İLAHİ SAYIN HAPİ

27.12.2008

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Sayın Hapi, içeriği yanıt olmasa da başlığa “yanıt” sözcüğünü koyunca, yazının içeriğinin de yanıt olacağını sanıyor olmalısınız. Bilmiyorum her ikimizi de okuma sabrını gösterenler arasında sizin yazdıklarınızı benim eleştirilerimin yanıtı gibi değerlendirenler, doyurucu bulanlar oldu mu? Kestirmeden söyleyeyim bana hiç öyle gelmedi.

Örneğin;

Önceki yazılarınızdan birinde, dilbilimci Prof. Kumaho Muhiddin’e dayanarak Abhazya’ya ilişkin öngörünüzü daha önce de eleştirmiş olduğumu anımsatıp yanılmış olduğunuzu vurguladım. Bununla sakın Abhazya’nın bağımsızlığının RF tarafından bu kadar kısa sürede tanınacağını gördüğüm iddiasında bulunduğumu da sanmayın. Benim eleştirim, hiç politikanın içinde olmayan birinin bir sohbet sırasındaki sözlerini, sorumlu konumdaki uzman bir politikacının sözleri gibi değerlendirmiş olmanızdı. Sayın Hapi yanıt başlığını koyduğunuz yazınızda buna hiç değinmediniz.

“Özellikle Adigelerden kaynaklanmayan ama bazı Kabardey ve Wubıh kişilerce desteklendiği de anlaşılan durumlar vardır.” cümlesinin, Kabardey ve Wubıhları Adige saymadığı anlamına alınabileceğini bunun da bir çok yazıda Adigelerin kimler olduğu konusunda sağlıklı bilgiler vermiş olan size yakıştıramadığım eleştirime yanıtınız da çok yandan olmadı mı Sayın Hapi?

”Bu sözlerimin Hatam’ın iddia ettiği gibi bir anlam içerdiğini sanmıyorum. Wubıhların Adige olmadığını iddia eden, dahası “Wubıhça, Adigece’ye değil, Abhazca’ya daha yakın bir dildir” diyen ve Wubıhları Abaza olarak ilan etmeye kalkışan da ben değilim ama Hatam bunları görmüyor”

Sayın Hapi yanıt olarak “gerçekten yanlış anlaşılabilecek bir cümle ancak ben bu anlamda kullanmadım” deseniz yeterli olabilecekken benzer iddialarda bulunanları görmediğim eleştirisini getiriyorsunuz. Sevgili Hapi önce Hatam herkesleri görmek yanıt yetiştirmek zorunda mı? Yada Hatam sözünü ettiğiniz kişileri yanıtlamaya değer bulmamış olamaz mı? Sizi onlardan daha çok önemsemiş olamaz mı? Çalışkanlığınızı çabalarınızı önemsiyor olamaz mı? Yada benim bu görüşleri ileri sürenleri bilerek isteyerek de olsa eleştirmemem bu cümlenizin sizi haklı çıkartır mı?

Tarihi gerçekler konusuna daha kolay anlaşılmama yardımcı olur umuduyla bir fıkra ile başlayayım: Mahkeme başkanlarına “Kadı” dendiği günlerde adamın biri mahkemeye başvurur. Karısını boşamak istemektedir. Gerçi “üçten dokuza talak” demesi de boşanmaya yeterli olacaktır ama fıkra işte. Unutmadan kadının (hakim) bir gözü de körmüş.

Kadı karısını neden boşamak istediğini sormuş adama. Doğru yanlış bir çok gerekçeyi saklamak için kullanılan “şiddetli geçimsizlik” diye yanıtlamamış adam. Karısının kumara düşkün olduğu, eve iyi bakmadığı, çocuklara yeterli zaman ayırmadığı, çok müsrif olduğu gerekçelerinden birini de saymamış adam. Gerekçe karısının, her zaman her yerde doğruyu söylemesiymiş.

Kadı bu gerekçeye çok kızmış. Kızgınlıkla epeyce de yüksek sesle adama nasihat etmeye başlamış. Günümüzde aranıp ta bulunamayanlar hep doğru söyleyenler değil miymiş. Böyle bir eşi olduğu için sevinmesi gerekli değil miymiş... Kadı uzun çok uzun boylu nasihat etmiş adama -ama biz o kadar uzatmayalım- ve kadına sormuş:
- Kocanın dedikleri doğru mu kadın... Kadın boşanmak istemiyormuş ama ne yapsın ki hep doğruyu söyleyen bir huyu varmış.
- Evet tek gözü kör kadı efendi, kocam doğru söylüyor demiş.

Tahmin edebileceğiniz gibi kadının (hakimin) kızgınlığı katmerlenmiş ve kadını hemen o celsede boşatıvermiş...

Bu işin latifesi sayın Hapi. Gerçeğine gelince... Evet önce her doğrunun her zaman her yerde söylenmesinin doğru olmadığı genel kabul gören bir yaklaşım. Sağlıklı aile, sağlıklı toplum için neredeyse olmazsa olmaz bir kural.

Asıl olana daha önce de değinmiş, sayın Ali Sirmen’in bir bilim insanından alıntıladığı bir cümleyi aktarmıştım:

“Halklar düşledikleri geleceklerine göre tarihlerini yazarlar”

Rastlantıya bakın ki, sayın Mahir Kaynak’ın 23 Aralık 2008 tarihli Star’da yayımladığı yazı da bu yaklaşımı destekler nitelikte:

“Gelecek geçmişi belirler mi?

Genel kanı geçmişin geleceği etkilediği hatta belirlediği biçimindedir. Ama genel kanı bu olunca geleceğe yön vermek isteyenler projelerine uygun bir geçmiş yaratırlar yani geçmişi gelecek için öngördüklerini destekleyecek biçimde yazar ve yansıtırlar.

Dünyadaki gelişmeleri açıklamakta iki ayrı bakış açısı vardır: Birincisi herkesin kendi iradesiyle davrandığı ve bunların bileşkesinin ulaştığımız yeri belirlediği biçimindedir. Yani her ülke kendi çıkarları yönünde politikalar üretir ve uygular. Demokrasilerde bu halkın tercihleri yönündedir.

İkinci görüşe göre bir ya da birkaç güç odağı gelecek konusunda projeler üretir ve bunları gerçekleştirecek politikaları hayata geçirirler. Sanıldığının aksine bunlar sadece kendi ülkelerinin çıkarları yönünde hareket etmezler ve tüm dünya onların hesaplarında ayrıcalıksız bir bütündür. Mesela Çin’in Komünist Partisi tarafından yönetilmesi, insan hakları ihlallerinde ön safta olması küresel sermayenin bu ülkede yatırım yapmasını ve hızla kalkınmasının sağlanmasını engellemez. Dostluğun düşmanlığa, düşmanlığın dostluğa dönüşmesi an meselesidir. Çünkü onların hesapları ülke düzeyinde değil dünya ölçeğindedir.

Herhangi bir ülkede dünya görüşünün hızla değiştiğini ve kutsal sayılan değerlerin bile yıpratıldığını görürseniz bunu ülkenin iç dinamiklerinin bir sonucu olarak algılamak yanlış olabilir. Muhtemelen bu ülkenin dünya üzerinde rolü değişmiştir ve buna uygun yeni bir ideoloji yaratılmaktadır. Bu, eski dünya görüşüne temel teşkil eden geçmiş algılamasının da değiştirilmesini gerektirir.

Türkiye’de Ermeni soykırımı iddiaları, dinin toplumda ön plana çıkarılması, Kürt kimliğinin tanınması, yakın tarihimiz algılamalarımızı değiştirecek söylemler gerçeği bulmak amacıyla mı yoksa yeni bir dünya görüşünün inşası çalışması mıdır?

Genelde tartışmalar bu yeni düşüncenin doğruluğu yanlışlığı üzerinedir. Ermeni soykırım iddialarına karşı onların yaptıkları, dinin önem kazanmasına karşı laikliğin gerekliliği ve değiştirilmesi önünde engeller bulunduğu öne sürülür. Atatürk’ü üstün insan konumundan aramızdakilerden biri haline dönüştürme çabaları tepkiyle karşılanır.

Bu yol çıkmaz bir sokaktır ve çoğunlukla büyük bedeller ödense bile hazırlanan projelerin gerçekleştiği görülür. Kürt kimliği konusundaki tartışmaların geldiği nokta bunca bedel ödenmesini anlamsız kılmıyor mu?

Asıl tartışılması ve mümkünse değiştirilmesi gereken ülkemize biçilen rol ve bunu kolaylaştıracağı düşünülen dünya görüşüdür. Biz gelecek için öngörülen dünyayı ve buradaki rolümüzü tartışmak yerine bu amaca ulaşmak için öngörülenlerle uğraşıyoruz.

Eğer değişmemiz gerekiyorsa buna direnmek yerine kendi oluşturacağımız bir modelle bu değişimi gerçekleştirmeliyiz. Gelecek için öngörülerimiz ne kadar uzun bir dönemi kapsarsa ilerde karşılaşacağımız sorunlar o kadar azalır ve biz de bu değişimlerde kendi tercihlerimizi projeye dahil edebiliriz. Düşünce gücün önündedir ve çok güçlü sandığımız ülkelerin nasıl etkisiz hale geleceğini göreceğiz.”

Aynı olayın farklı tarih yazarları tarafından farklı anlatılması, kimi aydınların dün kesinkes karşı oldukları görüşleri bugün sineye çekmeleri, kimilerimizin Kuzey Kafkasya halkları arasında hiçbir dönemde olmamış birliği ezelden beri varmış gibi göstermeleri, daha 1950'lerde başlamış politik ayrılığı bin dokuz yüz doksanlarda başladığını dile getirmeler hep yukarıdaki görüşlerin doğruluğunun kanıtı değil mi?

Evet sayın Hapi tahmin ettiğiniz gibi ben olayı bu dönemde dile getiriş biçeminizi gelecek öngörüme aykırı bulduğum için eleştirdim ve gelecek kurgumuzu torpillemek olarak değerlendirdim. Siz de yanıtınızda gelecek öngörünüzü ve bu yaklaşımın halkımız için ne kadar yararlı olduğunu açıklamanız gerekirdi ama yanından bile geçmediniz.

Aslında sözünü ettiğim yanıtı verseydiniz bile, görmezden geldiğiniz şu eleştirimi yanıtlamış olmayacaktınız:

“Sayın Hapi, nerden bakarsanız bakın soykırım ve sürgünün nedeni Çarlık Rusya’sının insansız bir Kuzey-Batı Kafkasya Osmanlı’nın da bu coğrafyadaki insanı istemesidir. Emperyal devletin biri itmiş diğeri çekmiş bizleri vatanımızdan etmişlerdir. Bence eğer günah ise atalarımızın en büyük günahı yaşadıkları çağı, dünya konjonktürünü anlamamış kavramamış olmalarıdır. Ancak, kaybettirilen anavatanın kendilerine gümüş, altın tepside sunulduğu bu çağı, anavatanına dönebilme, halkına karışma, bilgi ve görgüsü ile halkının, anavatanın gelişimine katkıda bulunma şansını veren içinde yaşadığımız dönemi, anlamayan kavramayan sizlerin, atalarımızı bu şekilde suçlayabilmenize şaşıp kalıyor, böyle bir hakkınız olmadığını düşünüyorum.”

Evet ben zaman, zaman birbiri ile çelişen yazılarınızın leziz olmayan bir çoban salatası tadında olmasını da halkımız için gelecek öngörünüzün net olmayışına bağlıyor, günümüzde halkımız için yapılması gerekeni yapmayanların tarihimizi yargılama hakları olmadığını yineliyor, altını çiziyorum.

Dil konusuna gelince... Bu konudaki tavrınız da çok ilginç. Özeleştiriyi ağzından düşürmeyen bir gelenekten geliyor olmanıza karşın (O) nun (УЭ) şeklinde yazılması önerisinin benim değil rahmetli Kumaho’nun tüm dilcilerimizce kabul edilen önerisi olduğu gerçeği karşısında bile, “mademki benim de saygı duyduğum dilbilimcilerin görüşü, doğru olmalı, bizler de kabul etmeliyiz” diyemediniz. Bu kez eleştiriyi, çok daha basit ve size yakışmayan “dil çalışmalarını dilcilere bırakalım” gibi bir yaklaşımla savuşturmaya kalktınız. Sizin gibilerin bilimsel olmayan bu olumsuz eleştirilerinin ve kimi çok yakın arkadaşlarım, dostlarımın “biz dilci değiliz” gerekçesi ile olayı hiç gündeme almayışlarının asıl nedeni, taslağın Necdet Hatam’ın önerisi olması mı yoksa?

İlahi Sayın Hapi, dil çalışmalarını sadece dilbilimcilerin yapması gereğine inanların, dilci olmadıkları için taslak konusunda “kullanılan alfabeye göre daha kolay ya da daha zor demeyenlerin” tarihi tarihçilere, edebiyatı edebiyatçılara, politikayı politikacılara bırakmamaları sizce de çelişki değil mi? Hem bu saydığımız bilim adamları bu bilgileri doğuştan mı elde ediyorlar kuzum. Sizin anlamadığınız konuyu bir arkadaşınızın anlaması, çözümlemesi, öneriler getirmesi neden size bu kadar ağır geliyor?

Ortak dile gitme çalışmasının gereksizliğine verdiğiniz örnek ise Mordovya Cumhuriyeti. Birçok diyalekti olduğu halde ortak dili benimsemeyen halk, dil var mı derken ben bilinen dilleri düşünmüştüm. Cehaletimi mazur görün ben bu cumhuriyetin adını duymamıştım. Şükür imdadıma internet yeti:

Mordovya Cumhuriyeti: Rusya Federasyonu'nun Avrupa kesiminde nüfusu 1 milyon civarında 26 bin 200 km karelik bir Fin-Ugor cumhuriyetidir. Oka, Don ve Volga (İdil) nehirlerinin geçtiği ve kendinde de Alatır, Sura gibi irili ufaklı nehirlerin bulunduğu bu cumhuriyette Mordva adı verilen Mokşa ve Erza halkları nüfusun ancak % 31'ni, Ruslar ise % 60'nı teşkil eder. % 5 üzerinde Tatar da bulunur.”

Toplam nüfusları üç yüz bin olan tek bir halkın -eğer tek halk ise- aynı cumhuriyette yaşadıkları halde aynı dilde anlaşamama ilkelliklerini örnek almamız gerektiğini söyleyebiliyorsunuz. Sevgili Hapi, ortak bir anlaşma diline gidilmesini başından beri sürece bırakma yaklaşımımız karar mercii ayrı parlamentoları olan cumhuriyetlerde yaşıyor oluşumuzdandır. Hiç kuşkunuz olmasın eğer tek bir cumhuriyette yaşıyor olsaydık aydınlarımız birinden birini anlaşma dili olarak tercih edelim diyeceklerdi. Bunu savunmayan da bana göre aydın olamayacaktı.

Dilerseniz, örneğin kötü olduğu, kötü örneğin örnek olamayacağı konusunda görüş alışverişi yaptığım bizler tanışırken henüz doğmamış çok genç bir arkadaşımızın koyduğu son nokta bu yazının da son noktası olsun:

Su-i misal, emsal olmaz, sayın Hapi...