AH BİR YÜZLEŞEBİLSEK....  -3

01.04.2012

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Yüzleşmeye ilişkin ikinci yazımdan beri üçüncü yazı için Sayın Hapa’enin yazısını defalarca okudum. Her okuyuşta bir kez daha şaşakaldım. Erhan bu kadar sığ mıydı? Bu denli sığlığın, ben nasıl farkında olamamıştım. Elbet bu arada bana yanıt olabilecek yazıyı da beklemeye koyuldum. Bu beklenti ile de daha önce hiç ziyaret etmediğim “Özgür Çerkes” sitesine de baktım arada bir. Ve de yüzleşme ile hiç ilintisi bile olmayan ikinci yazı. Ve son derece doğru son cümlesi.

Mutluysalar eğer; diyeceğim bir şey yok, bütün dediklerimi geri alırım.

Evet bizler mutluyuz Erhancığım bütün söylediklerini geri alabilirsin. Mutlu olamayanlar var ise eğer ve de İmdat Kip bunlardan biri ise yapması gereken açık değil mi. İlk uçakla Türkiye’ye dönmek. Ha eğer yol giderleri olmadığı için anavatanda “rehine” olarak kalmışsa onun da çaresine siz sevenleri bakarsınız sanırım. Yok “bize ağır gelir” diyorsanız eğer, onun da çözümünü bulabiliriz. Çünkü ulusal mücadelede çaresiz olan diaspora yani sizsiniz, çare olan da anavatan yani biziz.

Yazıda çok açık olarak sorduğumuz sorulara tek bir yanıt bile yok. Benim yazdıklarımdan sadece çok kızdığımı anlamış. Oysa ben “bahar” olarak isimlendirdiği değişimlerin öyle kendiğiliğinden gelişen baharlar olmadığını dile getirmiştim. Yeni dünya düzeninden söz etmiştim. Bu arada Sayın Hapae’nin sadece benim yazılarımı değil genelde basını da çok iyi izlemediği ya da okuduklarını algılayamadığı belki de kendisini konuyu iyi biliyor bilinenlerden daha da yetkin sandığı kuşkusuna da kapıldım.

Örneğin Sayın Mahir Kaynak’ın 01.04.2012 günlü Star’daki yazısının kimi bölümleri:

“Dünya yeniden şekillenirken en büyük değişimler bölgemizde yaşanıyor. Daha doğrusu bu değişimler dünyanın diğer bölgelerindeki gibi ekonomik, çatışmasız siyaset gibi araçlarla değil iç isyanlar ve bölgesel çatışma ihtimalleri ile gerçekleşiyor. Açıkcası ben kimsenin demokrasi mücadelesi yaptığını düşünmüyorum, bunu sadece araç kabul ettiğim için asıl hedefleri kestirmeye çalışıyorum. Mesela Suriye’de, Arap Baharı’nı yaşayan diğer ülkelerdeki gibi demokrasi kullanılarak siyasi bir hedefe varılmaya çalışılıyor

(...)

“Suriye’nin hedef alınmasının nedeni demokrasi eksikliği değildir. Bugünkü İran yönetimi ile aynı safta olması onu Avrupa ve Çin politikalarının aracı haline getirmektedir. Bunu engellemenin yolu mevcut rejimin sona ermesidir. Sorun sadece Esad değildir. O hiç aklında yokken bu göreve getirilmiştir. Onunla birlikte onu bu yere getiren güç tasfiye edilecektir. Bunu Araplar ve Müslümanlar dışında bir gücün yapması istenmiyor. Bu durumda Arap ülkelerinin siyasi ve maddi desteği ile Türkiye’nin barışçı metodlarla halka yardımı en doğru yol olarak gözükmektedir.

“Şöyle bir gelecek öngörülebilir: Esad ülkeyi terk edecek ve mıhalefet iktidara gelecektir. İran’la bir çatışmaya girmek yerine iç ihtilafların güçlenmesi sağlanacak ve iktidarın kaybetmesine destek olunacaktır. Rusya’nın, doğrudan müdahale olmadan, böyle bir opereasyona karşı çıkması beklenmemelidir. O doğacak boşlukları doldurmaya çalışacak ve Suriye ile Türkiye’nin yakınlaşmasını hoşgörü ile karşılayacaktır.

Dilerseniz biraz da bir başka uzmanın, Sayın Sedat Laçiner’in aynı gazete ve günlü yazısının kimi bölümlerine bakalım:

“Suriye’de ölenlerin sayısı 9.000’i geçti ve iç savaş şiddetini arttırarak devam ediyor. Bölge ülkelerinin Suriye üzerinden güç savaşları da her geçen gün derinleşiyor. İran bölgedeki en önemli müttefikini koruyabilmek için Suriye’ye silah ve personel desteği sağlıyor. Ayrıca İran’ın Lübnan’daki uzantıları da Esad rejimine açıktan destek veriyor. İranlıların ve Hizbullah’ın zaman zaman çatışmalara katıldığı biliniyor.”

Şimdi Sayın Hapae, şu sorularıma yandan değil doğrudan cevap verin lütfen.

- Dünya güçlerinin, bölgesel güçlerin, kendi etkinliklerini hakim kılmak uğruna, demokrasiyi kullanmalarını, bölge insanının hayatını hiçe saymalarını nasıl “bahar” olarak sayabiliyorsunuz?

- Bu gerçekler karşısında, beklediğiniz “Rusya Baharı”; Rusya’nın dağıtılması, Kafkasya’nın Rusya’dan kopartılması amacı güden dünya güçlerinin, bölge insanlarının hayatını hiçe sayarak müdahale etmelerini desteklediğiniz anlamına gelmez mi?

- Allah saklasın böylesi bir “bahar”da ölecek Çerkeslerin sayısının kaça ulaşabileceğini hiç düşündünüz mü? Akla gelen olasılık sizi hiç rahatsız etmedi mi?

- Bahar sonrası, baharı planyanlar amaçlarına ulaşır ise eğer –altını çizerek Allah yazdıysa bozsun- Kafkasya’nın hemen durulacağına, Çerkeslerin daha iyi bir konuma geleceğine, dahası varlıklarını sürdürebileceklerine gerçekten inanıyor musunuz?

Yazıya dönelim:

“Şam Yönetimi tersini söylese de Suudi Arabistan ve Katar gibi devletlerin muhaliflere henüz etkili bir silah yardımı yapamadığı görülüyor. Çünkü Ürdün ve Türkiye silah geçişlerine izin vermiyor. Lübnan sınırı ise kaçakçılığın zorlu ve pahalı olduğu bir yer. Bu noktada ABD’nin tavrı çok önemli ve Amerikalılar henüz yoğun bir silahlandırmaya yeşil ışık yakmadılar. Hatta ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Suudlar’ı “silah yerine diplomasiye şans verilmesi” için uyardı bile. Bu da gösteriyor ki Suudlar silahlanma konusunda onay alabilseler Suriye’de çatışmaların rengi çok değişecek. Şu halde bile muhalifleri durdurmakta çok zorlanan Esad Rejimi’nin ağır silahlarla donatılmış bir muhalefet karşısında dayanamayacağı söylenebilir.

Suriyeli muhalifleri Suudlar’ın silahlandırmasının en önemli riski ise Suriye’nin bölgesel bir mezhep çatışmasının merkezi haline dönmesi olacaktır. Çünkü buna İran kayıtsız kalmayacak ve çok daha ağır silahları Irak üzerinden Suriye’ye taşıyacaktır. Hatta Lübnan-Suriye-Irak Hattı’nın devasa bir savaş alanı haline dönüşmesi dahi ihtimal dâhilindedir. Böyle bir savaşın nerede duracağı, kime nasıl zarar vereceği ise tahmini güç bir sorudur.

Peki, ABD neden bu kadar rahat, ya da silahlanma konusunda neden acele etmiyor derseniz, Amerikalılar öncelikle Rusya ve Çin’i yanlarına çekmeye çalışıyorlar. Erken bir silahlandırma kararı yumuşayan Rusya ve Çin’i daha katı bir konuma itebilir. İkincisi ortada Amerikalıların acele etmesini gerektirecek bir aciliyet yok. Ölenler Suriyeliler ve çatışmalarda harcanan Amerikalıların serveti değil. Son olarak Suudların desteğinde Müslüman Kardeşler’in, hatta uçlarda yer alan Selefi grupların Suriye’de iktidarı ele geçirmesi ABD ve İsrail’in korkulu rüyası. Bu durumda ABD Beşar Esad rejimini bile mumla arar hale gelebilir.”

Söyler misiniz Sayın Hapae, bu okuduklarınızdan sonra, bölge insanının mutluluğunun yada ölenlerin sayısının önemsendiğini söyleyebilir misiniz? Bu durumda sizin gibiler için “el elin eşeğini türkü çığırarak arar” deyimi bile hafif kalmaz mı?

Bir de şu Çerkes siyasetinin Türkiye’de yani Türkiye Çerkeslerince yani Türkiyeli Çerkes Çemberini kıramayanlarca belirleneceği “ali görüşünüz”. Hiç ciddiye almadığım, kimselerin de ciddiye alacağını sanmadığım bir “ali görüş”. Buna karşı söylenebilecek en hafif söz “Kılavuzu karga olanın...” diye başlayan Türk atasözü olsa gerek.  Ama gerçekçi olanı,bu söylediğinize gerçekten inanıyorsanız yapmanız gereken şey eğer varsa size inananlar ile birlikte.  vallahi de billahi de en yakın bir zamanda bir doktora görünmenizdir.

Ayrıca doktora gidip gelirken de umudunuz Çerkesya’yı kurgular, kurarsınız.

Bu arada, henüz ümit kesmediğiniz İmdat Kip için de birkaç cümle:

Bakın “çok açık ve net olarak” söylüyorum. Bizler Kip’in, muhalefet yapmayıp dedikodu yapmasını yanlış buluyoruz. Bildiğiniz gibi Rusya’da az olmayan sayıda muhalif örgüt ve kişi var. Bunlar zaman zaman meydanlara da taşarlar. Bizim herhangi bir platformda sözlü ya da yazılı Sayın Kip’i böyle muhalif gruplara eylemlere katılmışlığını, bildiri dağıtmışlığını, meydanlarda konuşma yapmışlığını eleştirdiğimizi -ki en doğal hakkımızdır- hiç duydunuz gördünüz mü? Hayır. Peki Sayın Kip’in yaptığı, anlayamayacakları bir dilde,  güya muhalif olduklarının dedikodusunu hem de deplasmanda yapmak değil midir? Yıllardır yazdığımız ancak hep anlamazdan geldiğiniz bu konuyu daha iyi anlatabilmek umudu ile örnekleyeyim.

Ben TC vatandaşıyım. Türkiye’nin geleceği birçok bakımdan ama bu arada yaşayan Çerkesler açısından beni ilgilendiriyor. Kimileyin, yönetiminden yöneticilerinden de rahatsız olabilirim, muhalefet edilmesi, mücadele edilmesi gereğine inanabilirim. Bana düşen bu eleştirilerimi Türkiye’de dile getirmek, rahatsızlığımı yönetime ulaştırmak değil midir? Türkiye yönetiminin duymayacağı, görmeyeceği, platformlarda anlayamacakları dilde ver yansın yazıp çizmem eleştiri olabilir mi? Bu dedikodunun daniskası değil midir?

Ama sanırım, Sayın Kip de Çerkes siyasetini Türkiye’de belirleneceği safsatasına teşne olmalı ya da Türkiyeli Çerkesleri, RF’de iktidarı devirecek kadar güçlü görüyor olmalı ki bizim dedikodu dediğimiz “muhalefeti” Türkiyeli Çerkesler nezdinde yapıyor. Sanırım Türkiye’deki Çerkeslerin “yürü” dendiği için yürüdüklerinin ve “dur” denince zınk diye duracaklarının farkında değil. Oysa bugün nerede olduğu bilinmeyen DİÇEĞ bunun en yakın kanıtı değil mi? Bir de ÇHİ (Çerkes Halkı İntegrasyonu)’nun istanbul yürüyüşünde yürüyüş kolunun kırmızı trafik lambası yandığında zınk diye durduğunu, Karşıdan karşıya geçerken de kuralları ihlal etmediğini, üst geçidi kullandığını (bigi Adnan Cankılıç) bilmiyor olmalı. Ama yine de ÇHİ’nin görevini daha ustalıkla yerine getirdiği onun için de ömrünün daha uzun olabileceği de göz ardı edilmemeli. Peki, 12 Mart’ta Sayın Milli Eğitim Bakanı’nın tüm Türkiye kamuoyu önünde  Kürtçe’nin seçmeli ders olabileceği açıklamasına karşın “anadilim onurum savaşırım korurum” diye meydanlara çıkanlardan, yollarda yürüyenlerden neden tıs yok dersiniz? Bunun nedeni, bir dönem “Kurdara Azade” dışında slogan bilmeyen aydınımsılarımızın Kürtçe’yi anadilleri saymaları mı? Ya da neden, Çerkesçe seçmeli ders olsa bile kendi çocuklarını göndermeyecekleri bilinci mi? Ve daha söylenebilecek birçok şey...

Bu arada yeri gelmişken savunduğumuz “Dönüş”e de değinelim biraz.

Şunlar kimi ilkelerimiz:

-“Mümkün olan en kısa sürede mümkün olan en çok sayıda insanımızın sağlıklı bir şekilde anavatanla buluşmasını sağlamak. Takdir edersiniz ki bunun nasılının, çağın ve bulunulan ülkelerin koşullarına göre değeişebileceği ve değiştiğidir.

­-Dönüş diasporada asimile olmuş ve bu asimile olmuşlukla mutlu insanların değil, dili ile kültürü ulusal yaşamını sürdürmek isteyenler için çözüm önerisidir.

-Dönüşü doğru bulan her bireyin, hele de koşullarını hazırlayamamaışsa dönme zorunluluğu yoktur. Ancak dönüşü doğru bulan her birimizin, bu sürece kendi olanakları ölçisinde katkıda bulunma zorunluluğu vardır.

-Kişinin anavatana dönmesi için mutlaka dönüşçü olma ve dönüşçü olarak anavatanına kavuşan, halkı ile buluşan kişilerin de dönüşçü kalma zorunlulukları yoktur. Diasporada iken dönüşçü olsa da anavatanına kavuşmuş,  halkına karışmış ve birinci etabı kazanmıştır. Sonrasında halkımızın bir bireyidir. Diasporada her bireyin, ulusal sorunla ilgilenmediği gibi dönüşü gerçekleştirmiş arkadaşlarımızın da ulusal sorunla ilgilenmeme özgürlükleri vardır.

-İlgi alanlarına göre kimimiz tiyatro kimimiz halk dansları ile ilgilenecektir, siyaset değil daha çok bilimle uğraşanlar de çıkacaktır.Kimisi iktidardan, kimisi muhalefetten yana olacaktır. Kimi dönüşçüler de dçnüşçü olarak kalacaklardır.  Dahası dönüş sürecinde hiç de dönüşçü olamayan kimi anavatana dönmüşler Dönüşçü olabilecek, halkın dönüşüne katkıda bulunacaktır.

İşin daha ilginç yönü ise Sayın Hapae’nin “yüzleşme” adlı iki yazı yazmış olmasına karşın henüz kendisi ile yüzleşme denebilecek tek sözcük etmediğidir. Yüzleşmenin, önce kendisinin, bir örgüt üyesi ise eğer, örgütünün, yanılgı ya da başarılarını saymakla başlaması gerekmez mi? Ama nedense Sayın Hapae, yüzleşme adı altında halkımızın, kedisi dışındaki bireylerinin kendince eksikliklerini sayıp- döküyor. Oysa asıl gereksinme duyduğumuz ve bizi daha ileriye taşıyacak yüzleşme, gerçek yüzleşmedir ve yüzleşen kişinin kendisi ile başlayanıdır.

Örneğin Erhan Bey bize göre kendisi ile şöyle yüzleşebilir;

Ben şu yıllarda ulusal sorunun farkında oldum. Halkımın dili ile kültürü ile var olabilmesi için birşeyler yapabileceğime inandım. Kimi arkadaşların çözüm önerisi dönüşe, karşı çıkmamakla birlikte pek sıcak da bakmadım. Çözümü Türkiyelikte gördüm. Dahası bunu eğer bir yere gideceksem Paris’e giderim diye de pekiştirdim.Sorunun böyle görülmesi için çok çaba gösterdim. Birçok Çerkesi de yanımıza alabildim. Ancak, Türkiye’de devrimi gerçeklestirip haklarımızı bölüştüreceğini söyleyen, içinde bulunduğum gruplara ulusal sorunumuzun çözümüne ilişkin tek kelime söyletemedim. Gerçekte fraksiyonlarımızın üyelerine kendi sorunumuzun özelini anlatmak aklıma bile gelmedi.

Sonra sessizliğe gömüldüm. Hayal kırıklıklarım büyüktü. Türkiye’de olaylar bizim düşlediğimiz, kurguladığımızın çok dışında gelişti. Yıllarca karşılarında durduğumuz zihniyet, bizleri mutlu eden değişikliklere imza attı. Eski dava arkadaşlarımdan bu olumlu gelişmeyi görebilenler çok değil. Doğrusu anlatmayı birkaç kez denemedim de değil. Ancak anlatamadım. Ta geçmişte takılıp kalmışlardı.

Gerçekte şansım tutup, Mıyekhuape’deki iş kurma girişimim başarılı olsaydı belki ben de bugün “rehinelerin” arasında olacaktım. On yıl önceki ziyaretinde gördüklerini günümüz gerçekleri imiş gibi anlatanlara, bir eda ile yazıp çizenlere gülecektim. Dahası kimileri için belki de  “bu adam bu kadar sığ mıydı” diyecektim. Sonuç olarak ben özü sözü doğru biri olduğum için, samimi olduğum için, halkımı sevdiğim için, genelde tüm insanları sevdiğim için, İnsanların acı çekmelerini istemediğim için, ‘Değerli arkadaşlar ben yakın geçmişte bütün öngörülerimde yanıldım. Yine yanılıyor olabilirim. Onun için yazdıklarıma itibar etmeyin’, alışkanlık olduğu ve de sayıları az olmayan ben gibilerin beğeneceğinden kuşku duymadığım için yazıyorum” diyebilirdi.

Gerçekte Sayın Hapae’nin iki yüzleşmesinden daha çok yazı çıkar da  ben Erhan Hapae gibilere daha önceden verilmiş daha özlü yanıtlarla bu seriyi sonlandırayım diyorum. Bu sözlerin yardımı ile sorunumuza dışarıdan bakanlarla, içerden bakanların arasındaki farkı  kitaplar dolusu açıklamalardan daha güzel anlatabileceğimi düşünüyorum:

Biz içerden bakanlar “Ya bir yol bulacağız, ya bir yol yapacağız” diyen Hannibal’ın izinden gidiyoruz. Dışardan bakanların da kimlerin izlerinden gittiklerini bilmiyor olsak da Hannbal’ın izinden gitmediklerini çok iyi biliyoruz.

Biz içerden olanlar “karanlığa söveceğine bir ışık yak” diyen Konfiçyüs’ü haklı buluyor, bir ışık yakmaya çalışıyoruz, siz dışardan olanlar da karanlığa sövmeyi, aydınlığı karartmayı ışık yakmakla eş tutuyorsunuz.

Yine bizler “Derin olan kuyu değil kısa olan iptir” diyen Konfiçyüs’ü anlıyor ve su alabilmek için elimizdeki ipi uzatmaya çalışıyoruz. Sizler de elinizdeki ipin kısa olduğunu, dahası bizim elimizdeki ipten çok daha kısa olduğunu bildiğiniz halde hep kuyunun ne kadar derin olduğunu söyleyip duruyorsunuz.

Bizler, “Ya ümitsizsiniz. Ya da ümit sizsiniz. Ya çaresizsiniz. Ya da çare sizsiniz”  diyen Behçet Necatigil’in sözlerindeki ümit olmaya, çare olamaya çalışıyoruz sizlerin de ümitsiz ve çaresiz olanın “Dönüş” değil kendiniz olduğunun bilincine varmanızı diliyoruz.

Yazının bundan sonraki bölümü tüm bu özlü sözlere karşın yol aramaya, yol bulmaya çalışmayanlar, bir ışık yakma çabasına girmeyip karanlığa sövmeyi sürdürenler, ellerindeki ipin kısalığının bilincinde oldukları halde kuyunun derinliğini dillerinden düşürmeyen ümitsizler, çaresizler içindir.

Dolayısı ile okumayabilir, okusanız da üstünüze almayabilirsiniz. Çünkü ihanete ilişkin. Ben ihanetin sadece vatana ya da sevene karşı işlenebileceğini sanıyordum. Meğer ihanetin de çok çeşitleri varmış, sanal ortam bu konuda da bayağı zenginmiş:

İHANET; Samimiyet, içtenlik, bağlılık gibi duygusal devinimi olan köklü değerleri taşıyor ve paylaşıyor gibi görünüp, ansızın gerçek yüzünü gösterip şok etmektir.

İhanet olduğu gibi görünemeyen ve yaşayamayan, kimliğini tamamlamamış, karakter sorunu olan yüreksizlerin kendinden kaçtıkları başkası oldukları bir yok olma halidir.

İhanet, düşkünlüktür, değersizleşmedir.Kişinin kendi öz saygısını zedelemesidir.

İhanet göreceli ve geniş bir kavram nereden nasıl baktıgına baglı,olaylara ve sonuçlarına göre degişir.

Buda ihaneti anlatan bir Mehmet Yücel şiiri:

“İki yüz ihanet, yalan ihanet./ Vurgunlar ihanet, talan ihanet. /İnsanı insandan çalan ihanet. /Haksız yere hüküm salan ihanet. /

İhanet, söz verip sözünü yutmak. / İhanet, gizlice çelmeler atmak. / İhanet, değeri değmeze satmak./  İhanet, beyhude gaflete yatmak.

İhanet, vatana sahip çıkmayış. / İhanet, gereksiz, yersiz arayış. / İhanet, dar günde puşta yarayış. / İhanet, gür diye bir kel tarayış.

İhenet, bir dostun boşa kaybıdır. / İhanet, insan olmanın aybıdır. / İhanet, güzçsüzün güçlü kabıdır. / İhanet, devrin erzak dolabıdır.

İhanet, birini hiçe saymak. / İhanet, tuzaktan zevk duymak.  İhanet, zavallıya süt, kaymak. /             İhanet, özelliği ortaya koymak.”

“Ah bir yüzleşebilsek-4”ü yazmak zorunda kalmamak umut ve dileği ile...