ULUSAL SORUN-DÖNÜŞÜ TARTIŞMA YÖNTEMİMİZ  (*)

29.07.2009

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Son günlerdeki tartışmalarımızın harareti, bayağı yüksek.

Kıyasıya münakaşasına giriştik, her tarafını bir daha ölçüp biçtik ama bence esasını kaçırıyoruz.

Çünkü tartışmaya, gene doğru bir yerden başlamadık.

‘En son söylenecekleri, en başta kim konuşacak bakalım?’ diye yarışmıyoruz ki.

Vakıa, bu konuda söylenmedik pek bir söz de kalmadı.

Neden, hâlâ nereden başlanacağını bilmiyoruz?

Belki huyumuz böyle, belki başka türlüsünü beceremiyoruz.
Fakat iyi etmiyoruz.

Hazır elimiz değmişken, tulum çıkarabilirmişiz...

Bir seferde tamamını halledip geçebilirmişiz gibi geliyor.

Öyle tartışıyoruz.

İyi de en çetrefilli, en çetin, en girift sorunumuz bu.

Parmaklarımızı şaplatarak sihirli bir el hareketiyle çözebilecek olsak, bugüne kalır mıydı?



Aslında çok fazla konuşarak, enine boyuna tartışarak da bu sorunu aşamayacağımız aşikar.

Ancak sükûnetle, soğukkanlılıkla, konuşmaktan çok anlamaya çalışarak yol alabiliriz.

Ve bilmeliyiz ki, bir şey bütünüyle elde edilemiyorsa, bütün, bütün terk de edilmez.

Bazı sorunların ideal çözümü yoktur.

Hayat, yaşanmış acılar, geçmişin hoyratlıkları, haksızlıkları...

Hepsi bir olup getirir, kucağımıza bırakır, o sorunları.

Kimin haklı, kimin haksız olduğu nokta, çoktan geçilmiştir.

Artık oraya takılıp kalmanın hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur.

Herkesin payına ortak geçmişten bir parça düşer.

Ve eğer herkes, kendi payına düşeni sineye çekecek olgunluğa eriştiyse, ancak o zaman ‘çözümün şartları hazır’ demektir.

Bunun emarelerini henüz gösteremiyoruz.

Hiçbirimiz, kendi acılarını gömeceği kabirler açmıyor daha.

Çözüm istiyorsak, elimize manevi kazma kürekler alıp, oradan başlamalıyız işe.

Yoksa birbirimize laf yetiştirmenin, cerbezeli nutuklar atmanın, ağız dalaşına girmenin sonu yok.

Önce, kendimizi ikna edelim.

Gerçekten çözüme hazır mıyız?

Kendi payımıza düşen duygusal, ideolojik, siyasi ya da hamasi fedakârlığa baştan razı mıyız?



(…)

Şu saate kadar, gözümüzü en zora, nihai safhaya dikerek bahsi açtık.
Doğrusu, kolaydan zor olana doğru bir sıra takip etmektir.

Sorunu parçalara bölüp, tek, tek üstesinden gelmenin çarelerine bakmalı.

İdealize ettiğimiz formüller sonuç üretmiyorsa, şartları zorla zihnimize uydurmaya çalışmak nafile...

Belki formülümüz yanlıştır, olamaz mı?

Dışımızdaki şartlar yerine, bu kez kendimizi gözden geçirmeyi denemeliyiz.

Nihai hedefe, ara sonuçlarla ulaşılabileceğini hiç aklımızdan çıkarmadan...

Dağcılar, Everest zirvesine tırmanmak için Himalayaların sırtındaki kaç Olemp Dağı’nda çadır kuruyor?

Bizim görünen ilk mola tepemiz, anavatana dönüştür.

Kültürel hakların kullanımı, dönüş yasaları, demokrasinin geliştirilmesi, federalizmin kök salması, özgürlükler ne bugünün, ne yarının işi...

Demokratik eksikliklerden bulunduğumuz tüm ülkelerde nasibimizi alıyoruz

Kimileyin, azın daha da azıyla yetinmek zorunda bırakıldık, o da doğru.

Ancak, düne kadar hayal edemediğimiz açılımlar yaşıyoruz.
Umutlanmak için, şimdi daha çok sebebimiz var.

Arkasını mutlaka getirmeli, azı mutlaka çoğaltmalıyız.

Şükür ki, hamasetle hak arama yolunun sonuna geliyoruz.

Buradan, sonrası için yeni bir yol açmak zorundayız.

Bir ‘çıkış yolu’...

Ama sabırla, sırayla...

Zira bu basamaklar, tek, tek çıkılır.


(*) 26.07.2009 tarihli Politika’daki “Kürt meselesini tartışma tekniğimiz” başlıklı yazısını Sayın Akif Beki sanki bizler için yazmış, çok küçük değişikliklerle bizlere uyarlanabileceğini düşündüm. Sayın yazarın izni ve teşekkürlerimizle…

Bu da yazının linki:

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=
RadikalYazarYazisi&ArticleID=946700&Yazar=
AK%DDF%20BEK%DD&Date=26.07.2009&CategoryID=98