KISA, KISA

29.11.2009

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Yazılarıma epeyce ara vermiş oldum. Bildik bir gerekçe ile, “elde olmayan nedenlerden” diyelim… Bu arada değinmek istediğim epeyce konu birikmiş oldu. Hem tek yazıda birkaç konuya değinir, hem de yazılarımın uzunluğundan yakınanların eleştirisinden kurtulurum diye başlığı yazmıştım ki TRT TV2'e sevdiğim bir programa takıldı gözüm: “Medya Müfettişi”.  Konuk da yazılarını kaçırmamaya çalıştığım Yeni Şafak yazarı Dücane Cündioğlu.

Çok keyif alarak izledim. Sayın Cündioğlu’nun, Kevser suresinde geçen “wenher” sözcüğünün kurban ibadeti anlamına gelmediğini açıklayan daha önce okuduğum ve çok inandırıcı bulduğum yazılarını da anımsadım. Konuya yakın olanlar bilir, kurban ibadetinin gerekliliği, genelde Kevser suresi ile açıklanırdı. Açıklanmasına açıklanır da hiçbir din adamı kurban ibadetinin farz olduğunu söyleyemez. Çelişki de burada başlar düşünen için. “Kur’an’da geçiyorsa neden farz değil?” Sünnet ya da vacip ise eğer neden Kur’an-ı Kerim’in bir ayeti ile ilişkilendirilir?

Doğrusu ben Sayın Cündioğlu’nun yazılarını okuyuncaya kadar bu çelişkiden kurtulamamıştım.

http://yenisafak.com.tr/arsiv/2004/SUBAT/08/dcundioglu.html
http://yenisafak.com.tr/arsiv/2004/SUBAT/14/dcundioglu.html

Sorulara sunucu Sayın Serra Karaçam’ı da şaşırtacak derecede doğrudan, “açık ve net” yanıtlar veren yazarımızı daha bir sevdim. Kişi kimi konularda da olsa görüşleri örtüşen yazarları, daha çok sevmez mi?... Sayın Cündioğlu, “yazan kişi tarafsız olamaz” dedi çok kesin bir dille. Yorum bir yana, haberin bile tarafsız yazılamayacağını, seçilen sözcüklerin bir mesaj içerdiğini dolayısı ile haberin de bir yorum olduğunu vurguladı. Öyle sanıyorum ki tüm izleyenleri de inandırdı. Haberin bile tarafsız olamayacağı vurgusu bana ayrıca son günlerin demokratik açılımını düşündürdü. Hayır, Türkiye geneldeki “demokratik açılım”ı değil. Bizim, “farklı dünya görüşlerine sahip Çerkeslerin, ‘Demokratik Yeniden Yapılanma’ sürecine aktif katılım çağrısı”nı.  

Durum bu iken, konuya ilişkin yazılarımın kimilerince demokrasiye karşıymışım gibi algılanıp anlatılmasını anlamakta güçlük çekilmesine şaşmamak elde mi?. Öyle ya, kişinin, dünya görüşünün bir haberin yazılışına bile yansıması engellenemezken, dünya görüşleri farklı olanların farklı algılayıp farklı yaklaştığı “demokratik açılım” konusunda, “dünya görüşleri farklı Çerkesler”in, ortak bir görüş oluşturamayacaklarını düşünmek, neden demokrasiye karşı olmak olsun. Nitekim daha sitemizin dışına taşmadan üç yazarımız beni de sayarsanız dört yazarımız arasında belirgin yaklaşım farklılıkları ortaya çıkmadı mı?  Dünya görüşleri farklı olan kişilerin imza atabilecekleri bir metnin suya sabuna dokunmayan bir metin olması olasılığı yüksek değil mi? Peki demokrasi yanlısı herkesin imzalayabileceği suya sabuna dokunmayan böyle bir metni, Çerkeslerle ilişkilendirmenin gereği var mı?  Demokratik açılımı, yani demokrasiyi savunanların farklı görüşlere tahammül edemeyişleri demokrasi ile bağdaşır mı?

Tüm bunlara karşın yine de biz açılımı, “ilgi ve umutla” bekleyelim.



Kendilerinden gerçekten büyük beklentilerimiz olan, önemsediğimiz arkadaşların az bildikleri konularda çok kesin konuşmaları beni iki kez üzüyor. Önce mutlaka bilmeleri gereken konuları bilmediklerine üzülüyor, sonra da bu yanlışlarını herkeslerin önünde düzeltmek zorunda kaldığım için bir kez daha üzülüyorum. Ancak bilinmeli ki bu yazıları yanıtlamamın asıl nedeni, yaşamışlardan biri olarak, yanlış bilinen çok önemli olayları doğru anlatma sorumluluğu.

Bunların biri Sayın Hatko Şamis’in son yazısında, Abhaz örgütlenmelerine yaklaşım konusunda dönüşçülerin yaklaşımının da diğer gruplarla aynı olduğunu, DÇB kuruluşunda Türkiye Çerkeslerinin -ki, kuruluşa katılanlar dönüşçülerdir- “Bizde Kuzey Kafkasya halklarına Çerkes denir”de ısrar ettiğini dile getirmesi.

http://www.circassiancenter.com/cc-turkiye/indexa.htm

Önce bilinmeli ki, sayın Hatko’nun sözünü ettiği kalıp kimileri için hiç oluşmamış, oluşanlar için de kırılma 1990’dan çok daha önce gelişmiştir. Abhazların kendi adları örgütlenme çalışmaları kendi sitelerindeki bilgiye göre 1967 de başlamıştır. Yetmişli yıllarda sonlarında gerçekleştirilmiştir. Abhaz adı ile ayrı dernek kuruluşuna dönüşçüler, hem de dediklerinin dedik olduğu dönemde karşı çıkmak bir yana destek olmuşlardır.

“Bizde Kuzey Kafkasya halklarına Çerkes denir”de ısrarın, DÇB kuruluşuna gözlemci olarak katılan, daha sonra uzun yıllar merkezi örgütümüzün başkanlığını yapan sayın Muhittin Ünal’dan alıntı olması, daha önce tarafımızdan düzeltildiği için sayın Hatko’nun yanlıştaki payını azaltmaz. Hem, kaynağı kim olursa olsun her söylenmiş, yazılmışı temel alıp bunun üzerine görüş geliştirmesi sayın Hatko’nun analiz yeteneğine, bilimselliğine aykırı düşmüyor mu? 

Kaynak sayın Muhittin Ünal, hiçbir dönemde dönüş çizgisi belirleyicileri arasında olmamıştır. 1991 ilk genel kurul öncesi hazırlık toplantılarının hiçbirine katılmamış savunulacak ilkeler oluşturulmasında katkısı olmamıştır. Zaten, Almanya delegelerinin de desteklediği Türkiye delegelerinin savunduğu ve DÇB’ye temel olan, günümüzde de geçerli olan ilkeler, sadece hazırlık toplantılarına katılan kişilerin değil dönüşün ilkeleridir. Oluşumunda sürgünün ilk günlerinden beri yüzü anavatana dönük olan herkesin payı vardır. Sayın Ünal’ın Genel Kurul'a gözlemci olarak katılması da dönüşçülerin kararı ile gerçekleşmiştir.

Daha önce de yazdığım gibi hiçbir delege DÇB’yi tüm Kuzey Kafkasya halklarının birliği gibi düşünmemiş, düşlememiş ve böyle olması için çaba göstermemiştir. Bizlerin savunduğu Çerkes Birliği; Adige-Abaza birliğidir. Gürcülerin Abhazya’ya saldırdı-saldıracak olduğu günlerde, Adige ve Abazaları bir gören kişiler ve dönüş çizgisinin kendi adlarına bir dünya örgütü olmayan Abaza kardeşlerimizi örgüte almamak vebalinden kurtulamayacağımız çok büyük bir yanlış olurdu.

Ayrıca Türkiye’den Genel Kurul'a katılan delege ve gözlemcilerinin üçünün Abaza beşinin Adige olması, tüm delegeler arasında diğer kardeş halklardan tek bir temsilcinin bile olmaması Çerkes’in Adige-Abaza karşılığı kullanıldığının başka bir kanıtı değil mi?

Bizce yanlış olan, iki kardeş halkın kendisi kalarak birlik oluşturmakta gecikilmiş olmasıdır. Bu yapılanmanın DÇB kuruluşu daha yılını doldurmadan Dünya Abhaz-Abazin Birliği’nin kurulması ile başladığı görmezden gelinmiştir. Bu kuruluştan sonra doğru olan iki dünya örgütünün hemen, bağımsızlıklarını koruyarak tek çatı altında birliktelik oluşturmalarıydı. Çatı genel politikayı belirlemeli, kendi özelinde her örgüt kendi sorunlarını çözmeye çalışmalı, gerektiğinde kardeş örgütün katkılarını istemeliydi. Özetle, gerçek tüzüklere de yansıtılmalıydı. Ancak bu gerçek, DÇB genel sekreterliği görevine seçildiğim 1993 yılından beri savunulduğu halde karar verici konumlarına karşın olayın özüne uzak kişilere anlatılamadı gelişim bu günlere kaldı.

Anımsanacaktır son yıllarda konu forumda da, köşe yazılarında da hep gündeme getirildi. “Adige Örgütleri” www.circassiancenter.com
/cc-turkiye/yorum/nh/101_adigeorgutleri.htm adını taşıyan yazım da bunlardan biriydi. Yinelersek; “Adigelerin bugünkü sorumluluğu, dönüşü öncelese de federasyondan ayrı yeni Adige dernekleri kurmak değil, Kaf-Fed şubelerinin Adige yoğunluklu yörelerde Adige ve Abaza yoğunluklu yörelerde Abaza derneklerine dönüşümünü sağlamaktır” görüşü savunulmuştu. Bu konuda ilk adım Kaf-Fed üyesi Reyhanlı Kafkas Derneği tarafından atılmış oldu. 8 Kasım 2009’da gerçekleştirilen Genel Kurul'un oy birliği ile aldığı karar gereğince derneğin adı artık “Adige Xase” imiş… Ne mutlu…

Evet, bizce bu aşamada doğru olan Adige ve Abaza birliğinden yana olan tüm Adige ve Abazaların, Abaza Dernekleri Federasyonu’nun sağlıklı oluşum ve gelişimi için katkıda bulunmak, Adige yoğunluklu derneklerin Adige adını almasını sağlamak ve her iki birliği kendileri kalarak bir çatı altında birleştirmektir. Bu aynı zamanda DÇB ve DAAB ilişkilerinin Türkiye’deki örneği olacaktır.

Sayın Hatko ve bir çok genç arkadaşın yanıldıkları bir başka nokta, örgütlerin kuruldukları dönemin koşullarını göz önüne almamaları verilen adların içeriği de yansıttığını düşünmeleridir. Girişimcilerin bu adları, ya yasal zorunluluklardan ya da toplumun henüz hazırlanamamış olmasından dolayı seçmiş olabileceklerini düşünmemeleridir. Bu anlaşılmadığında örneğin cumhuriyet döneminde kurulan ilk derneğimiz “Dosteli Yardımlaşma Derneği” kurucularının sorunumuzu hiç düşünmedikleri ya da günümüzde ulu orta adını koyarak “Kürt Sorunu”nu tartışanların, geçmişte bu sorunu “Doğu Anadolu'nun Düzeni” adıyla gündeme getirip, bu uğurda 17 yıl hapis yatan Sayın İsmail Beşikçi’den daha sorumlu oldukları, yanlış sonuçlarını elde edersiniz. Yine günümüzde AB parasal desteği ile anadilde kurs açanların, altmışlı yıllarda alfabeyi, “Kafkasya Kültürel Dergi” ile birlikte dağıtan rahmetli İzzet ağabeyden, yetmişlerde teksirlerle çoğaltan dönemin gençlerinden daha yürekli oldukları yanlış kanısına kapılırsınız. İlk yönetim kuruluna tamamı Adige olmakla kalmayıp dönüşün bilinen adları olan Necdet Hatam, Süleyman Yançatoral, Şamil Jane, Mehmet Uzun ve Yusuf Taymaz’ı seçen Kaf-Kur’un Çerkes'i tüm Kuzey Kafkasyalılar olarak algılamadığının farkında olmazsınız. Böylesine yanlış veriler üzerine geliştirilen analizlerin yanlış sonuçlar vermesi de kaçınılmaz olur.

Ayrıca, her koşulda dönüşü savunma, en kısa sürede dönüşü gerçekleştirme, sayın Karadaş’ın deyimi ile “körü körüne dönüşçü” olma elbisesini bizlere kimler dikmiş olabilir dersiniz?

Sevgili Fuat, “Ancak maalesef bence oluşan ana hata; “dönüş” kavramının bireysel, yada, belli bir grupça gerçekleşmesi halinde kitlelerin bundan etkilenerek dönüşün ivmesinin artacağı düşüncesiyle hareket edilmesiydi. ”Dönüş” bir siyasi yapılanmanın, örgütlenmenin önüne koyduğu nihai amaç olması gerekirken, örgütlenememiş tamamen anavatan sevdasıyla bir araya gelmiş bir grup insanın belli bir dönem bıkmadan yorulmadan çevrelerinde yaptığı çalışmaların verdiği yorgunlukla ve biraz da umutsuzlukla “gelen gelir, yeter artık” dercesine gemiyi terk edip karaya ulaşmasıyla büyük bir sekteye uğratılmıştır. Bu güzel anlamlı koşunun en hızlı yüz metresini koşan değerli büyüklerimiz bunun aslında çok ama çok uzun bir maraton olduğunu görüp ve önde koşanların en arkada kalanlar ipi geçene dek yarışı bırakmayacaklardı. O güzelim hedefe ulaşanlardan kimisi yönünü diasporadan ayırmamış olsa da hala halkının üstündeki ölü toprağı görebiliyor olsa da yeni neslin içlerinden kendileri gibi dava insanları çıkaramadığını görmezlikten gelemez tabi ki.” diyor ve birçok yanlışı bir araya getirebiliyorsun. Oysa, dönüş felsefesini iyi çalışmış, yazdıklarımızı iyi okumuş olsaydınız bizlerin en azından dönüş kararımızın planlı olduğunu, dönüşün örgütlemenin bir parçası olduğunu öğrenmiş olacaktınız. 1978 anavatan ziyaretimizde muhacereti bilen ve anavatana adapte olabilecek donanımı olan öncü bir kadronun mutlaka en kısa sürede anavatana dönmesi gerektiği sonucunu verdiğini ve 1979 da başvuruların yapıldığını bilecektiniz. 12 Eylül’ün ayak sesleri çok ama çok yaklaştığında öncülerden Nihat Bidanuk’un, İstanbul’dan anavatana, güç koşullarda alınabilen vize ile apar topar yolcu edilebilmiş olmasına şaşacaktınız.

Özetle bizlerin anavatana dönüşü, 12 Eylül sonrası yeterince izlenemediği, dönüş koşullarını da içeren konjonktür, perestroika sonrası kadar uygun olmadığı için uygulaması geciken bir kararın yerine getirilişi idi. Maratona gelince,dönüşün bir maraton olduğunu içselleştirmek gerektiğini bizlerden daha çok yineleyen yoktur sanırım. Özetle, sadece “koşun hadi koşun” demekle kalınırsa ipi göğüsleyebilenlerin sayısının azınlıkta kalacağını gördüğümüz, diasporayı, debelendiği yok olma bataklığından ancak anavatandan uzatılacak sağlam bir halat ile çekilip çıkartılabileceğine inandığımız, dönüşçüler dışında hiçbir grubun anavatan ve diasporayı birbirine bağlayabilecek sağlam bir köprü oluşturamayacağının bilincinde olduğumuz için döndük. Küçük -büyük, kadın- erkek dönüş yapan her birimiz de bu sağlam köprünün oluşumuna karınca kararınca katkıda bulunuyoruz. Köprü genişleyip güçlendikçe de dönüş yapanların sayısının arttığını görüyor, öngörümüzün ne kadar yerinde olduğunun mutluluğunu yaşıyoruz.

Bununla birlikte şu da kesinlikle bilinmeli ki anavatana dönüp tutunabilen her bireyin yürüdüğü yol, bire bir tanışıklıkları olmasa da Dönüşçülerin açmış olduğu yoldur. Özelde ise, her birimizin kendimizden önce anavatana dönüp yerleşenlerle diasporadan dönecekleri bekleyen anavatan bekçisi dönüşçülerin, ekmeğini yediğimiz, suyunu içtiğimiz, yardımlarını gördüğümüz hiç ama hiç unutulmamalıdır. Anacak ve ancak anavatan bekçisi dönüşçülerin desteği ile anavatanda kalıcı olabildiğimizin bilincinde olunmalıdır.

Tiyatro festivaline de değinmek istiyordum ama yazımız yine uzadı ve ciddileşti. Bir espri ve bir dilek ile sonlandırmaya ne dersiniz?

Sevgili Fuat, senin İngiltere’de “yaşadığını” kendimin anavatanda köprü oluşturma çabası içinde olduğumu bilmesem, bani, anavatana yerleşebilecek olanaklarım varken İngiltere’ye yerleştiğim için eleştirdiğini, anavatan yada bir diaspora ülkesindeki yoğun çalışma ile bunaldığın için böyle seslendiğini sanacaktım… İşin gerçeği ise Fuatcığım, yeterince anlaşılmayacak olsan da senin için, “belli bir dönem bıkmadan yorulmadan çevrelerinde yaptığı çalışmaların verdiği yorgunlukla ve biraz da umutsuzlukla ‘gelen gelir, yeter artık’ dercesine gemiyi terk etti” denecek olsa da bence yapacağın en doğru iş, en kısa sürede Gupse ablana komşu olmaktır. Şunu bil ki, farklı duygular yaşayan anavatana kavuşmuşların her birinin yaşadığı tek ortak duygu “geç kalmışlık” duygusudur.

Dileğim ise, Gupse ablanın evinde düzenlenecek cegude, anavatana kavuşmanın, kardeşler olarak kavuşmanızın sevincini sizlerle paylaşmak, mutluluğu çoğaltmak, çoğaltmaktır.