BÜYÜKLERE ÖĞÜTLER

09.09.2012

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Adını koyduğum için “ne sanıyor kendini bu adam, büyük küçük herkeslere öğütler veriyor” diyeceklerin sıraya gireceğini, çoğunun da bunu açık olarak yazmayıp ancak arkadaş toplantılarında dile getirebileceklerini bilmiyor değilim. Böyle düşüneceklere hemen anımsatayım. Gerçekte hemen her gün her birimizin yaptığı şeydir öğüt vermek. İnsanoğlu sever öğüt vermeyi… Adını böyle koymasa da her yazanımız, her konuşanımız gündemine aldığı sorun konusunda yaklaşımını dile getirdiğinde gerçekte “Ben bu sorunu sizlerden daha iyi biliyorum. Doğru olanı budur. Onun için sizler de sorunu benim algıladığım gibi algılayın. Benim çözüm önerilerimi benimseyin “demiş olmuyorlar mı?.. Evet öyle…

Örneğin Sayın HAPAE Erhan Çerkeslerin Ermenilere soykırım uyguladığına inanıyor olmalı ki, Çerkesleri, kendileri ile yüzleşip (!) bu görüşü kabul etmeye çağırıyor. Yüzleşmenin önce kişinin kendi özünü ilgilendirdiği ilkesini yok saymıyor mu? Ayrıca Çerkeslere, “sizin göremediğinizi gördüm, sizin anlamadığınızı anladım ve size ne yapmanız gerektiğini de öğütlüyorum” demiyor mu?

Ya da Sayın Nurhan Fidan’ın bir yazıyı, yazarına teşekkürü de unutmadan birçok sayfada paylaşması, içindeki saçma sapan görüşleri kendi görüşlerime yakın buluyorum anlamına gelmiyor mu? Bir başka deyişle bu saçmalıkları bizim de kabullenmemiz öğüdünü vermiyor mu?

Özetle kişi, inandığı, inandığını sandığı, inanıyor sanılsın istediği, kimileyin çıkarı için savunduğu görüşleri, dile getiriyor, bunlar benimsensin istiyor. Benimsemeyenler de ne kadar yanlış olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar. Sonrasında da kendi doğrularını sıralıyorlar.
Bunlar her gün yaşadığımız olağan durumlar. Herkes aynı görüşte olamaz. Olmamalı da… Herkesin aynı düşünür olmasının düşünülmesi bile sıkıcı… Ayrıca dünya dünya olalı beri, bu değil midir, doğruları bulma yöntemi? Müsademe-i efkardan barika-i hakikat” doğar yani gerçeğin ışığı fikirlerin çatışmasında doğar denmemiş mi?
Ama üzülerek bugün sözünü etmek istediğim daha önce de birkaç kez değindiğim ilkel kafa yapımızın sonucu yaklaşımlar. Evet, ilginçtir, bireysel olarak yakalayabildiğimiz çağdaş yaklaşımı toplumsal bellekte bir türlü içselleştiremiyoruz. Bunun sonucunda da kurumların yöneticilerini eleştirmekle kuruma karşı olmayı bir türlü ayıramıyoruz. Oysa göz önünde değil midir, hükümet devlet farklılığı. Başbakan'a, dahası Devlet Başkanı'na yöneltilen en sert eleştiri, haklı bir eleştiri ise eğer, sağlıklı düşünen biri için Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıpratma çabası olarak algılanabilir mi?

Biz kimilerin yöneticileri, kurumu yıpratmak, etkinliğini azaltmak, dahası sonunu getirmek amacı ile eleştirdikleri olgusunu yadsımıyorum. Ancak yöneticilerin de, kurumları çok önemsendiği, daha güçlensin istendiği, güçlü olduğu ölçüde sorunun çözümüne olumlu katkıları olacağına yürekten inanıldığı için eleştirilebileceklerini anlamak istemeyişlerine “yaralı bilinç” dışında bir gerekçe bulamıyorum.

Kendi adlandırmaları ile “dışarıdan biri” bizlerle ilgilenen, ortak akıl mı yoksa akıl toplantıları mı olduğu çok uzak olmayan bir gelecekte netleşecek toplantılarımızda moderatörlük yapan, diasporamızı konu edinen bir de kitap yazan Sayın Prof. Ayhan Kaya’yı eleştirirsiniz, anında bizimkilerin kayasına çarparsınız. Kitabın doğru bulduğunuz yönlerini belirtmiş olmanız da kurtarmaz sizi, eleştirileri gerekçelendirmek de… Sayın Kaya’nın belirli bir tarihin öncesini görmediğini, görmezden geldiğini ya da konuyu iyi araştırmadığını, arşiv taraması yapmayıp sadece kendisine güvendiği dostlarının bilgilendirmesi ile yetindiğini kanıtlarsınız. Bu kez söyledikleriniz doğrudur ama yönteminiz yanlıştır. Türkiye çapında dağıtımı yapılan bir kitabı sanal ortamda eleştirmek yanlış olur.

Yıllardır işin içinde olduğum için onlarca olayı size günü saati ile örnekleyebilirim. “Türkiyeli Çerkes Çemberini” kıramamış arkadaşlarımızın bu, yanlışı bir türlü kabullenmeme huyları atılabilecek olumlu adımları da geciktirmektedir. Oysa hatalı olduklarının içselleştirebilmeleri gelecekte daha az hata yapmalarını sağlayacaktır.
Tüm bu yanlış tutumların tek gerekçesinin ancak “yaralı bilinç” olabileceğini söylemiştim. Yaralı bilinçten 04 10 2008 günü CC’de yayımlanan bir yazımda da söz etmiştim:

“Yaralı Bilinç”ten söz etmeyi hep ertelememin en büyük nedeni derinliğine inemeyişim. Klavyenin başına her geçtiğimde kendi yetersizliğimin bilincinde oldum. Ama bir çoğumuzun kendisini bulacağı kitaba da ilginizi çekmek istiyordum. Sonu da okurken altını çizdiğim kimi bölümleri aktarmanın da yeterli olacağını düşündüm:

Sayfa:7 “Yaralı Bilinç, tarihte geri kalmış ve değişimler şenliğine katılmamış uygarlıklardaki zihin çarpıklıkları üzerine bir denemedir. Varlığını İrani-İslami dünyadaki kişisel deneyime borçlu olmasına rağmen, bu kitabın menzilinin yalnız o dünya ile sınırlı olmadığını ve bir bakıma, zihinsel yapıları hala Geleneğe bağlı olan ve modernliği sindirmekte güçlük çeken uygarlıkların çoğunu ilgilendirdiğini düşünüyorum.

Biz periferi insanları, farklı bilgi blokları arasındaki çelişkilerin zamanında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüşüz. Zihin açıklığıyla ve hınç duymadan üstlenildiğinde bu iki yanlılık bizi zenginleştirebilir; oysa bilginin eleştirel alanından dışlandığında, aynı iki yanlılık duraklamalara neden olmakta, bakışı sakatlamakta ve tıpkı kırık bir aynada olduğu gibi, dünya gençliğini ve tinsel imgeleri biçimsizleştirmektedir.

Günümüzdeki kritik aşamasında, bu deneyin gerçek kapsamı, Batı bilincinin gözünden büyük ölçüde kaçmaktadır. Zira aslına bakılırsa batının sorunu değildir bu. Bu deneyin gerçek kapsamı ancak, bedelini mutsuz bilinçleriyle ödeyenler tarafından belirginleştirilebilir. (...)

Sayfa 11:(...) Bu sorun ancak bu uygarlıkların savunucuları tarafından ortaya çıkarılabilir; çünkü nasıl kimse bir başkasının yerine ölemezse, bizim içinde yaşadığımız uygarlığın dışındaki bir uygarlıktan gelen biri de bu çalışma deneyini varlığın her zerresinde hissederek ruhunda yaşayamaz. Başka bir deyişle bu çatlama, bize özgü olan ve başkasına devredemeyeceğimiz kaderimizdir.”

Sayfa 13:
(...) Tasarladığım şeyin karşımda duran şeye göre “geç kalmış” olması, yalnızca kronolojik bir uyumsuzluk değil, ontolojik bir bölünmedir. Şeyler, gerçeklik algılarımın evriminden çok daha hızlı değişmişlerdir. Bu dönüşümler göndermelerimi saptırıp sürdüğüm izleri dağıtmış, ama ruhumun derin katmanlarında değişiklik yapmamışlardır. Gerçekleri “mitoslaştırma” eğilimim öyledir ki şeylerin tarihsel bir evrim sürecinden ziyade; tözel bakıştaki değişmez özlere inanırım. (...) Bilincim hala büyülü dünyanın zamanında yaşamaktadır. (...) Zamanın değiştiğini, dünyanın dönüşüme uğradığını, tarihin durmadan yeni üretim biçimlerini, yeni toplumsal ilişkilerini biçimlendirdiğini bilirim, ama bu tarihin içeriği benim yokluğumda oluşmuştur. “

Sayfa:15 “Atalarımın bana bıraktığı mirasla dünyanın bugünkü hali arasında bir kopukluk olduğunu el yordamı ile hissediyorum. Kültürümün içinde hiçbir şey beni buna hazırlamıyordu.”

Sayfa:18 “Alt yapılardaki biçim değişikliği ile kafalar değiştirilemez, bizzat kafaların altüst edilmesi gerekir. Uyumsuzluğumun farkına vardığımdan beri sorunlarımın değişmediğini görmenin şaşkınlığı içindeyim. Hep aynı nostaljik temaları yineliyor, hep aynı günah keçilerini arıyor, hep aynı siperlerin ardına saklanıyorum; asırlık zafiyetin kısırlaştırdığı düşüncem bayatlamış klişelerle iş görmektedir. Kuşkusuz zamanla dramın kahramanları değişmekte ama dematürji hep aynı kalmaktadır. Hep başkasının kurbanıyımdır. Masum olduğum kesindir; başıma gelen bütün belaları, denetleyemediğim esrarengiz güçlerden bilirim. Zira, dünya kadar eski bir kaderin kurbanıyımdır aslında ve bu kader sürekli çehre değiştirerek karşıma çıkmaktadır: Bazen Büyük İskender, bazen Bedevi Arap, bazen bozkır atlısı Cengiz Han, bazen kalleş İngiliz, bazen çirkin Amerikalı, bazen Sovyet Ayısı ve kim bilir daha kimler.

Sayfa:34 “(...) Yakamıza yapışıp bizi felç eden sıkışmaların nedeni, çoğu zaman dünya gerçekliği ile denk düşmememizdir. Gerçeklik karşısında bakışımızın sakat kaldığını söylüyorum.”

Kıssadan hisse mi: İlk başarmamız geren “hep başkasının kurbanı olduğumuz” sakat düşünceden en kısa sürede kurtulmak nesnel eleştirileri önemsemektir.