“AYDINIMSI”

27.06.2010

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Biz Çerkeslerin “Sürgünümsüler”i, “Yurtseverimsiler”i olduğunu artık biliyorsunuz. Bunların ortak özelliği de “Aydınımsı” olmalarıdır. “Aydın geçinen okumuşlar” yani “aydınımsı”lardan, sayın Fahri Huvaj’ın sahip ve sorumlu yönetmenliğini üstlendiği “Yamçı” dergisinin 1976 yılında yayımlanan birleşik sayısında değinildiğini “Yamçı” okurları anımsayacaklardır:

“Dil ve Alfabe Üstüne

Uluslaşmada, ulusal varlığın sürmesinde yurt birliğinin yanısıra dil birliğinin de ne denli vazgeçilmez bir yeri olduğu bilinen bir gerçek. “Dilsiz ulus ölüdür” der bir atasözümüz. Yapılan her ulus tanımında “dilbirliği” vardır. Bir Türk yazarı (Hikmet Dizdaroğlu) “Yurt, ulus, dil sevgisi ulusal varlığın temel taşlarıdır. Bunlardan birini ötekinden üstün tutamayız. Ulusal varlığımız onlarla oluşur, onlarsız düşünülemez. Yurt, ulus, dil üçlemi en güçlü  birliktir” der. Küçük ulusların veya ulusal toplulukların  dillerini geliştirmenin , bu arada Kafkasya’da yazı dilimizin geliştirilmesi yolundaki çabaların gereksizliğini ileri sürenleri yerlerine oturtan ünlü Adıghe ozanı ŞOCENTSIK’U Aliy’ın şu sözleri ne güzel yanıttır, günümzde de kimi dilleri küçümseyenlere: “Dili dil olmayacak hiçbir halk yoktur yeryüzünde.”

Dilin yaşaması, gelişmesi, yazılmasıyla, eğitim-öğretim kurumlarında, pratik yaşamda kullanılmasıyla olanaklı kuşkusuz. Alfabe de dilin yazılmasını olanaklı kılan biçimler dizgesi. Çeşitli şive lehçelerin kaynaşarak güçlü bir dil birliğinin oluşması, o potansiyel ulusun bireylerinin tarihsel olarak üzerinde yaşadıkları, Anayurt olarak benimsedikleri belirli bir toprak parçası üzerinde sosyo-ekonomik bir bütünlük içinde yaşamlarını sürdürmesi ile olanaklı. Ama bu hak ve olanaklardan yoksunluk ortamında bu hak ve olanakların yeniden kazanılması mücadelesinde dilin, alfabenin yaygınlaştırılması daha bir anlam ve önem kazanmakta.

Yirminci yüzyılda Çerkesler Arap, Latin, Gürcü ve Kiril (cyril)  temeline dayalı birçok alfabe kullandılar. Dahası eski dönemlerde Grek harflerine dayalı alfabelerin de kullanıldığını ortaya koyan araştırmalar, tarih öncesi dönemlerde Çerkeslerin kendilerine özgü bir alfabe kullandıkları, hatta bugün bile korunmakta olan Çerkes aile armalarının bu eski alfabeden kalan harflerin temeli olabileceği savlarını kanıtlayacak biçimde gelişiyor.  Yukarıda sözü edilen son alfabelerden devrim sonrası Kafkasya’sında geliştirilen Kiril harflerine dayalı alfabe dışında hiçbiri kalıcı olamadı ve yaygınlaştırılamadı. Onun için de Anavatandan kopuk olan muhaceretteki Çerkes halkının büyük bir bölümü yakın zamana kadar Çerkesce'nin yazılabildiğini, onunla yapıtlar verildiğini bilmiyor, bu nedenle de aleyhteki propagandaların ve şartlandırmaların daha çok etkisinde kalıyordu. Bugün, Anayurtta yaşayan soydaşlarımızdan anadiliyle okuma-yazma bilmeyen kalmadığını, devrim sonrasında dilimizin daha bir güçlendiğini, edebiyatımızın hızla geliştiğini bilmeyenimiz artık yok gibi. Ancak yine de Çerkesce yazılmış yapıtları görenimiz, hele onları okuyabilenimiz henüz pek az.

Bunun sorumluluğu da elbette halkımızın değil. Bunun sorumluluğu, anavatanımız Kuzey Kafkasya’dan koparılıp başka ülkelere serpiştirilerek muhaceret yaşamına itildiği günden beri halkımızı insafsızca yok etme politikası uygulayanların... Halkımız üzerine oynanan oyunları sezebilmesine, görebilmesine karşın, rahatlarının bozulacağı gibi kaygılarla parmaklarını oynatmayan aydın geçinen okumuşlarımızın. Son olarak da eşitlik, özgürlük deyimlerinde günümüzde bile yalnızca ekonomik hak ve özgürlükleri anlayan, ulusal özgürlükleri ulusal hak ve olanak eşitsizliklerini teoride olmasa bile pratikte gözardı eden, kendi küçük klik çıkarlarını ön planda tutan sözde sosyalistlerin

(...)                                                                  

İlginçtir, “ulusalcı”, “dönüşçü” dahil hangi kılığa girseler de “aydın geçinen okumuşları”mızın, yani “aydınımsı”larımızın olayımıza katkıları, dün olduğu gibi günümüzde de  dönüşü engelleme çabasıdır.

Aydınımsılar -dönüş yapmışları da dahil- eleştirilerinde hiç karşılaştırma yapmaz, istatistiki bilgileri göz önüne almazlar. Oturma izni başvurusuna ilişkin işlemleri aşılmaz bir duvar gibi sunarlar. Adigey’de yasanın istediği pasaport ve belgelerle gelen birinin üç gün içinde başvurusunun yapılabildiği ve üç ayda iznin çıktığını bilmezden gelirler. Başvurusu kabul görmeyen olup olmadığı, varsa bunların oranın ne olduğu, kaç kişinin oturma iznini yaktığı ya da kaç kişinin hazırlanan oturma belgesini hiç almadığını bir türlü gündemlerine almazlar. Kotanın onda birinin bile doldurulamadığı değil de oturma izninin neden kotaya bağlandığını  sorun ederler. Pasaport fotokopisi ile iki günde vize hazırlayabilenler bile dernekler arası toplantılarda vize işlemlerinin zorluğundan söz edebilirler. Radikal yazarı Nur Çetinay A.’nın vizeden yakınan yazısı ya da benzerlerinden hiç haberleri yokmuş gibi yapar, kendi bildiklerini okurlar:

“Yoksa vize kâbusu bitecek mi?    

AB’den vizesiz seyahat sinyali alındığına dair haberler, beni hayatta en aşağılandığımı düşündüğüm anlardan birine götürdü:
Yıllar önce. Genciz. Ama çocuk da değiliz, 20’li yaşlarımızın ortasını geçmişiz. Bir Noel vakti iki kız Paris’e gideceğiz. Elimizde eşten dosttan toplanmış adresler, notlar, amma eğleneceğiz. Şu vizeyi de aldık mı...

Hepimiz türlü çeşit vize macerası yaşamışızdır: Evrak toplarsın, imza sirküleri kovalarsın, mal beyanında bulunursun, kuyruk beklersin, gaddar memura düştün mü ayvayı yersin, T.C. pasaportlular olarak bilmediğimiz durumlar değil.

Ama o seferinde, bir sürü bilgi-belgeyle beraber, benden hiç unutamayacağım bir şey daha istediler: Evliysen kocandan, bekârsan babandan, gitmene izin verdiğine dair imzalı mektup!

Bu nasıl küçültücü, nasıl aşağılayıcı bir iştir? Bir kadını nasıl yok sayma, baba ya da koca, onu ancak hayatındaki bir erkek kanalıyla muhatap almadır?

Bazen akla düşer ya: Şu hayatta beni en çok ne mutlu eder? Şu kadar para mı? Falancayla tanışma mı? Kariyer basamakları mı?
Bana en derin ‘oh’u çektirecek şeylerin başında AB ülkelerine vizenin kalkması gelir herhalde.

Şurada iki adımlık komşu Yunanistan’a bile vizeyle gidilmesi, ABD’nin bir kere ölçüp tarttıktan sonra

10 senelik vermesine rağmen Schengen’cilerin hâlâ parmak hesabıyla gün sayması ifrit ediyor. Artık hakikaten bitsin bu sıkıntı. Bitene kadar da istikamet vizesiz ülkeler olsun! Şimdi mesela Hırvatistan’ın tam vakti. Dubrovnik mis. Yakıncacık, kolaycacık, ucuzcacık, küçük Venedik!”

Kimi aydınımsılar da önemsenen sorunun çözümleninceye kadar yazılması, uğruna çaba gösterilmesi gerektiğini gözardı eder, benim dönüp dönüp dönüşü yazdığımın ne denli yanlış olduğunu sıkça gündeme getirir, sorgularlar. Yeni Şafak yazarı Dürdane Cündioğlu'nun sekiz yıl önce yazdığı ve 26 Haziran 2010 günü yeniden yayımladığı yazsı ise, böylesi aydınımsılara Sokrates’in (M.Ö. 469-399 ) daha binlerce yıl önce gereken yanıtı vermiş olduğunun belgesidir:
 

“Kadîm zamanlarda, ders vermek için diyardan diyara gezen Grek bilginleri vardı ve böylelerine Sofist denirdi.
 

Bir defasında Küçük Asya'daki bir ders gezisinden Atina'ya dönen bir Sofist sokakta Sokrates'e rastlar.
 

Sokaklarda âvare âvare dolaşmak ve insanlarla konuşmak, sözgelimi bir 'ayakkabı'nın ne olduğu hakkında bir ayakkabı tamircisiyle konuşmak Sokrates'in alışkanlığıydı.
 

Sokrates'in şeylerin ne olduğundan başka hiçbir meselesi yoktu.

Küçümseyici bir edayla, "Hâlâ orada mı duruyorsun?" diye sorar Sokrates'e bu çok gezen Sofist, "ve hâlâ aynı şey hakkında aynı şeyi mi söylüyorsun?"

"Evet" diye cevap verir Sokrates, "öyle yapıyorum. Fakat sen, çok açıkgöz olan sen, hiçbir zaman aynı şey hakkında aynı şeyi söylemiyorsun!"

* * *

Martin Heidegger'in "Modern Bilim, Metafizik ve Matematik" başlıklı dersinde anlattığı bu hikayeden, 'gelişme', 'değişme', 'yenilenme' vb. parlak kavramların içerikleri sorgulanmamış ikna ediciliğine yaslanmayı marifet bilenlere, dolayısıyla 'çürüme'nin de en nihayet bir 'değişim' düzeyinden ibaret olduğu îmalarına karşı "Siz hâlâ orada mısınız?" yollu tahfiflere yeltenenlere nisbetle çıkarılması gereken pekçok ders var hiç kuşkusuz.
 

Malum, Sofistlerin hakikati talep etmekle, araştırıp sormakla, sorgulamakla bir alâkaları yoktu. İkna edici olmayı başarmak ve bu tür başarıları arzulayanları eğitmek bu zevatın başlıca görevleri arasındaydı. Para da kazanıyorlardı tabiatıyla. Konuşarak, tartışarak para kazanmayı meslek edinmişlerdi çünkü. Gazeteciler gibi.

Onlar nezdinde hakkın, hakikatin kendisi değildi önemli olan, bilakis kendisine istinad edilecek muhkem bir noktanın ya da başka bir deyişle sabit bir istinadgâhın bulunmadığını, bulunamayacağını göstermek ve böylelikle heveskâr kitleler nezdinde şöhret kazanmak yeterliydi.

"Hâlâ orada mı duruyorsun, ve hâlâ aynı şey hakkında aynı şeyi mi söylüyorsun?"
 

Bir düşünsenize, bugün böyle bir soru karşısında kalan ve kalacak olanların iftiharla "Evet hâlâ buradayım ve hâlâ aynı şey hakkında aynı şeyi söylüyorum" cevabını verebilmelerini tahayyül etmek ne kadar da güç görünüyor.

* * *

Aynı konuda aynı şeyleri söylemek, günümüz zihniyetince tekrar'dan, tekrara düşmekten ibaret addolunuyor.

'Tekrar' artık -ne yazık ki!- içine düşülen bir şeydir, olumsuz bir durum, bir duruştur; zira 'kalıcılık' demektir, aynı konuda aynı şeyleri söylemektir. Binaenaleyh tekrar'da olumsuzluğu teşhis edilen cihet esas itibariyle kalıcılık, yani sübutiyettir. Oysa psikolojik bakımdan olumlu bir duruma işaret eden huzur ve sükûn sözcüklerinin her ikisi de -tıpkı tekrar gibi- hareketsizliğe, sübutiyete, kalıcılığa işaret eder.

Tekrar'ın ve yanısıra ezber'in klasik eğitimin en asil yöntemlerinden biri olması düşündürücü değil mi?
 

Oysa bugünün insanı sürekli hareket halinde. Aynı konuda aynı şeyleri söylemekten kaçınıyor. Çünkü geçmişini unutmak istiyor, geçmiş unutulamayan demek olsa da.


"Sen, çok açıkgöz olan sen, hiçbir zaman aynı şey hakkında aynı şeyi söylemiyorsun!"

Evet çok açıkgöz aydınımsılar! Ben sizi anlıyorum. Siz hiçbir zaman aynı şey hakkında aynı şeyi söylemeyeceksiniz.

Ama siz de, benim kendimi, yıllar yıllar önce aynı şey için bıkmadan usanmadan aynı şeyleri söyleyemeye mahkum ettiğimi anlayın lütfen:

“ (...)

Sözün kısası güzelim
Seni sarsmamalı
            en sağlam
 bildiklerinin yıkılışı...
Yıldırmamalı seni
            en yılmaz bildiklerinin yılgınlığı
Ve yürümeli yürümelisin
            İnancın doğrultusunda
                        Sağlam adımlarla
Taaaa ki ereğine varıncaya dek
                        Ya da ölünceye...”