme edilmemişti.
“Bunları önümüzdeki günler düşünmeye ve değerlendirmeye devam
ederiz” dedi. Düşünme ve değerlendirme son ana kadar devam
etti.
23 Temmuz 1992’de Abhazya Parlamentosu “egemenlik” kararı
aldı. Parlamento ve çevresinde toplanan çoşkulu kalabalık
bağımsızlık yolunda atılan bu adımı kutluyordu. Muhteşem bir
gündü ve üç gün önce Abhazya’ya gelen gazeteci dostum Nazım
Alpman (Milliyet’ten) tanık olduğu bu anı, “ilk kez bir
devletin doğuşuna, kuruluşuna şahit oldum, inanılmaz” diye
özetliyordu.
23 Temmuz sabahı, Abhazya’nın hemen her bölgesinden gelen
binlerce insan Parlamento binasının etrafında coşkulu bir
kalabalık oluşturdu. Sloganlarla, bayraklarla, pankartlarla,
çiçeklerle, şiirlerle, şarkılarla Parlamento’ya destek
veriyorlardı. Tam bir bayramdı. Saat 15:00 sularında
Parlamento oybirliği ile (Abhaz, Rus, Ermeni ve Rum vekillerin
tamamının oyu ile) Abhazya’nın egemenlik kararını aldı ve ilan
etti. Egemenliğin simgesi olarak bayrak ve devlet arması kabul
edildi, milli marş için karar alındı. Muhteşem bir gündü ve üç
gün önce Abhazya’ya gelen gazeteci dostum Nazım Alpman
(Milliyet’ten) tanık olduğu bu anı, “ilk kez bir devletin
doğuşuna, kuruluşuna şahit oldum, inanılmaz” diye özetliyordu.
(Nazım Alpman, bir haftalık Abhazya ziyaretini Milliyet’te
kapsamlı bir yazı dizisi ile milyonlara aktarmış, Abazların
“Tanrı tüm halkları özgür, mutlu ve müreffeh kılsın, Abhazları
da unutmasın” duasına uluslararası ün kazandırmıştı.Tşk.)
“Egemenlik bayramı”nın sıcaklığını üstümden atıp Türkiye’yi
ziyaret için hazırlıkları gözden geçirmek (görüşmelerde masaya
konacak tanıtım ve proje dosyalarını tamamlamak ve ziyaret
programına son şeklini vermek) üzere ofise geçmiştim. Saat
19:00 suları Ardzında kapıdan başını uzattı, “gidiyoruz” dedi.
24 Temmuz Perşembe günü saat 10:15’de, bizi Soçi’den
İstanbul’a getirecek uçak havalandığında, hepimizi için için
kemiren “Rusya veya Gürcistan’ın Rusya’daki eli Türkiye’ye
gidişimizi engeller mi” tedirginliği yerini “işler yolunda”
rahatlığına bıraktı. Ardzınba ve beraberindekiler, ülkelerini
temsilen, Rusya dışında bir ülkeye ilk kez gidiyordu. Ve
Türkiye’deki Abhaz-Adige diasporası ilk kez anavatandan bu
düzeyde bir heyeti karşılayacaktı. Yeterince heyecan
vericiydi. Ve 7 günlük ziyaretin her anı heyecan dolu geçti.
Resmi-gayrıresmi tüm görüşmelerin Abhazca yapılması konusunda
mutabakata varmıştık. Ve tercüme işi bana düşüyordu.
Abhazca'ya o denli hakim olmadığımı söyleyince, Ardzınba,
“Abhazcaya değilse de Abhazya’ya hakimsin. Benim de Abhazca'm
iyi değil. Senden, görüşmelerde ne söylediğimi değil ne
söylemek istediğimi anlatmanı istiyorum” diyerek özgüvenimi
yükseltti.
Gezi ufak tefek aksiliklerle başladı. Atatürk Havaalanı’nda
bizi karşılayacak ekip yanlış uçağa gitmiş, çaresiz pasaport
kontrolüne vardığımızda bizi bulabilmişti. Çıktığımızda ise
kim hangi araca binecek kargaşası yaşandı. Hesapta olmayan bir
oldu-bitti ile yüz yüzeydik; karşılama ekibinde Tarık Ümit de
vardı ve Ardzında ile ben apar topar T. Ümit’in aracına
bindirildik. Türkiye ziyaretinin “derin devlet” ve “mafya” ile
şaibeleşmesi iyiye alamet değildi. Bu, pimi çekilmiş bir
bombanın kucağa düşmesi gibi bir şeydi. T. Ümit, Ardzınba ile
aynı sülaledendi. Temsilcilerle birlikte daha önce Abhazya’ya
gelmiş, “ilişki ağı, gücü ve becerisi” konusunda Ardzınba’yı
etkilemeyi başarmıştı. T. Ümit konusunda temsilciler arasında
da görüş farklılıkları vardı. Ancak baskın ve ele avuca sığmaz
bir karakter olduğu için kimse başa çıkamıyordu. Ardzınba’yı
akrabasından uzak durması konusunda ikna etmem o kadar kolay
olmadı. Hiç değilse bu ilişkinin “özel” kalmasını, resmi ve
açık görüşmelerde yer almamasını sağlayabildim.
Ardzınba ve heyeti Türkiye’deyken, Başbakan S. Demirel ve
Dışişleri Bakanı H. Çetin Tiflis’e giderek Şevardnadze ile
anlaşma imzaladılar. Bu, Şevardnadze’ye “Abhazya’ya saldır,
destekliyoruz” demekti. Belleğimize, “arkadan hançerlendik”
olarak kazındı...
Türkiye ekibimiz hükümet düzeyinde görüşme ayarlayamamıştı
ancak Ardzınba’nın mevkidaşı TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk
ile Dolmabahçe Sarayı’nın şaşalı ortamında yaptığımız görüşme,
Cindoruk’un babacan ve insanı rahatlatan kabulü ile hepimizi
motive etmişti. İyi bir başlangıçtı ve başarılı bir
görüşmeydi. Akabinde Adapazarı’ndaki diaspora ile büyük
kucaklaşma, Ardzınba’ya “iyi ki geldik” dedirtecek cinstendi.
İstanbul’daki basın toplantısı, röportajlar, protokol
yemekleri, İTO ziyareti, Ankara’da Anıtkabir’i ziyaret ve özel
protokol defterine tarihte ilk kez Abhazca yazmak hepimizi
kanatlandırmıştı. (Anıtkabir ziyaretimiz görülmeye değerdi.
Devlet başkanı ziyaret protokolü uygulanmıştı. Aslanlı Kapı’da
tören-protokol amiri (albay) tarafından karşılanmış, önde
Ardzınba arkada 30-40 kişilik Apsua-Dzohua heyeti ağır
adımlarla Anıtkabir’e yürümüş, iki askerin taşıdığı çelengin
Ardzınba eliyle mozolenin önüne konulması sonrasında Anıtkabir
özel defterinin yazılması törenine geçilmişti. Bir gün
öncesinden Ardzınba ile deftere yazılacak metin üzerinde
çalışmış, Abhazca olarak bir paragraflık özlü bir metin
oluşturmuştuk. Protokolün kendisini çok heyecanlandırdığını,
defteri yazarken tuttuğu kolumu morartırcasına sıkmasından
anlayabiliyordum. Yazı bitip dönüş yoluna koyulduğumuzda hala
kolumu sıkıyordu; yüzü terlemiş ve için içini yiyordu.
Kulağıma “kahretsin unuttum, bir sözcüğü eksik yazdım”, dedi.
Ben de, önemli olanın o deftere Abhazca yazmak olduğunu, küçük
bir eksikliği dert etmemek gerektiğini belirterek biraz
yatıştırmaya çalıştım. Öyle ya, Türkiye’nin en yüksek
protokolünde yerimizi almış, hem Abhazya’nın hem Abhazca'nın
resmi kayıtlara geçmesi sağlanmıştı.)
TBMM’de, Meclis’te grubu bulunan siyasi parti yöneticileriyle
seri görüşmelerimiz de iyi gitmişti. Hele DSP grubunda Genel
Başkan Bülent Ecevit ile görüşmemiz çok sıcak ve samimi
geçmişti. (Bu görüşmenin ilginç detayını da sizlerle
paylaşmak isterim: Refah Partisi grubundaki görüşmemizin
bitimi ile DSP grubu ile görüşmemiz arasında 15 dakika kadar
zaman vardı. Ekibin bir bölümü koridordaki tuvaletlere
yönelmiş bir bölümümüzde Ardzınba ile birlikte biraz
arkadakiler bekleyerek ağır ağır yürüyorduk. Rahmetli Ecevit
gelmekte olduğumuzu duyunca koridora çıkarak bizi karşıladı ve
arkadakileri bekleyemeden toplantı odasına geçtik. Tokalaşma
ve tanışma faslından sonra büyük toplantı masasına oturduk.
Ecevit tüm nezaketi ile “hoşgeldiniz” konuşmasına başladı. 3-5
saniye sonra kapı çalındı, heyetten bir-iki kişi daha içeri
girdi, Ecevit yerinden kalkıp onları kapıda karşıladı,
yerlerine oturttu, konuşmasına devam etti. Derken kapı bir kez
daha çalındı, yine aynı seremoni, tekrar konuşma, tekrar
kapı... Ardzınba bu duruma çok kızmıştı, bana döndü, “vara”
dedi, “patlayasıcalar, ya toplanıp birlikte girseler ya da
koridorda bekleseler ya!”... Absürd ancak insani bir durumdu.
Neyse ki Ecevit’in nezaketi ve hoşgörüsü ile sonrası iyi
geçti. Ecevit, kendisine verilen özet bilgiyi dikkatle
dinledi, yetinmeyip sorular sordu. Tam görüşme bitecekken G.
Alamia Ecevit’i şair olarak bildiğini, şiirlerini Rusça
çevirilerinden okuduğunu ve çok etkilendiğini söyledi. Ecevit
memnundu, birkaç imzalı kitabını Gena’ya verdi. Bu görüşmenin
başarılı geçtiğini, Abhazya’da savaş başlar başlamaz Ecevit’in
yaptığı basın açıklaması ile bir kez daha anlayacaktık.
Ecevit, 19 Ağustos tarihli açıklamasında, Gürcistan’ın
Abhazya’ya saldırısında Türkiye’nin vebali olduğunu açıkça
belirtecekti.)
Ancak, ANAP (dönemin anamualefet partisiydi) Genel Başkanı
Mesut Yılmaz’la yaptığımız görüşme, dipten dibe nasıl bir
blokajla karşı karşıya olduğumuzu anlamamızı sağladı.
Yılmaz’ın, görüşme sırasında, Dışişleri Bakanlığı’nın
kendisine Abhazya heyeti ile görüşmemesi konusunda telkinde
bulunduğunu ancak bunu kabul etmediğini açıklaması, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin Abhazya’ya olumsuz bakışını deşifre
etti. Bununla kalsa iyiydi, bizim heyet henüz Türkiye’deyken
Başbakan (S. Demirel) ve Dışişleri Bakanı (H. Çetin) ile
görüşmek üzere randevu beklerken her iki zat 30 Temmuz günü
Tiflis’e giderek Gürcistan’la -Abhazya, Acaristan ve Güney
Osetya’yı da içine alan üniter devlet yapısını onaylayan-
anlaşmalar yaptılar. Televizyondan, Demirel’in Tiflis
Havaalanı’nda, “Türkiye ile Gürcistan arasında yepyeni ve
sıcak bir ilişkinin kurulmakta olduğunu” ilan edişini izledik.
Demirel-Şevardnadze kucaklaşması ve taraflar arasında
imzalanan 6 ayrı anlaşma... (Muhtemeldir ki,
Şevardnadze’nin iki hafta sonra Abhazya’ya saldırı kararında
Türkiye’den aldığı bu desteğin büyük payı vardır.) Hepimiz
üzerinde büyük hayal kırıklığı yaratan bu durum, birçoğumuzun
belleğine “arkadan hançerlendik” olarak kazındı.
Ardzınba ve heyeti diaspora ile kucaklaşmanın heyecanı ve T.C.
Hükümeti’nin tecridinin hayal kırıklığı ile Türkiye’den
ayrıldı. Ben de onlarla geri dönecektim. Son gün akşam odasına
çağırdı. “Burda kalmalısın. En azından 1-2 hafta kalmalı ve
yaptığımız görüşmelerin takipçisi olmalısın.” dedi. İtiraz
ettim, “Ya savaş çıkarsa”. “İyi ya” dedi. “Savaş çıkarsa
Türkiye’de yapılacak çok iş var”... Ve çantasından kalınca bir
zarf çıkardı, “Al, burda biraz para var. Senindir. Bir süre
buradaki masraflarını karşılar”. Olmazlanmalarım işe yaramadı.
Üsteledi, “maaş olarak düşün” dedi. Zarfı çantama koydum.
Ertesi gün, heyeti yolcu ettikten sonra evde zarfı açtım, çoğu
5’lik, 10’luk toplam 2 bin 280 Dolar vardı. Bu parayı gönül
rahatlığı ile kabul edebilir ve harcayabilirdim. (Zira, bu
gezinin yol ve konaklama masrafları hariç, Abhazya’da
bulunduğum bir yılı aşkın süredir tüm masraflarımı kendim
karşılamıştım.) Ancak paranın küçük banknotlardan
oluşması, bir anda, bunun Sohum gümrüğünden giriş yapanlardan
alınan 10 Dolar'lık vize paraları olduğunu anlamamı sağladı.
Daha doğrusu, böyle olabileceğini düşündürttü. Pratik bir
hesapla 228 kişiden toplanan 2 bin 280 dolar. Eh, bu da
makuldü; gümrük açılalı 8 ay olmuştu ve bu yolla Abhazya’ya
ancak bu kadar insan giriş yapmıştı. Bu bir anlamda Abhazya’ya
resmi olarak gelen dövizin toplamı idi. Ardzında, bu parayı
heyetin yolluğu olarak yanına almış, ancak Türkiye’deki tüm
masraflar ev sahipleri tarafından karşılandığı için
harcanmamıştı. Sonuç olarak, Abhazya’nın sahip olduğu yegane
döviz ellerimdeydi. Yüzümde acı bir tebessüm, ilk görüşmemizde
Ardzınba’ya iade etmek üzere paraları zarfına koydum. Ve bu
görüşme 12 Ekim 1992’de Lihni’da oldu. Zarfı uzattım,
“Abhazya’nın döviz rezervini çarçur edemezdim” dedim. Bunu
nasıl anladığımı sordu. Sadece gülümsedim...
14 Ağustos’ta Gürcistan ordu birlikleri Sohum’a dayandı.
Amaçları Sohum’u teslim almak ve Abhazya yönetimini
lağvetmekti. Abhazların elinde silah yoktu, cephane yoktu. Ama
direnmek için ihtiyaç duyulan iki şey vardı: Kararlılık ve
cesaret...
Ve Türkiye’de, Ardzınba’nın talimatıyla “yaptığımız
görüşmelerin” takibi, camia ile ve basınla ilişkileri
geliştirmekle uğraşırken ve 17 Ağustos’ta Abhazya’ya dönmek
üzere hazırlık yaparken, 14 Ağustos Cuma günü, Gürcistan
Abhazya’ya saldırdı. Gürcü askeri birlikleri
ellerini-kollarını sallayarak Gal, Oçamçira ve Gulrıpş’ı
geçmiş, Sohum’a –KrasnyMost (Kızıl Köprü)- kadar kolayca
gelebilmişti. (Abhazya’nın, Sohum, Oçamçira ve Gudauta’daki
Rus askeri kışlalarından edinilmiş birkaç yüz hafif silahla
oluşturulmuş küçük milis-gerilla grubu dışında örgütlü bir
askeri gücü yoktu.. Yine de, Gürcü birliklerinin Sohum’a kadar
hiç silah patlamadan nasıl kolayca gelebildiği, halen
sorgulanmaktadır.) Geç saatlere kadar taraflar arasında
görüşmeler yapılmıştı. Abhazya Gürcü kuvvetlerinin
çekilmesini, Gürcistan ise Sohum’un teslim edilmesini
istiyordu. Taraflar birbirine 24:00’e kadar süre vermişti. Ve
gece yarısı Krasny-Most’ta (Kızıl Köprü) silah sesleri
duyuldu. Böylece, 30 Eylül 1993’ kadar (410 gün) sürecek olan
savaş başlamıştı.
Ardzında ve Abhazya’nın yönetim kadroları o gece Gudauta’ya
geçmişti. Abhazya’nın cılız direnişine karşı denizden ve
havadan desteklenen Gürcü birlikleri 15 Ağustos akşamı Sohum’u
büyük ölçüde ele geçirmişti. Gürcistan Abhazya’nın Rusya ile
bağlantısını kesmek üzere Gagra’ya da çıkartma yapmıştı. Gal
ve Oçamçira ile birlikte, Abhazya’nın hemen hemen yarısının,
iki gün içinde Gürcistan’ın kontrolüne geçtiği anlaşılıyordu.
Abhazya’nın elinde silah yoktu, cephane yoktu. Ama direnmek
için ihtiyaç duyulan iki temel şey vardı: Kararlılık ve
cesaret...
Kararlılık ve cesaret Ardzınba’nın usta liderliğinde dünyada
eşi benzeri görülmemiş bir direnişe, destansı bir özgürlük
savaşına dönüştü. 30 Eylül 1993’de Gürcistan işgal kuvvetleri
Abhazya’dan sökülüp atıldı ve Abhazya’yı bağımsızlığa taşıyan
süreç başlamış oldu. |