DİL KARİZMADIR

22.03.2009

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             
Yıllar yılı ‘’Dönüş Grubu’’ olarak katıldığımız toplantılarda sözcümüz hep Fahri Huvaj idi. Özellikle topluma anadilimizle seslenmemiz gerektiği durumlarda, ondan başkası aklımıza gelmezdi hiç. Çünkü aramızda dili en iyi kullananımız, anlatmak istediğimizi en iyi anlatanımız oydu. Şimdilerde bile yeniden aynı yönde kulaç atmaya başlasak, tereddüt etmek bir yana severek kürsüyü ona bırakırım.

1978. Yirmi günlük rüya, anavatan gezimizde, 1991 DÇB kuruluş toplantılarında grubumuzun, anavatan delegeleri üzerinde olsun dışarıdan gelen delegeler üzerinde olsun çok etkili olmasında, sözcümüzün Fahri olmasının çok büyük payı vardır. Öyle ki, DÇB kuruluş toplantılarına katılmış olup Fahri Huvaj’ı anımsamayan tek bir kişi bile bulamayacağınızı kesinlikle söyleyebilirim.

Aslında Türkiye katılımcıları olarak, DÇB kuruluşuna katılan en hazırlıklı gruptuk. Dolayısı ile DÇB ilkelerinin saptanmasında da çok etkili olabilmiştik. O günlerde ben Kaf-Kur başkanı idim. Türkiye’den genel kurula katılan, dördü gözlemci sekiz kişilik heyetin de başkanı. Ancak genel kurulda savunduğumuz hiçbir görüş, sadece birimizin değildi. Yıllardan beri süre gelen dönüş tartışmalarından süzülmüş ilkelerimizdi. Ayrıca yola çıkmazdan önce Türkiye’de genç arkadaşlarla çok sayıda gündemli toplantılar da yapmıştık, görüşlerimizi damıtmıştık. Toplantılara Nalçik’ten katılan Ali Çurey ağabeyimizin mutluluktan uçtuğu ta uzaklardan belli oluyordu. Aramızdaki metrelerce uzaklık, coşku, mutluluk taşan gözleri ile bizleri okşadığını görmemize yürek atışlarını duymamıza engel olamıyordu. Toplantılar boyunca da Almanya delegeleri ile sürekli görüş alışverişi yaptık. Ancak yukarıda saydığım gerekçelerle her platformdaki sözcümüz Fahri Huvaj idi. Grubumuzu unutulmaz kılan da savunduğumuz politik çizgi kadar belki ondan daha da çok Fahri’nin bu çizgimizi en etkili şekilde dile getirebilmesi idi. Nalçik’te diasporadan gelen birinin Kabardey diyalektini, en azından doğma büyüme Nalçikliler kadar rahat, güzel kullanabilmesi…

Fahri de Abzegh benim gibi. O da üniversite yıllarına kadar Kabardey diyalektini duymamıştı benim gibi. İkimiz de sıkça eleştiriliriz çeşitli platformlarda Adigey yazın dili ile birlikte, Kabardey yazın dili ile de konuştuğumuz, yazdığımız için. Ancak öyle sanıyorum ki, onun da bu diyalekti öğrenme çabasının temelinde dilin ne denli etkin bir araç, başlı başına bir karizma olduğunu, keşfetmiş olması yatıyor. Evet, eğer halkımızın var olma mücadelesine katkıda bulunmayı amaçladıysak, bu konuda samimi isek eğer Kabardey yazı dilini de öğrenmeli, halkımızın bu diyalekti daha iyi anlayan kesimine daha iyi anladığı diyalekt ile seslenebilmeliydik. Çünkü dili ile seslendiğin kişi seni kendisine daha yakın buluyordu. Yaşam bu görüşümüzü doğruladı, halkımızın her kesimi ile rahat diyalog kurabilmemde, anlayabileceği bir Adige diyalekti ile konuşabilmenin, bir iki dize okuyabilmenin avantajını da her adımda yaşadım, yaşıyorum.

Dil bilmezlik de dönüşü gerçekleştirebilenlerin anavatana uyum sağlamada, anavatan ilişkilerini önceleyen ulus severlerin anavatan ile sağlıklı ilişkiler kurabilmesinde önümüzdeki en büyük handikaplardan biri… Özellikle diasporada ulusal mücadeleye emek verenler için. Çünkü on yılların birikimini anavatanda geçerli olmayan bir dilde yaptınız. Bilginiz ne denli derin, hitabetiniz ne denli güçlü olursa olsun bunu halkınıza sunamıyor, deneyimlerinizi birikimlerinizi aktaracak platform bulamıyorsunuz. Diasporada iken toplum içerisinde aktif, yararlı, hep sorumluluk üstlene gelmiş birçok arkadaşımızın, burada sessiz kalmasında da en büyük etkendir dil bilmezlik. Kendini ifade edememe çaresizliğinin burukluğu, bilen birikimi olanlar için kolay katlanılır bir durum değil inanın… Ki, kimileyin görünür gerekçe olmaksızın birikimi olan dil bilmeyenlerimizin, toplumuzdan daha çok saygı gören dili bilenlere karşı geliştirdikleri olumsuz tavırların temelinde yatan neden, dili bilmiyor olmalarının bir sonucudur. Büyük bir olasılıkla dili bilememenin, rahat kullanamamanın, halkımızla gönlünce iletişim kuramamanın, birikimlerini aktaramamanın burukluğudur. Dili bilmiyor olmanın birlikte getirdiği statü kaybıdır. Başta iş ilişkileri olmak üzere birçok başarıyı birlikte getiren iyi Rusça bilmek de ilginçtir, her bireyi Rusça’yı çok iyi bilmelerine karşın, halkımızla kaynaşmak, birikimimizi halkımızla paylaşabilmek için yeterli olamamaktadır. Halkımızın, bizi gerçekten benimsemesi, birikimlerimizi kendisi ile paylaşmamıza izin vermesi için, kendisine anadilimiz ile seslenebilmemiz gerekmektedir.

Bu durumun yeterince anlaşılmaması, içselleştirilememesi ya da kabullenilememesi kimileyin yürek burkan gülünç olaylara da neden olabilmektedir. 1992 yılı. Anavatana dönüş yaptığım ilk günler. Benden daha önce Maykop’a dönmüş altmış sekiz değil yetmiş sekiz kuşağı, anadili çok iyi bilmeyen birkaç arkadaşla olayı konuşuyor tartışıyoruz. Aramızdaki en büyük fark bizim fizik olarak dönüşü gerçekleştiremeyecek olanların da dönüşçü olabileceği savımıza karşın, arkadaşların olaya daha radikal yaklaşmaları, “dönüşçünün valizi hazır olmalı” demeleri, savunmaları idi. Ben dönmüştüm ancak dönüş denince ilk akla gelenlerden biri olan sayın Huvaj daha dönmemişti. Dolayısı ile beni önde görüyorlardı. “Gençliğini Çerkeslik için harcamış” olanı pat diye “yarın Fahri dönerse tavrın ne olacak” diye sormaz mı? Şaşakaldım. Arkadaşlar anavatana dönüş ile birlikte kişi yaşamında yepyeni bir sayfa açıldığından, dilin gücünden, karizma olduğundan bu kadar bihaber olabilirler miydi? Acıyla gülümsedim ve “Bakın dedim. Fahri’ye karşı olmak gibi, karşı durmak gibi bir amacım asla olamaz. Ancak asıl bilmeniz gereken, Fahri’ye, ben ya da birimizden biri değil dönüş yapanların tümü karşı çıksak da toplumda yer edinmesini, önemsenmesini, düşlediğinizden öte bir statü kazanmasını önleyemezsiniz. Fahri, halkımızın ulusal mücadele verenleri için zaten bilinen, tanınan değer verilen biri. Kendi yolunu kendisi açabilecek donanımı olan biri. Bu tip düşünceleri unutun da nasıl birlikte üretebileceğimizi, birimizin eksiğini diğerimizin nasıl tamamlayacağını düşünelim” demiştim.

Aslında en hafifi, “birkaç kişi kimsenin öne çıkmasına izin vermiyor” yollu suçlamalara temel olan görünüm de bu dili bilenlerin azlığı. Hem birikimi olup hem de katkıda bulunmak isteyen arkadaşların çoğunun, dili yetersiz. Örneğin ÇETAO Nadir Yağan. Yazılarını anadilde yazabilseydi güzelim röportajlarını anadilde yapabilseydi ben eminim sevgili Erhan’ın öngördüğü gibi, Türkiye’nin Neşe Düzel, Nuriye Akman ve benzeri gibi olur, okurlarının ufkunu açar yazdığı gazeteye tiraj da getirirdi. Halkımız tarafından daha tanınır daha sevilir olurdu. Hele Türkçe ile yayımlanan bu kadar güzel yazı değerli kitaplar anadilde yayımlanabilseydi… Halkımızın gelecek umdu ne kadar büyürdü bir düşünebilseniz... Anavatan ile diaspora arasında nasıl sıcak ilişkiler gelişir. Ne denli kopmaz bağlar oluşurdu…

Evet gönülden katkıda bulunmak isteyenler dilleri yetmediği, dili yeterli olanlar da haklı da görülebilecek kimi gerekçelerle olaylara uzak kalınca “meydanları kimselere bırakmıyorlar” suçlamalarına karşın sorumlulukları yüklenmek zorunda kalırsınız. Böylece dışı birilerini, içi de bizleri yakan bir durum çıkar ortaya…

Bu ve sayabileceğimiz daha başka birçok nedenlerden dolayı dönüşün önündeki asıl engel ekonomik değil, psikolojiktir, moraldir, ruhen hazır olmaktır. Kimileyin sizden daha az bilenin, sizin kadar değeri olmayanın daha çok önemsenmesini hoş görebilmektir. Çok iyi bildiğiniz kimi konularda, dahası kendinizin gerçekleştirdiği kimi olaylarda arka planda kalabilmektir.

İnanın anavatanda dil, düşleyebileceğinizden çok ama çok daha önemlidir.

Ve anadili kendi başına bir karizmadır…