ÇIRPINIRKEN KARADENİZ...

12.06.2010

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             
“Sürgünümsü”, “yurtseverimsi” adlandırmalarına kimilerin çok kızdığını bilmiyor değilim. Ancak yine biliyorum ki, bu tanımlara içerleyen “Türkiyeli Çerkes” çemberini kıramamış olanlar bile kendi özü ile başbaşa kaldıklarında haklılığımı yadsıyamıyorlar. Yadsıyamıyorlar çünkü, oyun oynadıklarının ve oyunun temelinin “riya” olduğunun bilincindeler. Bu oyunun bilincinde olmak, kişilerin kendi özlerinden utanır olmasına da yol açıyor. Kendi özünden utanır olmaktan kurtulmanın belki de en etkin yolu üç maymunları oynamak. Oynanıyor da, neredeyse maymunlardan daha ustaca oynanıyor.

Bu arada “riya”nın sözlük anlamını da anımsatalım. Osmanlıca-Türkçe Sözlük’te riya; “özü sözü bir olmamak. İnandığı (bence inanır göründüğü) gibi hareket etmeyiş. İki yüzlülük etmek. Gösteriş için yapılan hareket” diye açıklanmış. Yeterince anlaşılır olduğu, belki de her kuşak, her halk kendi örneklerini bulmakta zorlanmayacağı için olsa gerek örnek de verilmemiş. Gerçekten “riya” örnekleri az değil biliyorsunuz.

Dönülebilir koşullar oluşur oluşmaz anavatanı dolduracakları görüntüsü verip de koşullar oluştuğunda dönüşü unutan, yeni koşullara göre dönüş programı oluşturmayan, uzunca bir süre “dönüş”ü gündemden düşüren, yattıkları yerde kendilerine uzatılan vatandaşlığı almayan “dönüşçüler” örneğin.

Şimdilerde de son yirmi otuz yıl hiç yaşanmamış gibi yapılıyor mu, dokuz yıl yürürlükte kalan vatandaşlık yasasından yararlanılmamış olmanın pişmanlığı hiç duyuluyor mu, üzüntüsü hiç dile getiriliyor mu? Konferanslarda “dönüş” adına nasıl dönülmeyeceği anlatılmıyor mu uzun uzun. Daha etkili olsun diye görsel olarak da desteklenmiyor mu söyleşiler.

Dinleyicilerin anlatıcılara, anlatıcıların dinleyicilere, dahası anlatıcıların da dileyicilerin de kendi özlerine inanmadıkları bilinmiyor mu?

Bu durum da “riya” tanımına cuk diye oturmuyor mu?

Peki, bir yandan, her fırsatta, her ortamda ulus sevgisi, anavatan sevgisi dile getirilirken, ulusal kültürel yaşam adına her türlü özveriye hazır olunduğu görüntüsü verilirken, bir yandan da bulunulan ülkeye kök salma, temel olma çabası içinde olmak, bu temel olma çabasının görmezden, duymazdan gelmek “riya” değil midir?

Abhazya’yı çok sevenlerce (!) bir yemekte restorana ödeyebildikleri kadar bile olmayan, yılda 120 Dolarlık eğitim giderini Abhazya şehitlerinin çocuklarına çok görülmesi... Bunun utancının hiç duyulmaması, günah çıkartılmaması... Abhazya’ya gerçekleştirilen turistik gezilerde kahramanlar gibi karşılanma özlemleri... Bedeller ödeyerek bağımsızlık savaşını kazananlara saatlerce bağımsızlık savaşının anlatılması da “riya” değil midir?

Dönüş için konulan kotaları eleştirenlerce, az bulanlarca, geçen yıl Adigey için belirlenen kotanın onda birinin bile doldurulamadığının hiç gündeme getirilmemsi, yanlışın nerede olduğunun tartışılmaması... “Gerçekte başkaları değil, kendimizi kendimiz engelliyoruz” öz eleştirisinin yapılmaması... Daha önce olduğu gibi günümüzde de “dönüş olmasın” diye çaba gösterenlerce, dönüş yapan sayısının az oluşunun “dönüş”ün başarısızlığı gibi sunulması, “riya”nın katmerlisi değil midir?

Çoğaltıp satılan CD’lerin gelirinden, anavatanın çok sevilip sayılan kültür emekçilerinin payının ödenmemesi, bir teşekkür mektubunun bile çok görülmesi, göz önündeki bu olayın yıllardır görmezden gelinmesi de “riya” değil midir?

Bir Ağustos Dönüş Günü etkinliklerine gruplar halinde katılınacağı günlerce yazılıp çizilmiş, hemen yola çıkılacağı görüntüsü verilmişken, gerçekleştirilmeyen, belki de gerçekleştirme çabası da gösterilmeyen olayın hiç yaşanmamış gibi unutulması “riya” değil midir?

Adige-Abaza birlikteliğini dilinden düşürmeyen Abaza aydınlarının Abhazya vatandaşlık yasasını doğru bulmaları, Adige aydınlarının bunu içlerine sindirmeleri “riya” değil midir?

Her yıl yazlıklarına iki üç ay ayırabilenlerin, anavatana tatil için de olsa üç yılda bir on gün ayıramamaları da bir “riya” örneği sayılmaz mı?

Kaf-Fed’in yayımlamış olduğu Nart dergisinin Kaf-Fed şubeleri yöneticileri sayısınca satamaması “riya” değil de nedir peki?... (...)

Sayın Handan Demiröz’ün Demokratik Çerkes Platformuna geçtiği çağrı-yakarışı, saymakla bitmeyecek “riya” örneklerinin en yakın en canlı olanı olsa gerek:

“Sevgili Dostlar,

İki konu var sizlerle paylaşmak istediğim.

1. Kaf-Fed'in kontenjanı ile Kabardey'e Anadil Öğretmenleri -oradaki masrafları Kabardey tarafından karşılanmak üzere -eğitim için yollanacaklar. Ancak İstanbul'dan gidecek Çerkesce öğretmenimizin yol parası ve vize masrafını Kaf-Fed adına İstanbullular olarak karşılamamız gerekiyor ve bu da 450 USD ( 750 TL) ye denk geliyor. Bu konuda katkısı olabilecek olanlar lütfen bana mail atsınlar. Koca İstanbul'dan 1 öğretmen yollayamazsak bu çok utanç verici olur. (Hak yemeyelim bir sonraki mesaj derneğin katkısı ile öğretmen sorununun çözümlendiğini haber veriyordu.)

2. Kabardey'de gençlik yaz kampı var. Şu ana kadar müracaat eden sayısı bize Kabardey tarafından tanınan kontenjanın çok altında. Oradaki masrafları Kabardey karşılayacak, gidecekler 450 Dolar (750 TL) yol parası ve vize ücretini karşılayacaklar. Hem anavatandan haklar isteyip hem de bu hakları kullanmayarak çok kötü bir tablo sergilemiyor muyuz sizce?

Lütfen çocuğunuzu, yeğeninizi, bir yakınınızın çocuğunu yollayın ya da gitmek isteyip imkanı olmayan bir gence 750 TL yol-vize ücretini karşılayarak sponsor olun.

Gençlerin Kafkasya ile ilişki kurması geleceğe yapabileceğimiz en büyük yatırımlardan biri. Bu konuda hassasiyetinize ve duyarlılığınıza güveniyoruz. Detaylar için beni arayabilirsiniz 0 532 436 57 56 ya da Kaf-Fed'den bilgi alabilirsiniz.

Sevgiyle ve dostlukla...”

Şimdi sorarım size Türkiye’de yaşayan milyonların, sürgün anma etkinliklerine katılan binlerin, anavatan kamplarına katılacak yeter sayıda çocuk-genç bulamamsı -ki ilk kez olmuyor- ya da davet alan çocuklara yol ve vize ücreti bulamaması “riya”nın ta kendisi değil midir?

Peki bu utanılası durumdan kurtulmak gerekmez mi? Ulusal etkinliklere katılımın ücretli olması kurtuluşun ilk adımı olamaz mı? Örneğin, Kefken’deki Soykırım ve Sürgün Anma Törenleri'ne katılanların her birinden 10 TL. katılım payı alınabilseydi, katılımın 10 bin olduğunu söyleyenlere göre 100 bin TL, 3 bin olduğunu söyleyenlere göre de 30 bin TL toplanmış olacak ve Handan hanımın bu çağrı-yakarışına da gerek kalmayacaktı. Ayrıca bu yöntem karşı kıyıya yüzerek ya da kayıkla geçecekmiş görüntüsü verenlerin, “Çırpınırken Karadeniz” türküsünü dinler gibi buğulu gözlerle ufka bakanların azıcık da olsa samimi olup olmadıklarını da ortaya koyacaktı.

Ancak bu tip sınavların istenmeyen bir sonuç verebileceği de bilinmeli çünkü; “(...) birçok insanların ulusal sevgileri, onların biraz fazlaca kişisel olan çıkarlarının sınırını aşamaz…” demişti Rahmetli Mehmet Fetgri Şöenu, Manyas-Gönen sürgünlerinin durdurulması için TBMM’ne “Arize”sinde.

Biz de “özü sözü bir, inandığı gibi hareket edebilen, iki yüzlülük etmeyen, gösterişi öteleyen, ulusal sevgileri, onların biraz fazlaca kişisel olan çıkarlarının sınırını aşabilen insanlarımıza selam olsun” diye bağlayalım yazımızı...

Evet, selam olsun farklı kutuplarda olsak da “riyakar” olmayan insanlarımıza...