“TAŞLARIM PEYNİRE DÖNÜŞTÜ”

01.05.2009

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             
İki bin dokuz Nisan ayının yirmi sekiz ve yirmi dokuzu dolu, dolu iki akşam yaşadım. Dönüşün ön görülerinin, daha bir benimsendiği, yaygınlaştığı, savunanlarının birbirini çoğalttığı, dağılmışlığımızın perişanlığının ulusal güce dönüştüğünün göstergesi, kanıtı dolu, dolu iki akşam…

Adige Dram Tiyatrosu Amerika’da yaşayan Natxhue Kadır’ın piyesi “Medeley”i çok büyük bir başarı ile sahneledi. Salonu dolduran halk, oyunu çıt çıkartmak bir yana huşu içinde izledi. Finalde de oyunu sahneye koyanları dakikalarca, dakikalarca ayakta alkışladı. Dipteki hüznü örtmeyen, örtmeye de çalışmayan bir mutluluk taşıyordu gözlerden. Sanki ayaklar daha bir sağlam basıyordu zemine… Herkesler ışıl, ışıl gözlerle birbirini kutladı coşkuyla… Başbakanımız Sayın Quımp’ıl Murat’ın oyunu izlemesi, sahneye çıkıp emek veren herkesi kutlaması da ayrı bir güzellikti…

Sayın Natxhue salt galaya katılmak için Amerika’dan gelmişti. On dokuz yıl önce yazmış olduğu ve sahnelenmesini beklediği piyes nihayet sahnelenmiş, hakkı verilerek sahnelenmiş ve seyircinin de coşkulu ilgisini derlemişti. Davet edildiği sahnede, dile getirdiği birçok güzel şey yanında bir cümle, bir Adige atasözü vatanını, halkını sevenlerin, halkı için yaşayanların özlemlerinin, beklentilerinin özetiydi sanki:

Si mıjüe quaye xhuıjığ…
Taşlarım peynire dönüştü…

Olay tarih öncesi dönemde geçer. Greklerin yani Wırum dediklerimizin Karadeniz kıyılarımızı yokladığı tarih öncesi dönemde… Adigelerin de devleti vardır o dönemde kralı bile yargılayabilen, gençlerin de ama ayakta katılabildiği Xaseleri de… Medeya kralımızın gençliğe yeni adım atan genç kızıdır.

Adigey kıyılarına çıkartma yapan korsanların amacı “altın post”u ele geçirmektir. Ancak karaya ilk çıkanlar yenilgiye uğrar ve esir alınırlar. Medeya bir görüşte aşık olduğu korsanların başını, muhafızları hançerleyerek kurtarır ve onunla birlikte ailesini, halkını vatanını terk eder. Gönlünü kaptırmıştır bir kez. Aşk gözünü kör etmiştir.

Ancak mutluluğu sonsuz değildir. Uğruna vatanını, halkını, ailesini terk ettiği sevgili kocası tarafından terk edilir. Çok büyük üzüntüler yaşar… Derinden etkilenir… Çok sevdiği iki oğlunu da kaybedeceği kesinleşince kendi elleri ile onları zehirler ve başta aklı her şeyini kaybetmiş perişan bir şekilde ülkesine döner…

Piyesin, kimileri zamanla önem kazanacak çok farklı açılardan tartışılacağını, olumlu değerlendirmeler alacağını düşünüyorum. Ancak ilginçtir çoğu izleyicide çok güçlü bir aşk öyküsü, aşkı uğruna her şeyini kaybeden bir kadının dramı olarak iz bırakabilecek oyun, anavatanda tüm izleyenlerde “sürgün” ve “dönüşü” düşündürdü. Oyun sonrasında Sayın Natxhue ve tiyatrocular onuruna verilen yemekte söz verilen hemen herkes öyküyü bir şekilde sürgün ve dönüşle ilişkilendirdi. Konuşmalar halkımızın sorunları ve çıkış yolları üzerine kuruldu. Yıllardır anavatandan uzaklarda yaşamış bir halk severimizin yapıtı, anavatanda oynanıyor, büyük beğeni topluyordu… Bir “gönüllü sürgün” için büyük bir mutluluktu bu… Aynı zamanda anavatan bekçilerinin, diasporada yaşasalar da, hep “gönüllü sürgün” kalacak olsalar da, halkı için üreten, halkının değerlerini işleyen, halkı için yaşayan, yüzü anavatana dönük olan kardeşlerini, ne denli önemseyebileceğinin, ne denli sevebileceğinin de bir kanıtıydı… Vatanını, halkını gönüllü olarak terk eden ve her şeyini kaybeden bir genç kadının ülkesine perişan dönüşü, -belki ne alaka diyeceksiniz ama- banim ise, koyunlarında bir avuç vatan toprağı, sürülen atalarımızın “sürgünümsü” torunlarının her birinin bir değer olarak anavatanına dönebileceği umudumu pekiştirdi. Dağıtılmışlığımızın perişanlığının ulusal güce dönüştüğünün bir örneği olarak algıladığım olay, sevincimi, coşkumu büyüttü de büyüttü… Son günlerde dostlarımın attığı güllerin yaralarını da sardı…



Evet, sevgili Nartan, Adigey ziyaretlerinde görüşmelerini doğru bulmama, sevgili Talebe'ye Maykop ziyaretinde daha rahat konuşabilmeleri için görüşmeleri bensiz yapmaları önerisinde bulunmuş olmama karşın, “Kongres”i yok saydığımı ima edebilmişti. Halbuki, anavatanla ciddi olarak ilgilenen kardeşimizin, “kongres” ile sorunların tanımında değil, çalışma yöntemlerimizde ayrıldığımızı, ortak görüşte olduğumuz konuları birlikte savunduğumuzu, içeriğini benimsediğimiz bildirilere birlikte imza koyduğumuzu bilmesi gerekirdi. Daha İlginci o da kaptırmıştı kendisini FSB dalgasına… Ben bunu, ses getiren bir Ankara kitabı yazabilecek yetenekte olmasına karşın, ulusal sorunumuza, ancak düşlenmiş kayık yolculuklarına dolayacak ya da rakı sofralarına meze yapabilecek kadar zaman ayırabildiği izlenimi veren, beni de çok seven bu arkadaşımızın yeni yazacağı kitabı bize ayırabileceğinin umudu olarak gördüm. Evet sevgili Nartan’ın ikinci kitabı neden “MİT’in dernek yapılanmalarımızı nasıl etkilediği” konulu bir inceleme olmasın? Birilerinin söylediklerini değil, yaşadıkları, doğrudan kendi gözlemleri ile zenginleştirilmiş böyle bir inceleme hem kendi toplumumuzdan hem de diğer halklardan büyük bir ilgi görmez mi sizce de?



Sevgili Erhan’ın yazılarımı dikkatle okuduğunu sanıyordum ben. Meğer üstün körü okuyormuş Öyle olmasa, sitemizde, Türkiye Cumhuriyeti politikaları ile örtüşenin, Birleşik Kafaysa söylemi değil dönüş çizgisi olduğunu dile getirdiğim onlarca yazı dururken, “Türkiye’nin dönüşe engel çıkarttığı” görüşünde olduğum sonucunu nasıl çıkarabilir. Kendileri bilmiyor diye yine sitemizde yayımlanan hem de çok değer verdiğim bir kardeşimizin de yazısı dahil “dönüş hem Türkiye’nin hem de Rusya’nın zararınadır” görüşü nasıl yok sayılabilir?

Peki, tüm savaşların temelde, güçlü ülkelerin egemen olma savaşı, ekonomik çıkar savaşı olduğunu Türkiye’de çok az kişinin bildiği dönemde görebilmiş sevgili Hapae, artık herkeslerin gördüğü bu gerçeği nasıl unutur? Yaşadığımız ülkeler devlet yapıları ile nasıl bir ilişki içinde olunacağını belirleme hakkı o ülkede yaşanlarındır ilkesini sürekli vurgulamama ve uygulamama karşın beni, Rusya Federasyonu’nu kendi gözleri ile görmeyenlere “güzel sıfatlar” yakıştıran “gönüllü sürgünlerle” nasıl bir tutar?

Tüm bunlara karşın ben Hapae’nin, bir dairesinde oturduğum apartmanın sağlamlığı ile ilgilenmemi anlamayışına üzüldüm. “Siz altında kalacak olsanız da apartman yıkılması umurumda değil” diyor olabilir mi “Bir Gün Gelir”in yazarı sevgili Hapae?

İzlediğim güzel oyunun bana yaşattığı mutluluk, saymadıklarım da dahil tüm üzüntülerimi aldı götürdü… Değerli tiyatro sanatçımız Dzıh Zawır’ın anlattığı yaşanmış öyküsü de arkadaşlarım ve onları destekleyenlere bir yanıttı sanki:

“Yıllar önce Amerika’ya gitmiş dönemin Adige Derneği Başkanı ile de görüşmüştüm. “KGB’den olmalı ki, Rusya delegeleri arasında yer alabildi” diye düşünmüş olmalı ki başkan beni kimselerle tanıştırmıyor dernekten de uzak tutmaya çalışıyordu. Derken Natxhue Kadır’ı gördüm. Birbirimizi hemen anladık ve dost olduk. İletmesi dileği ile Kadır’e, “Benim arkamda Adige ülkesi, Adige halkı var. Eğilip aldığım Adige taşını, Adige nehrine atıyorum. Başkan, hak etmediğim bu tutumu sürdürürse, kendisine gereken yanıtı vereceğimi bilsin” dedim…

Ade Carı…