AH BİR YÜZLEŞEBİLSEK....  -1

10.03.2012

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Yazılarımı izleyenler tanımlamalarımı artık biliyorsunuz...  “Hariçten Gazel Okuyanlar”, “Deplasman Severler”, “Sanal Kahramanlar”,  Türkiyeli Çerkes Miğferi Giyenler,Sürgünümsüler”, “Aydınımsılar” “Kafalarında Türkiyeli Çerkes Çemberi Taşıyanlar”, “Bu Çemberi Kıramayanlar,Eski Yeni Yetmeler”, “Anlamamakta Direnenler”, eski deyimle ilanihaye...

Ama doğrusu “Özgür Çerkes” sitesinde okuduğum “Yüzleşme-1; İklim değişir Akdeniz olur.” Yazısına kadar Hapae Erhan’a bu saydığım tanımların hiçbirini yakıştıramıyordum. Dahası yine böyle eleştirmek zorunda kaldığımda açıktan eleştirmek zorunda kaldığımda bu tanımları kendisi için kullanmadığımı da yazmıştım. Erhan'la tanışıklığımız çok eski. 1967’den beri. Evlerine gittim sofralarında ağırlandım. Yemek üzerine acı kahvelerini içtim. Anne ve Babasının güzel Adığabzelerini dinledim. Büyük ağabeyi Ceyhan Şahin ile Ankara’da iken, küçüğü Turhan Şahin’den çok daha sık görüştüm. Hayatın gerçeklerine ilişkin çok şey öğrendim. Aynı kişinin aynı fıkrayı sayısız kez anlatıp ilgi çekebileceğini onda gördüm, Semra ablasında da konukseverlik, saygı ve espriyi bağdaştırabilen Çerkes kızı örneğini...

Özetle dostluğum daha çok aile büyükleri ile idi ancak, daha genç olmasına ve hep farklı siyasal görüşlerde, ayrı kamplarda olmamıza karşın görüşlerini, çabalarını, değerlendirmelerini hep önemsedim. Şiirleri ile duygulandım. Yazılarını severek okudum. CC’de çizdiği portremi sevdim ve  “Türkiyeli Çerkes Çemberi” adlı kitabıma ilk yazı olarak koydum. CC’den ayrıldığında üzüldüm. Diğer bilinen sitelerimizin hiçbirinde CC’deki düzeyi ile uyumlu konforu bulamayacağını düşündüm. Sözünü ettiğim yazısını okuyunca da şaşakaldım.

Yazısını eleştireceğim Hapae Erhan işte bu Erhan. Ama neyleyim ki bizler, aile desteği alabilen, baba desteği ile iş kurabilen günümüz şanslı dönüşçülerden değiliz. Çoğumuz ana-babalarımıza karşı gelerek bu mücadeleye adım attık ve sürdürdük. Benim kuşağımdan anavatana dönüş yaptığı için yakın çevresince desteklenenlerimiz çok azdır. Yoktur demek belki de daha doğrudur. Peki, ana-babalarını üzeceğini bile bile doğru bildiği için anavatanına dönenlerin, yanlış yazıları, eylemleri, etkinlikleri eleştirmek de  davaya inanmışlıklarının, sorumluluklarının gereği değil midir?

Ayrıca yanıt, sadece Hapae’ye verilmiş bir yanıt da olmayacak. Bu yazı bağlamında, dönüş karşıtları yanında, kendisini dönüşçü saymasına, dönüşçü bilinmesine karşın, dönüşü içselleştiremeyenlerle birlikte iyi niyetle dönüşü anlamak isteyenlere de, dönüşün ruhunu bir kez daha anlatmaya çalışacağız.

Yukarıda saydığım tanımlamaları hak ettiğini düşündüğüm karşıtların
-
ki Hapae de bu yazısı ile bu namları ziyadesi ile hak etmiştir- kimi özellikleri ortaktır. Bunların en belirgin olanı ulusal sorunumuzu “dışarıdan biri” gibi değerlendirmeleri yorumlamalarıdır. Zaman zaman çok önemsedikleri görüntüsü veremeye çalışmalarına karşın, bu önemser göründükleri yazılarda bile kendilerini ele veren, olayın dışında gördüklerinin kanıtı deyimleri kullanırlar.

Örneğin Hapae de biz dönüş yapanlar için; “...Yurtlarına gittiklerini sanıyorlardı, üstelik biz de öyle sanıyorduk.diyebiliyor. Görüldüğü gibi, bizlerin anavatanımız olduğu için, yurdumuz olduğu için döndüğümüz ülke, bu anlayışta olanlar için yurt değilmiş.

Bir örnek daha;

“...Haklarını öğreniyorlar, insan olarak-toplum olarak. Çingeneler-Süryaniler-Zazalar-Kaberdeyler-Lazlar-Kürtler-Gürcüler-Aleviler hatta Türkler bile. Abzahlar yok. Peki Hapae bir Abdzax değil mi? Salt bu söylem, Hapae’nin de sorunumuza  “dışarıdan biri” gibi yaklaştığının, halkımız için bir gelecek kurgusu olmadığının, sorunumuzun çözümü için mücadele etmediğinin kanıt değil midir?

İşte böyle bir konum ve paradigması olanlar da ne denli demokrat bilinseler, ne denli dönüşçü bilinseler de, en güzel tanımını “el elin eşşeğini,  türkü çığırarak arar” deyiminde bulabileceğimiz ruh haliyle, ulusal sorumuz üzerinde yazar çizerler. Bu paradigma aynı zamanda sorunumuza ilişkin hemen her yanlış yaklaşımın besin kaynağıdır. Küçücük bir araştırı, savunurmuş gibi yaptıkları ve mutlaka bedel ödemeyi gerektirecek hiçbir etkinlikte bunların, bedel ödeyecekler arasında olmadıklarını ortaya koyacaktır.

Örnek mi;

Çerkesya’ya dair umutlar gitgide eriyor. Sanki bir başka baharı beklemek zorundayız. Sovyet baharı Baltık ülkelerine yaramıştı oysa bütün doğu Avrupa’ya, belki enerji satışıyla zenginleşen orta Asya’ya. Bize bir şey getirmedi" diyor. Iİzninizle ben de bu yaklaşımı sorguluyorum:

Sevgili Erhan sizce sözü edilen baharlar ülkelerin iç dinamikleri ile mi oluşuyor? Ayrıca gerçekleşen baharların ne pahasına gerçekleştiğini göremeyecek kadar görme özürlüsü görüntüsü vermeniz kendinize haksızlık olmuyor mu? Dahası bu baharları destekleyen güçlerin amaçlarının “yeni dünya düzeni kurmak” olduğunu bilmeyecek kadar da dünya sorunlarından bihaber olabilir misiniz? “Sovyet Baharı” dediğiniz büyük değişim sadece bölgeyi değil bütün dünyayı etkilemedi mi?

Peki Sovyetlerin dağılmasının size göre Sovyet Baharı’nın her halk her ülke için anlamı aynı olamayacağına göre buradaki “biz” yani siz kimsiniz? Hangi halk adına konuşuyor gibi yapıyorsunuz.

Ayrıca, siz ve sizin paradigmanızla olayımızı değerlendirenler için Bize bir şey getirmedi, aynı zamanda;

- 21-27 Ekim 1989’da Ankara Kuzey Kafkasya Kültür Derneği’nin öncülüğünde gerçekleştirilen ve tartışmasız sürgün sonrası ilk “DEVLETLER ARASI ULUSAL XASE”miz 125. Yıl Etkinlikleri'ne anavatan delegelerinin de katılabilmiş olması,

- 24-25 Nisan 1990’da, Adigey Sosyal Bilimler Araştırma Enstitüsü öncülüğünde gerçekleştirilen, Koşhable Forumu’nda, Çarlık Rusya’sının Adigelere soykırım uyguladığı, halkımıza sürgün statüsü verilmesi ve dönüş hakkı tanınması kararlarının, alınmış olması,

- 24-25 Ekim 1990’da Kabardey Balkar Araştırma Enstitüsü'nde gerçekleştirilen bilimsel konferansta Çerkeslerin sürüldüğü sonucuna varılmış olması, (Bu konferans sırasında ben de bir rastlantı sonucu, ‘Koca Meşe-Sevgili Wubıh dede’ ve önderimiz İzzet Aydemir ağabeyimizle birlikte Nalçik'teydim. Konferansta bizlere de söz verilmişti. Koca Meşe, hala kulaklarımda olan, sanırım yaşadığım sürece hep benimle birlikte olacak, halkını gerçekten seven diasporadaki her insanımızın tüylerini diken, diken edebilecek duygu yüklü, konuşmasında: ''Keşke anavatana, ayaklarım beni daha iyi taşıdığı, gözlerimin daha iyi gördüğü, kulaklarımın daha iyi duyduğu, gönlümdekini istediğim gibi söyleyebildiğim bir zamanda gelebilseydim.'' demişti.)  

- 19-22 Mayıs 1991’de Nalçik’te gerçekleştirilen, benim de Türkiye adına kurucu delegelerinden biri olduğum DÇB kurucu genel kurulunda, Çerkeslere Çarlık Rusya’sınca soykırım uyguladığı ve Çerkeslerin sürüldükleri kararının alınmış olması,

- 07 Şubat 1992’de DÇB başvuruları sonucu, Kabardey-Balkar Yüksek Sovyeti’nin soykırım ve sürgünü onaylaması,

- 1991’ de kabul edilen, 1992’de yürürlüğe giren, taslak aşamasında DÇB girişimleri sonucu kapsamı genişletilen ve 9 yıl yürürlükte kalan, Rusya Federasyonu Vatandaşlık Yasası’ının diasporadaki Çerkeslere bulundukları ülke vatandaşlığını bırakmadan, ülke de değiştirmeden RF vatandaşılığı alma hakkı tanıması,

- 12 Mayıs 1994’te  Kabardey-Balkar Parlamentosu’nun, soykırım ve sürgünü ikinci kez onaylaması ve tanınması isteği ile Rusya Federasyonu DUMA ve Federasyon Meclisine başvuruda bulunması,

- Haziran 1993’te DÇB ikinci Genel Kurulu’nun önceki genel kurulda alınan soykırım ve sürgün  kararını yeniden onayıp ve kabulü için ilgili organlara başvuruda bulunması,

- 1994 Mayıs'ında gerçekleştirilen Sürgünü Anma Etkinlikleri kapsamında, Adigey Sosyal Bilimler Araştırma Enstitüsü’nce düzenlenen Tarih Konferansı'nda, soykırım ve sürgünün onanması,

- Dönemin Adigey Devlet Başkanı Carım Aslan, Kabardey-Balkar Devlet Başkanı Queque Valera ve Karaçay-Çerkessk Devlet Başkanı Xuibiyev Vladimir’in ortak imzaları ile yapılan başvuru sonucu Dönemin RF Devlet Başkanı Yeltsin’in 18 Mayıs 1994'de Kafkas Halkaları için yayınladığı bildiride; Kafkas halklarının savaşının kendi topraklarını  kültürlerini, ulusal özelliklerini  koruma amaçlı haklı bir savaş olduğunun, dile getirilmesi,

- 1995 6-7 Ekim Estonya'daki UNPO bölgesel toplantısına katılan DÇB Genel Başkanı ve Genel Sekreteri'nin  önerileri ile soykırım ve sürgünün tanınması istemi ile DUMA’ya başvuruda bulunulması.

- 29 Nisan 1996 DÇB'nin başvurusu üzerine Adigey Parlamentosu’nun, soykırım sürgün ve geri dönüş hakkını kabul etmesi,

- 24 Mart 1997’de  DÇB Genel Sekreteri’nin, Birleşmiş Milletler Ulusal Haklar Komisyonu’nda Soykırım ve Sürgün konulu konuşma yapmış olması,

- 15-19 Temmuz 1997’de gerçekleştirilen ve DÇB delegesinin de katıldığı UNPO Genel Kurulu’nda Soykırım ve Sürgün kararının alınması, tanınması istemi ile RF’na başvuruda bulunulması,

- 1 Ağustos 1998’de ilk kitlesel dönüşün, Çerkesleri süren Çarlık Rusyası’nın mirasçısı Rusya Federasyonu’un politik ve ekonomik katkıları ile sağlanması,

- 26 Ağustos 2008’de Rusya Federasyonu’nun Abhazya ve Güney Osetya Bağımsızlıklarını tanıması

- Birbirimize yazdığımız mektuplar ancak üç ayda karşıya ulaşırken, her dakika binlerce insanımızın iletişim halinde olabilmesi,

- Dünya Çerkeslerinin ortak sanal platformlarda görüş alışverişinde bulunur olması,

- Üç ay beklenen davetiye ile vize alınarak ve üç gün yollarda perişan olarak gidilebilen anavatana hemen her gün kalkan uçakla vizesiz bir buçuk-iki saatte gidilebilir olması,

- Sovyet döneminde Türkiye’den anavatana yerleşebile “rehine” yok iken, elin eşşeğini türkü çağırarak arayan el gibi “rehin” alınmalarına üzüleceğiniz kadar dönüşçünün anavatana yerleşmiş olması,

- Her iki gazetemiz ve radyo Tv. mizin internetten izlenebilir hale gelmesi,

- Rusya Federasyonu federal yasalarında Çerkeslerin de soydaş olduklarının vurgulanması,

- Soydaşların RF’na geldiklerinde vatandaş gibi karşılanacaklarının altının çizilmesi,

- Dönüş yapacak soydaşların -birileri aksini iddia etse de- aynı ülkelerin RF soydaşı olmayanlardan ayrı olarak değerlendirilmesi,

- Ücretsiz ve burslu üniversite eğitimi verilmesi,

- daha sayılabilecek bir çok güzel şey,

“bir şey” değilmiş anlamına gelmiyor mu?  Bu durumda sizin “şey”inizin de ne olduğunun açıklanması gerekmez mi?

Peki, Anadolu halkının yakın geçmişi didik didik eder, yeni anayasa süreci içinde yurdun her yanında her gün her gece yüzlerce toplantı yapılır, Abzahlar olmasa da  Çingeneler-Süryaniler-Zazalar-Kaberdeyler-Lazlar-Kürtler-Gürcüler-Aleviler hatta Türklerin bile, insan olarak-toplum olarak haklarını öğrenir”  hale gelmesinde “Sovyet Baharı”nın hiç mi etkisi yok. Sovyet Baharı anavatanda bize bir şey getirmediyse bile Türkiye’yi Çerkes siyasetinin merkezi yapmışsa eğer, neden bize bir şey getirmemiş olsun.

“Beklediğiniz Rus Baharı” gelecek yazılarda...