''USÜL ESASIN KAPISIDIR''

12.04.2010

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             
Son günlerde birilerini suçlayarak kendini önemsetme çabaları daha bir artmış gibi. Dünya görüşlerinin farklı olduğu bilinen bir çok yazarımız; kendi düşüncelerini, düşünceleri paralelinde yaptıkları çalışmaları anlatmak yerine, kendileri gibi düşünmeyenleri eleştirerek kendilerinin daha doğru olduğunu halkımıza anlatabileceklerini umuyorlar. Yani geometride kimi teoremlerin ispatı için yürünen ancak sosyal olaylarda hiç de geçerli olmayan “olmayana ergi yöntemi”ni uyguluyorlar. Yanıldıkları ortaya çıktıkça yanılmaz oldukları, korkak oldukları ölçüde yiğit oldukları sanıları pekişiyor sanki. Bunlara özenen kimi yeniler de gerekli basamaklardan geçmeden ağırlık kaldırma rekoru kırmaya kalkıyorlar...

Doğrusu kimileri, yalanı yanlışı, karanlık geleceği o denli bir güven duygusu ile anlatıyorlar ki... Bu yolda yıllarca dirsek çürütmüş kimilerimize bile “acaba” dedirtebiliyorlar zaman zaman... Kafaları karıştırabiliyorlar... İşin laf ebeliği yönünü sevenlerin çoğalmasına neden olabiliyorlar... Asıl kahramanlığın sanalda olduğu yanılgısını yaygınlaştırabiliyorlar... En önemlisi, yarın ortaya çıkacak yanlışların sorumluluğunu üstlenmemek için olsa gerek çoğu kendilerini de saklıyorlar...

Yiğitliğin onda dokuzu kaçmak” denir ya... Gerçekte bu deyim de çağdışı kalmış olmalı... Onun yerine “sanal yiğitliğin onda dokuzu hiç görünmemek, onda biri de kaçmaktır” desem ne dersiniz?

Peki uzun yıllar dirsek çürütenlere bile “acaba” dedirtecek kadar güzel ya da karmaşık, güven sindirilmiş olarak yazabildiklerine göre yazan çizenlerin güvenilmezlerini ayıklamanın hiç mi yolu yok?

Olmaz olur mu? Bence bunun en sağlıklı yolu, yazan çizenlerimize şu basit testi uygulamak.

Örneğin ben;

Adını sanını saklayanlara ne denli güzel yazarlarsa yazsınlar güvenemem:

Çünkü en kahraman geçinenler, Birleşik Bağımsız Kafkasya’yı düşleyenler de “Çerkes Yurtseverler” de amaçlarını, dönüşçüler gibi “barışçıl yollarla” gerçekleştirebileceklerini umuyor ve bunu yineleyip duruyorlar. Barışçıl oldukları için bedel ödemek zorunda da kalmayacaklarına, kalsalar bile “can vermek dahil bedel ödemeye hazır” olduklarına göre adlarını yazmama nedenleri dışardan gelebilecek bir tehlikenin korkusu değildir diyorum. Bence bu saklanmalarının nedeni bugünkü yanlışları ile yarın yüzleşmek zorunda kalacakları korkusudur. Dahası yazdıklarına kendilerin de inanmadıklarını, kendilerinin de inanmadığı görüşlerine bizlerin inanmalarını beklemek gibi bir çelişkileri olduğunu düşünüyorum.

Ben, yaşadığı ülkeyi bilmediğim kişilerin yazdıklarından kuşku duyarım.

Çünkü; yaşadığı ülke kişinin, söylemlerinde ne kadar samimi olduğunun, bedel ödemeyi göze alıp almadığının mihenk taşıdır. (Genç arkadaşlar bilemeyebilir mihenk taşı altının gerçeğini sahtesinden ayırabilen bir taştır.) Bilindiği gibi ulusal mücadele, ne denli barışçıl olura olsun, görünür görünmez, bilinir bilinmez, bireysel düzeyde yada ailece, toplumca bir bedel ödemeyi gerektirir. Ödemek zorunda kalabileceği bedelin büyük- küçüklüğü de söylem-eylemlerinden daha çok yaşadığı ülkeyle ilişkilidir.. Onun içindir ki, Türkiye dışındaki Ermeniler soykırımı her platformda dile getirir, ülke parlamentoları böyle bir karar alsın diye gece gündüz çabalarken, diasporada olsaydı muhtemelen benzer bir çaba içinde olabilecek Türkiye’deki Ermeni Cemaati lideri “Bu sözcüğü sevmiyorum. Dış etkiler sonucu iki kardeş kavga etmişti, barıştılar” diye görüş belirtir, sayın Erdoğan’dan özür diler.

Dolayısı ile;

1)Çerkes Soykırımı” konusunda samimi olduğuna inanabilmemizi için, Jamestown Foundation’ın (devletçe kurdurulmadığı düşünülse bile) öncelikle, ödemek zorunda kalabileceği bedeli göze alması, Amerika’nın günümüzdeki insan hakları ihlallilerini gündeme getirmelidir.

2) İnsan hakları konusunda samimi olan bir Gürcü aydınının 150 yıl önceki Çerkes soykırımını değil vatandaşı olduğu ülkenin günümüz insan hakları ihlallerini gündeme taşımalı ve bedelini de ödemeyi göze almalıdır.

3) Gürcistan’daki konferansı desteklemesi, desteklemeyenleri zehir gibi sözlerle eleştirmesi Türkiyeli bir Çerkes'in soykırımı kabul ettirme konusunda samimi olduğu anlamına gelmez. Bu konuda samimi olan ve bedel ödemeyi göze alan bir TC vatandaşının önceliği soykırımı vatandaş olduğu devlete kabul ettirme eylemleri olmalıdır.

4) AP Çerkes Günleri'nde bu konuları gündeme getirmeyen, parlamentoya böyle bir karar aldırmaya çalışmayan Avrupa ülkelerinde yaşayan bir Çerkes'in Gürcistan’daki olayları desteklemesi, samimi bir yurtsever olduğunun kanıtı olamaz.

5) Eş başkanı olduğu Alman Yeşiller Partisi karar organlarında konuyu gündeme getirmeyen, bu yönde karar aldırıp Avrupa’ya da böyle bir karar aldırma çabası göstermeyen sayın Cem Özerdemir’in Çerkes Soykırımı üzerine söz söyleme hakkı olmamalıdır.

Ben, sadece eleştirip hiç çıkış yolu göstermeyenlere inanmam.

Çünkü yapılmasını gerekli gördüğü şeylerin yapılmamış olmasını eleştirmekle, kendi doğrularına göre güçleri ölçüsünde çaba gösterenlerin neredeyse hain oldukları izlenimini vermeye çalışmakla yetinip, o yıllarda kendilerinin neyle uğraştıklarını anlatmamalarını ahlaki bulmam.

Bu açıklamayı yapmayanların günümüzde de samimi olmadıklarını bilirim. Bence başkalarının yanlış bulduğu yaklaşımlarını, eksik bıraktıklarını sıralayan kişi öncelikle, eleştirdiği dönemde eğer henüz “akıl baliğ” olmamış idiyse, “akıl baliğ” olmadığını, ulusal mücadelenin önemli olduğunun ayrımında olamadıysa eğer, o yıllarda aklı ermediğini, aklının şimdilerde ermeye başladığını açıklamalıdır. Savunduğu çizgi iflas ettiği için Çerkesliği keşfeden kimileri de bunu samimiyetle itiraf etmelidir.

Özetle ben, özeleştiri yapamayanların başkalarını eleştirme haklarının olmadığını düşünür, özeleştiri yapmayanların eleştirilerini de önemsemem.

Eleştirilerinde gerçekleri değil sanılarını temel alanlara, özlemlerini gerçekmiş gibi sunanlara, görüşlerini destekleyen önemsiz olayları önemliymiş gibi göstermeye çalışanlara güler geçerim.

Düşledikleri Bağımsız Birleşik Kafkasya’nın sınırlarını çizmeyen, hangi halkalardan oluşabileceğini anlatmayan, hangi dilin resmi dil olabileceği konusunda görüş belirtmeyenleri inandırıcı bulmam.

Kafkasya’da verilen bağımsızlık savaşçılarına gönüllü olarak katılmayanları, ilgisini Türkiye Cumhuriyeti’nin ilgisi ile sınırlayanları ne denli hamasi yazarlarsa yazsınlar önemsemem.

Yeterince güvenli olmadığı, otellerin temiz olmadığı, pahalı oldukları, gibi gerekçelerle anavatanı turist olarak bile ziyaret etmeyenlerin, “Ruslardan temizlemek” gerekçesi ile akın akın anavatana koşacakları hamasetini hiç ama hiç samimi bulmam.

Ülkelerdeki Adige halklarının temsilcisi örgütlerin delegelerinin katılmadığı bir konferansa, ev sahibinin görüşlerine yakın konuşacak birilerinin çağrılmış olmasını, ülkelerin temsil edildiği anlamına algılayıp anlatanları, bile bile yanlışı yaygınlaştırmaya çalışanları güvenilmez bulurum.

Gerçekleştirilmesi çok zor konumları çok kolay elde edilebilecekmiş gibi sunanların sorumsuzca büyük bir vebal altına girdiklerini düşünürüm...

Usül esasın kapısıdır” diyen temel hukuk ilkesine rağmen “önemli olan esastır” yaklaşımı ile, neden, nerede, ne zaman, kimler tarafından, hangi koşullarda dile getirildiğine bakmaksızın “Çerkes Soykırımı”nı seslendiren herkesin desteklenmesi gerektiğini savunanları da inandırıcı bulmam.

Çözüm önerilerinin somut koşullara göre belirlenmesi gerektiğini, birlikteliklerde ahlakın önemini yıllar boyu savunanların “ne olursa olsun desteklerim” yaklaşımına da şaşar kalırım...

Evet “usul esasın kapısıdır” esas da savunduklarını gerçekleştirme çabası içinde olmayanları, yani güvenilmezleri güvenilir olanlardan ayıklayabilmektir...

Sizce de öyle değil mi, ne dersiniz?