“TEK YOL ANAVATAN-MUHACERET İLİŞKİSİNİN SAĞLANMASI VE MUHACERETTE DİLİN KÜLTÜRÜN GELİŞTİRİLMESİDİR.”

03.05.2010

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Sizlerin de tanık olduğunuz gibi Türkiye’de ulusal sorunu konuşmak, tartışmak korkulu olmaktan çıktı. Dahası prim de yapıyor artık. En küçük bir bedel ödemeyi gerektirmiyor. Dahası kazanç getirdiği de söylenebilir.

 

Geçmişte polislerce kovalanma, kovuşturulma, günlerce işkence görme, sorgulanma, hapislerde yatma nedeni olabilen konular Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı, Başbakan Yardımcısı, parti başkanları ile görüşülebiliyor artık. Dün tüm vatandaşlarının “anadillerinin Türkçe” olduğu gibi gülünç bir yasa tasarısını meclise sunabilen devlet bugün, üniversitelerinde Türkçe dışındaki anadillerin de eğitimini vermeye hazırlanıyor. Önünde ne in ne cin gördüğümüz ancak istihbaratçıların tarassudu (göz altında) altında olduğunu bildiğimiz elçiliğe bugün başlar dik, gözler ilerde giriliyor, kimileyin sıra beklemek zorunda bile kalınıyor. Büyükelçinin yemek davetini kabul eden dernek yöneticilerimiz bir sıkıntı yaşamıyor, büyük elçilik müsteşarını dernekte ağırlayabiliyorlar. Derneklerimiz siyasi partilerin uğrak yeri olmuş. Parti yetkilileri Çerkes halkının haklarını dile getirme konusunda elde bayrak yöneticilerimizin de önünde yürüyorlar.

 

Özetle gün “tatlı su Çerkeslerinin” günü. Ulusal sorunumuzu izin verildiği için izin verildiği ölçüde konuşmaya, konuşturulmaya başlayan yiğitlerimizin sayısı da hızla artıyor. Sağımıza dönüyoruz sanal yiğit, solumuza dönüyoruz sanal yiğit.   Hele de önlerde koşturan sanal yiğitler... Yenilerde yiğitler...

 

Bunların kimileri masumdur. Yenilikleri yaşları gereğidir. Halkının sorunlarını sorun bilecek, bilgisi, görgüsü, birikimi, yetenekleri, olanakları ölçüsünde sorumluluklar üstlenecek yaşlara yeni girmişlerdir. Böyleleri için sorun büyük değildir. Oturur kendilerinin daha doğmadığı günlerde, çocukluklarında. dedelerinin, babalarının neler yapmaya çalıştığını okuyarak, sorarak öğrenir. Dönemin koşullarını göz önüne getirmeye çalışır. Aynı koşullarda kendisi yaşamış olsaydı nasıl davranabileceği, göze alınabilenler içinde neleri göze alabileceği konusunda şöyle bir kendini yoklar...

 

Samimi olanları yapılabilenleri küçümsemez. Başarılarda emeği geçenlere saygı duyar, teşekkür eder. Aynı zamanda mücadeleye de omuz vermeye başlar. Ulusal mücadelenin bir günlük, bir yıllık bir mücadele olmadığının bilinci ile yüz metre değil bir maraton olduğunu içselleştirerek başlar mücadeleye. Öndekilere bayrağın yere düşürülmeyeceği mutluluğunu yaşatır. Yaşattığı mutluluk bir gün kendisine de benzer bir mutluluğu yaşatacakları inancını pekiştirir.

 

Sorunlu olanlar  “Eski-Yeniler”dir. Ulusal mücadelede sorumluluk almaları gereken yaşları geride bıraktıkları çok olmuştur. Ancak kimileri yıllar yılı önemini hiç kavramadıkları Dönüşe yeni uyanmışlardır. Kimileri bambaşka kulvarlarda kulaç atmış konuyu önemseyenlerin çabalarını uzaklardan biraz da küçümser tavırlarla izlemişlerdir. Kimileri bizlerle aynı havuzda görülmek bile istememişlerdir. Böyleleri için ne acıdır ki havuzlarında kulaç atabilecekleri su kalmamıştır. Susuz havuz zemininde yüzme çabası da gülünç olmaktan bile ötedir.

 

Demelerine bakılırsa bu arkadaşlarımız onurlarına da çok düşkündürler ama nedense  “Döneminde Dönüş’ün, uluslaşmanın tek yolu olduğunu göremedik. Dönüş’ü önemsemedik. O yıllarda gerçeği görebilseydik, Dönüşçüleri engellemeye çalışmasaydık, güçlerimizi birleştirseydik bugün halkımız çok daha ileri konumda olurdu” diyebilmenin onurunu öteleyip duruyorlar. Dönüş uğruna çabaları küçümseyerek kendilerini önemsetebileceklerini sanıyorlar. Köprülerin altından çok sular aktığını da göremiyorlar bir türlü. 

 

Bunlar bir süre dönüşçülerin yapabildiklerini azımsayan yazılar yazdılar. Dönüşçülerin etkin oldukları örgütleri, bu arada DÇB’yi küçümsediler. Neden daha büyük başarılar elde etmediklerini sorguladılar.  Yetmedi daha sonra Dönüşçülerin kendilerini yanılttıklarını. onlar engellemeseydi kendilerinin çok şeyler başarabileceklerini ima eden yazılara geldi sıra. Ancak “o yıllarda sizler nelerle uğraşıyordunuz” bezeri sorular karşısında bilinen tüm öğretilere ters düşme pahasına daha önce nerede ne söylendiği, nerde ne yazıldığının önemli olmadığını dile getirmeye başladılar.

 

Öyle ya kendilerinin en küçük bir izi bile büyüteçle aransa da bulunamayacak, dahası bugün önemser göründükleri Dönüş’ün karşısında olduklarını belgeleyecek geçmiş neden önemli olsundu. En iyisi tarihi kendilerinin olaya uyandıkları günden başlatmaktı. Gerçekten kendilerinin yanlışlarını,Dönüşün de başarılarını örtecek bundan daha güzel yaklaşım bulunamazdı.

 

Ama bizler bugünkü konumumuzun, dünyadaki büyük değişimle birlikte geçmişte söylenen, yazılan, yapılan şeylerin sonucu olduğunun bilinci ile aramızdan çok erken ayrılan, büyük kaybımız L’ışe Süleyman Yançatoral’ın, Sevgili Sülü’nün böylesine önemli bir yazısını sunuyoruz. Yukarıda söylediklerimizi haksız bulanlardan da anımsattığımız yazının yazıldığı yıllarda yazmış oldukları benzeri bir yazıyı beklemenin hakkımız olduğunu  anımsatıyoruz:

 

TEK YOL

ANAVATAN-MUHACERET İLİŞKİSİNİN SAĞLANMASI

VE MUHACERETTE

DİLİN KÜLTÜRÜN GELİŞTİRİLMESİDİR. 

 

Natrt Savsur

L’ışe Süleyman Yançatoral                         Yamçı Nisan 1976  Sayı 6

 

 

 

“Olmak veya olmamak.” Bütün sorun burada. Yediden yetmişe kadar tüm Çerkeslerin sorması ve araştırması, çözüm yollarını göstermesi gereken bir sorun. Yok olmak hürriyeti ile hür olan bizler artık ortak kısır politik çekişmeleri, geleneksel kabile anlayışlarını bırakıp, gelecek için somut öneriler getirmeliyiz. Artık bunun tartışması yapılamaz. Yok oluşun eşiğinde sürekli bir şekilde asimile olarak içinde yaşadığımız toplumlarla bütünleşen bizlerin, gelişen ve değişen uluslararası ilişkilerden ders alacağımız yığınla tecrübesi vardır. Gündemdeki sorun dil başta olmak üzere bütün kültür değerlerimizin yapısal bir değişime uğrayarak, başka toplumların değerleriyle ve diliyle bütünleşmesi, yok oluşudur. Bu durum kaba bir gözlemmile görülebilir. Bunun için fazla kitap okumaya araştırmaya da gerek yok. Hiçkimse kendi yöresinde hızlı bir asimilasyon varlığını inkar edemez. Etnik gruplar arası kültür yayılımının 1) Temas, 2) Rekabet, 3) Uzlaşma, 4) Eriyerek Birleşme aşamalarından geçtiğini birçok araştırmacılar ortaya çıkartmıştır. İlki iki aşama çoktan aşıldı. Son iki aşamayı birçok bçlgede gözleyebiliyoruz. Bu birçok bölgelerin çoğalması işten bile değil Doğal asimilasyonun yanında bunungüçlendirici birçok yöntem kasıtlı olarak uygulanmaktadır. Güçlü kitle etkileşim araçlarının etkisiyle şartlandırılan kuşaklar için sorun kısır parti çekişmeleri haline getirilmek istenmektedir. Kuşkusuz içinde yaşadığımız toplumların siyasi yapısı bizi etkileyecektir. Ama bu etki ana sorun olan yok oluşun çözüm yollarını engelliyorsa bu duruma şiddetle karşı konulmalıdır. Bugün birçok siyasi partilerin ileri gelenleri Çerkes asıllı olabilir. Hatta bu partilerce Çerkesler Türkiye’nin en gerici veya en ilerici kesimi olarak görülebilir. Bunların bizce fazla önemi yoktur. Çünkü yok oluş sorununa bir çözüm getirmemektedirler. Getirmeleri de beklenemez. Ne “Halklara özgürlük” sloganı ne de “Altaylar’dan Tuna’ya kadar Turan” tekerlemesi bizim için bir çözüm yoludur. İlk bakışta cazip gelse dahi derinlemesine bir inceleme her iki yaklaşımın ütopik (olması olanaksız ) olduğunu gösterir. Başkalarının toprağındaki bir özgürlükte benim gözüm yok. Aynı zamanda dış Türkler paravanası a altında her türlü ırkçı, Turancı baskılara karşı da uyanık olmalıyız. Gündemdeki sorunmuz olan asimilasyonu önleyici, dilimizi destekleyen herkes bizim için birdir. Dış emperyalist güçlerin “bil-yönet” politikasını tarihte çok iyi bilen bir neslin evlatlarıyız. Yalnız bu konuda uyanık olurken, tüm uygar devletlerce desteklenen ve çeşitli uluslararası antlaşmalarda üzerinde durulan, tüm ulusların kültür değerlerini geliştirme, dillerini yaşatma gibi insancıl haklarını da unutmamalıyız.

 

Muhacerette içinde yaşadığımız toplumlardan somut olarak istediğimiz “kültürel özerklik” kavramı üzerinde çeşitli tartışmalar yapılabilir. Sonuçta kaesin bir çözüm yolu olarak görülmeyebilir. Hatta bu istemin gereksizliği üzerinde bile bulunabilirdurulabilinir. Nasıl ve ne şekilde olursa olsun herkesi bu konuda tartışmaya çağırıyorum.

 

“Kültürel Özerklik” kavramını anavatanla olan ilişkiden soyutlayıp ele alamayız. Çünkü birçok araştırma enstitüleri, sanat ve kültür yapıtları, yaşatılan gelenek ve görenekleriyle 1,5 milyon Adıghenin kültür birikimi anavatanda oluşturulmuştur.  Anavatan-Muhaceret ilişkisinin kesintiye uğraması bu kültür birikiminin muhacerete aktarılmasını engellemiştir. İlkel-kölecei ve feodal toplum yapısının bütün üstyapı kurumlarını (gelenek, kültür, hukuk, din...) beraberinde getiren muhaceret kesimi, bu kurumları yaşatan ekonomik temeli buldukça asimilasyon konusunda bir tedirginlik duymamıştır.  Anavatan ve muhaceret kesimleri ayrı ekonomik ve sosyal sistem içerisinde kendilerine bir yol aramışlardır. Anavatanda kendi toprağında kendi insanları arasında, kendi halk kültürünü çağdaş bir yorumda işleyip yeni bir sentezde birleştiren toplumun muhaceret kesimi, içinde yaşadığı toplumların kültür değerleriyle etkileşerek yabancı bir sentezde birleşmiştir. Bu yabancı sentezin asgariye indirilmesi ve daha çok genişlemesinin önüne geçilmesi için Anavatandaki kültür birikiminin tez elden muhacerete aktarılması gereklidir. Örneğin, ilkel, sınıfsız toplum yapısın çok güzel yansıtan öz halk destani “NARTLAR” bugüne dek aktarılamamıştır. Ayrıca geçmişle ilgili bir yığın tarihsel olay hala kitap sayfaları arasındadır. Anavatanda oluşturulan kültür birikimi ancak anavatan - muhaceret ilişkisinin geliştirilmesiyle bizlere aktarılabilinir.

 

Kuşkusuz bu ilişkinin geliştirilmesi, uluslararası yumuşama politikasının daha geniş boyutlara vardırılmasıyla olanaklıdır. Anavatan-muhaceret arası gerginlik bizlerden başka herkesin yararınadır. İçinde yaşanılan siyasi rejimler birbirinden farklı olabilir. Katı bir tutumla bu tartışma alanına bu rejimler getirilirse ister istemez bir ilişki kopukluğu başlar. Bu ilişki kopukluğu da 1,5 milyon kardeşimizi başka bir rejimde yaşıyor diye koparım atmayı sağlar. Sorarım sizlere bu kimin yararınadır? Çağımızda tanıma diye bir olgu varken kalkıp kulaktan dolma görüşlere önem verirsek, kendi yoz kültürümüzle başbaşa kalırız. Ve içerisinde yaşadığımız toplumlarla bütünleşir, yok oluruz. “olmak yada olmamak” mücadelemizde bizi ırkçı şövenist diye suçlayabilirler. Bu yanılgıdır. Biz her türlü ırkçı şövenist baskıya hangi rejimde olursa olsun karşıyız. Kimse kimsenin dilini, kültür değerlerini sömürme hakkına sahip değildir. Yalnız bu hak savunulurken dış emperyalist güçlerin “böl-yönet” politikasını da gözden uzak tutamayız. Fetih edebiyatı çağımıza ters düşmektedir. Çağdaş milliyetçilikte “titrenerrek kendine” dönülemez. Çağdaş ulus anlayışı bütün toplumların kültür değerlerine saygı duymak, dilini öz halk kültürünü  geliştirmeye yardımcı olmaktır. Bunun yanında bizim için önemli olan muhacerette dilimizi, kültürümüzü geliştirici çalışmalarla her türlü şövenist baskılara karşı çıkmak ve kendi toprağımız Anavatan Kafkasya’da kendi kaderini kendisi çizen barışçı bir toplum olma özlemidir.