DÖNÜŞ PARADİGMASI İLE 13 MART...

27.02.2011

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

1993- 1996 çalışma döneminde DÇB başkanlığı da yapan Tüm adığe dünyasının tanıdığı, Allah sağlıklı uzun ömür verisin bir ağabeyimiz var Şhalaxhue Abu. Bulunduğu toplantılarda katılımcılar toplantıyı yönetmesi için genellekle Abu seçilir.  Çok da güzel yönetir...

Arada  katılımcılar birbirini dnlemez olduğunda, her kafadan bir ses gelmeye başladığında  herkesleri kendine getiren bir sözü var Şhalaxhue Abu’nun:

Ti şetaşhe mırıme... Kaymağımız bu ise eğer...

23 Şubat 2011 günü Ülke Televizyonu “Bıçak Sırtı” programını izlediğim sürece Sayın Abu’nun bu sözünü düşündüm sık sık...  ve “Eğer Çerkes sorununu gündeme getiren kaymağımız bu ise?...” diye düşünmezlik edemedim. Kerameti kendilerinde menkul Çerkes önderlerinin bunu ziyadesi ile hak ettiğini düşünüyorum.

Bıçak Sırtı prgramının yapım ve yöneticisi Sayın Dede konuyu gündeme getirdiği için Sayın Mahmıt Övür konuya  dışarıdan katkılarından dolayı teşekkürü hak etmiş olmakla birlikte üzülerek her iki gazetecinin de konuyu iyi çalışmadıklarını belirtmek durumundayım. Çerkesler özelindeki katkılar, konuşmacılardan sanki şöyle ayaküstü edindikleri bilgilerle sınırlı kaldı. Tartışmacılarımız da program sırasında olduğu gibi öncesinde de  hiç söz etmemiş, sözünü etmeyi gerekli görmemişler ki  uzunca sayılacak program bıyunca sorunlarımızı temelden çözecek olan “Anavatana Dönüş” hiç gündeme gelmedi.

Ayrıca, Çerkes sorununun tartışıldığı “Bıçak Sırtı” hiç de adıyla uyumlu bir tartışma programı olmadı.  Böylesi toplantılarda alışılmış olan konuşmacıların her birinin kendi görüşünü savunduğu, savunurken heyecanlandığı, sesinin yükseldiği bir diğerinin konuşmasını böldüğü anları hiç yaşamadık.Programın  “Bıçak Sırtı”ndan çok “rahat koltuk” kıvamında geçmesinin, katılımcıların olgunluğu, sunucu Sayın Dede’nin deneyimli oluşundan çok “Çerkes Sorunu”nu gündeme taşıyan Çerkeslerin Çerkesler için bir gelecek kurgularının olmayışı ile açıklanabileceğini düşünüyorum.

Öyle ki konuşmacılar  sadece birbirleri ile değil devlet ile de ters düşmemeye özen gösterdiler. Bölücü olmadıklarının  altını kalın kalemle birkaç kez çizdiler, Yine de hemulusal hakları savunup hem de bölücü sayılmamanın tek koşulu “Dönüş”ten söz etmeyebildiler. Böylece, “Kültürel özerklik, sözde bir özerkliktir. Gerçekçi olması için mutlaka bölgesel özerklik olmalıdır” diyen bir gelenekten gelene Sayın Özden daha dün söylediklerine bugün ters düşmüş oldu. Gelecek kurguları olmadığı için talepler somutlanamadı soyutta kaldı.

Çerkes konuşmacılarımızın bir başka ortak özelliği konuya ilişkin bilgilerinin çok sığ olması, azından konuyu içselleştirmemiş olmalarıydı. Öyle ki Sayın Kaplan bağımsızlıkları ile gururlandığımız Abhazya ve Güney Osetya cumhuriyetlerini RF bünyesindeki Özerk Cumhuriyet olarak sayabilmiş diğer iki arkadaşımız da bu büyük gaf karşısında irkilmemişlerdir. Gerçekte diğer cumhuriyetlerin adlarında da “özerk” sözcüğü yer almamktadır. Özetle değerli katılımcılarımızın bilgileri yirmi yıl öncesi dağılan Sovyetler Birliği döneminde kalmıştır.

Sayın Kaplan’ın “Çerkes herkestir” yaklaşımına katılmadıklarını bildiğim Sayın Uğur da Sayın Özden de sessiz kalarak  Karaçay Türklerinin Türkiye’de haklarını korumaya soyunmak gibi anlaşılması çok güç bir yaklaşımı desteklemişlerdir.

Peki Sayın Özden, hiçbir tarihçinin yazmadığı “savaşın tam otuzbeş yıl sürdüğü” bilgisini nereden almış olabilir. 1864’ten 35i çıkarttığımızda bulduğumuz 1829 tarihi Osmanlı’nın hiçbirzaman kendisinin olmamış Kafkasya’yı Rusya’ya bıraktığı Edirne Antlaşması’nın tarihidir. Yani Sayın Özden savaşı 1829’da başlatmıştır ki Jhon F. Baddaley “Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Şeyh Şamil” adlı yapıtında 1829 öncesi savaşları tam on üç bölüm haline incelemiştir.

Konuya ilişkin bütün başvuru kitapları da 1823’de Terek Bölgesi’nin işgalinin tamamlandığı yazılıdır. Yani bu tarihte Kheberdey’in işgali artık tamamlanmış iki yönetim bölgesine ayrılmıtır.

Konuşmacılar birbirlerine ters düştükleri konuları sessiz kalarak karşı tarafı onaylamışlardır.

İlginçtir Sürgünün ilk yıllarında yoğun bir şekilde Balkanlara yerleştirilenlerden ve 93 harbi sonrası tekrar göçğrğlmelerinden hiç söz edilmemiştir.

Yine ilginçtir Sürgünde Çarlık Rsyası’nın etkisi vurgulanırken Osmanlı’nın bu gçöteki etkisi, Çarlık Rusyası ile yaptığı göç anlaşmaları hiç akla gelmemiştir.

Osmanlı belgeleri yalanlamasına karşın Tüm kuzey Kafkasya göçmenlerinin Çerkes olduğu yanlış savında direnilmiştir.

Türkiyeli Çerkes Çemberini kıramayan sayın konuşmacılarımız olayı Türkiyeli Çerkes paradigması ile değerlendirmişler, Sayın Özden kendisini tutamamaış anavatanı da diasporanın aydınlattığını söyleyebilmiştir. Ancak günümüz Çerkes aydını Sayın Özden’in,  anavatanı aydınlatan diaspora Çerkeslerinin neden izini sürmediği, neden anavatana dönüşü neden öncelemediği anlaşılmamıştır.

Özetle Dönüşün gündme alınmadığı  tartışılmadığı toplantılar, programlar kimler tarfından düzenlenirse düzenlensin eksiktir, eksik kalmaya da mahkumdur. Dahası karşısında olacak olsa bile Dönüşü gündeme getirmeden sorunlarımızı tartışanlar sorunlara çözüm arama konusunda samimi olmadıklarını düşünürüm.

Tüm bunlara karşın anadil yürüyüşünü tüm benliğimle destekliyor,  düzenleyenleri kutluyorum. 13 Mart Sıhhıye’deki ana dili bayramımız coşkulu olsun diliyorum... Görkemli olsun diliyorum...

Meydanlardan taşacak coşku ve mutluluğun katkıda bulunmayanları bile sarıp sarmalayacağını umuyorum.

Çünkü anadilini gerçekten seven birinin er ya da geç ama mutlaka anvatana yöneleneceğini  adım gibi biliyorum.

Bu duygular  ve bu coşku ile anadillleri önemseyen, her dilin yaşatılması gereğine inanan herkesi saygıyla selamlaıyor, şimdiden 14 Mart Dil Bayramımız kutlu olsun diyorum...