BİR KEZ DAHA SAYIN HAPİ

22.12.2008

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Yazılarımı izleyenler anımsayacaktır. Daha önceki yazılarımdan birinde sayın Hapi’yi eleştirmiş yazılarının çoban salatası gibi olmasına karşın çoban salatası kadar leziz olmadığını söylemiş ve anavatanı ziyaret etmezden iddialarının doğru yanlışlığını yerinde görmezden önce kendilerini yanıtlamayacağımı da eklemiştim.

Ancak son yazılarında bana yaptığı bir iki gönderme, yine bana göre çok yanlış değerlendirmeleri nedeniyle bu kararımdan vazgeçmiş bu haftaki yazımı sayın Hapi’ye ayırmayı planlamıştım ki, forumda sayın Dağlı, sayın Hapi’yi eğitiyor olabileceğimi dile getirmez mi?

Halbuki daha yenilerde yazdığı anavatandaki gelişmeleri övdüğü ender yazılardan birinde görüleceği gibi sayın Hapi, anavatandan gelen tiyatrocu konuklara sağlığını sorduğu dostları arasına bile almamıştı beni. Önce üzülmüştüm ama şimdi “kendilerini eğittiğimin (!) anlaşılmasından korkmuştur” diyor ve hak veriyorum sayın Hapi’ye.

Aslında hiç anlamadığım bir eleştiri biçemi bu. Benzer suçlamalar daha önceleri başka isimler çevresinde dönmüş ve yanıtlamıştım. Benimsemedikleri görüşleri dile getirenlerin, mutlaka biri tarafından okutulmuş, eğitilmiş olması, daha çok kızdıkları kişinin müridi olması buna karşın kendileri ile aynı görüşte olanların görüşlerinin kendilerinden kaynaklı olması, kimselerden etkilenmemiş olmaları çok ilginç değil mi sizce de. Bu anlayış ile, örneğin değerlendirmeleri birbirine benzeyen sayın Dağlı ile sayın Schamis’ten neden biri diğerinin mutlaka müridi ya da öğrencisi olmasın? Sayın Dağlı veya bir başkası ile aynı görüşü dile getirenler birbirinin tamamlayıcısı, aynı amacı paylaşan bireyler, çalışma arkadaşı... Hatam’ın görüşünü paylaşanlar, dahası paylaştığı sanılanlar bile “Hatam’ın şakşakçısı” en hafif deyimi ile “öğrencisi”...

Halbuki konuşup yazdığı bir konuda daha önce görüşlerini dile getirmiş olanların birinden birine ters düşmemek ya da çok yakın şeyleri, çoğunlukla da aynı şeyleri söylememek mümkün mü? Her birimiz düşünce, eylem platformunda, gördüklerimizin, duyduklarımızın, okuduklarımızın özetle yaşadıklarımızın eseri, ürünü değil miyiz? Dahası, gördüğümüzü, okuduğumuzu anlayabilmenin, geçmişi doğru değerlendirebilmenin, karşılaştırmalar yapabilmenin, görüşler arasında doğruyu seçebilmenin, doğru zamanda doğru şeyler söyleyip yapabilmenin ön koşulu akıl sahibi olmak değil mi? Aklın yolda bulunmadığı Allah'ın bir bağışı olduğu bilinmiyor mu? Kendilerinin ya da kendileri ile aynı görüşte olanların dışında hiç kimsenin görüşlerinin bilgi ve birikim sonucu olmadığını söyleyebilmek ilkellik değil mi? Peki farklı görüş dile getirenleri düşman sayan, ilan eden ilkel yaklaşımla tüm bir halkın kaderini ilgilendiren sorunlar sağlıklı bir şekilde tartışılabilir mi? Bu yöntemle sağlıklı sonuca varmak mümkün olabilir mi? Ayrıca birinden, birilerinden, okuduklarından etkilenmemiş, kimse var mı aramızda? Olabilir mi?

Ben sanılanın, gösterilmek istenenin aksine olamayacağını düşündüğüm için, 2000 yılında yazdığım, özü ile 2003 Genel Kurulu'nda kabul edilen DÇB ilkeleri taslağına şöyle başlamıştım:

“Лъэпкъхэр дунейм къыщытехьа япэрей махуэхэм шыш1эдзауэ и лъэпкъым хуэпэж, абы иригушхуэ, лъэпкъыр иригъэф1эк1уэным, игъэдэхэным хуэлажьэ лъэпкъыпсэ хэкупсэхэр щы1эу къогъуэгурык1уэ. Абы дэщ1ыгъууи, я лъэпкъ хура1э лъагъуныгъэм къыпкъырык1ыу, къызыхэк1а лъэпкъым зи псэр хуэзыгъэт1ылъахэр зэрымымаш1эри зымыц1ыху щы1экъым. Аращи, «лъэпкъ 1уэхугъуэхэм я зэф1эхын къезыгъэжьар сэращ, дэращ» жьып1э хъунукъым зэик1. Ауэ мэхъур лъэхъэнэ зэблэк1ыгъуэ, лъэпкъ насып къэгъэзэгъуэ. Мис апхуэдэ лъэхъэнэхэм псэуа лъэпкъ унафэш1хэр, лъэпкъым игъэсахэр, лъэпкъ гулъытэ зи1эхэр, лъэпкъым шыш дэтхэнэ зы ц1ыхури насыпыф1эу къэббж хъунущ. Насып къэгъэзэгъуэхэм лъэпкъым хуэблэжьым къыпэк1уэри нэхъ нэрылъагъущ. Арами, я 1энат1эм, я къарум, я щ1эныгъэм елъытауэ, гулъыту я1эм елъытауэ лъэпкъым хуалэжьын хуейр хуэзымылэжьхэри шы1эхэш, ик1и ахэр гъэмысапхъэхэщ. Тхыдэми игъэкъуаншэжынущ апхуэдэхэр. Дэ зэй шэч къытетхьэркъым: ди лъэпкъыр щыракъухьа япэрей махуэм щышщ1эдзауэ лъэпкъыпсэ хэкупсэхэр зыш1эхъуэпса, зыхуэлэжьа, зылъыхъуа закъуэр, зыщ - иракъухьа и лъэпкъыр зэхуишэсыжыныр, абы и ш1ыналъэ егъэгъуэтыжьынуращ.

Halkların var olduğu ilk günlerden itibaren halkı ile gurur duyan, halkını seven, halkının gelişmesi, daha iyiye gitmesi için çalışıp çabalayan halkseverle, vatanseverler hep olagelmiştir. Yine bunun sonucu olarak halklarına olan sevgi temelli, halkları için canını verenlerin sayısının az olmadığını da bilmeyenimiz yoktur.

Dolayısıyla “Ulusal sorunların çözümünü başlatan benim, biziz” dememek gerekir hiçbir zaman. Ancak dönüşüm, değişim, halkların şanslı olduğu dönemler de oluyor. İşte böylesi dönemlerdeki yöneticileri, halkının aydınlarını, ulusal bilinci olanları, halkın her bireyini şanslı saymak gerekir. Şanslı kavşaklarda halk için yapılabilenlerin getirisi de daha büyük ve görünürdür. Buna karşın makamlarına, güçlerine, bilgilerine, algı düzeylerine koşut olarak halkları için yapılması gerekenleri yapmayanlar da var ve böylelerinin yanlışını söylemek, böylelerini eleştirmek gerekmektedir. Tarih de yargılayacaktır böylelerini. Biz hiç kuşku duymuyoruz ki halkımızın dağıtıldığı ilk günlerden beri halksever vatan severler bir tek şeyi özlemiş, bir tek şeyi amaçlamış, uğrunda çaba göstermişlerdir: Dağıtılan halkını toplamak, onu kendi yurduna kavuşturmaktır.”

Evet bu yazımda ben sayın Hapi’ye konuklara beni sormadığı için biraz takılacak, sonra da kimi yaklaşımlarını eleştirecektim. Örneğin bir çok yazısında Adigelerin kimler olduğu konusunda sağlıklı bilgiler vermişken “olası gelişmeler ve yeni değerlendirmeler” başlıklı yazısındaki Kabardey ve Wubıhları Adige saymadığı anlamına alınabilecek şu cümleleri Hapi’ye yakıştırmadığımı söyleyecektim. “Özellikle Adigelerden kaynaklanmayan ama bazı Kabardey ve Wubıh kişilerce desteklendiği de anlaşılan durumlar vardır.”

Abhazya’ya ilişkin Kumaho Muhiddin’in söylediklerine dayandırarak şu eleştirimi ve keskin öngörüsünde yanıldığını anımsatacaktım:
:
”- 1994’te karşılaştığınızda, Abhazya’nın geleceği konusunda, bir sempozyumda, bir gazete ya da dergide yayımlanmamış, politik bir eylemde dile getirilmemiş sadece size söylenmiş sözlerini önemsediğiniz sayın Prof. Dr. Kumaho Muhiddin bir dil bilimcidir, politikacı değil. Yakından tanıyanların hiçbirinin sayın profesörün politik yönüne vurgu yapacaklarını da sanmıyorum. Durum bu iken siz sayın Kumaho’yu tanıtırken onun dil bilimci olduğunun altını çizmiyor, sadece bilim adamı olduğunu belirterek okuyucunun sizin söylediklerinizi önemsemesi için yanıltmayı uygun görüyor, şu cümleleri yazıyorsunuz: “1994'te Moskova'da görevli ve Merkezi RF kaynaklarına yakın bir kişi olan Prof. Dr. Muhdin Kumaho'ya, İstanbul'da, "Abhazya'nın geleceği konusunda ne düşüyorsunuz, Ruslar bu konuda ne düşünüyorlar" diye sormuş, ondan "Abhazya bir yerlere bağlı olacak ama Rusya'ya da uzak olmayacak" biçiminde bir yanıt almış, bunu "Yeni Kafkasya" gazetesinde de yazmıştım. Kumaho, güvenilir ve ciddi haber alan, boşuna konuşmayan bir bilim adamı.”

Daha sonra; bununla da kalmıyor sayın Kumaxhue’nin asıl uzmanı olduğu konudaki, dil bilim alanındaki görüşlerine adını vermeden karşı çıkıyorsunuz. Örneğin sizin kesinlikle olamayacağınızı dile getirdiğiniz ortak Adige alfabesi konusunda, anavatandaki tüm Adige dilbilimcilerimizin üzerinde birleştiği taslak Kumaxhue’nindir. (Kabardino-Çerkeskiy Yazik. İki cilt 2006) Kabardey diyalektinin ortak dil, anlaşma dili olabileceği görüşünde olan Kumaxhue’dir. Sadece sizin değil tüm dilbilimcilerin de saygı duyduğu ve Adigey’de adına uluslar arası dil bilim konferansları düzenlenen rahmetli Prof Ç’eraşe Zeyanb’ın de sonuçlandırmadığı ama yayınlanmış ortak alfabe çalışması vardır. (Seçilmiş çalışma ve makaleler Keraşe Zeyneb 1995)

Aslında, sizin de önemsediğinizi dile getirdiğiniz sayın Kumahue ve sayın Ç’eraşe’ye karşın ortak alfabe çabasının yersiz olduğunu da savunabilirsiniz. Neden olmasın? Ancak o zaman “adlarını zikrettiğim şu, şu dilbilimcilere saygı duymakla birlikte, alfabeye ilişkin görüşlerine katılmıyorum” dersiniz. Gerekçelerini söylersiniz. Çeşitli diyalektleri olan dillerin hiçbirinin ortak dile gitmediğinin örneklerini verirsiniz. Adige dilbilimcilerin ortak dile gitme çabalarını, ne kadar aptalca bulduğunuzu söylersiniz. Ayrı devletler oldukları halde Arapların tek bir yazın dilinde anlaşmış olmalarının süper aptallık olduğunu eklersiniz. Türkiye Cumhuriyeti’ne okullarda Türkçe’nin (elbette ki anadillerin değil) Türkçe’nin tüm diyalektlerinin okutulmasının önemini anlatırsınız. Her yazınızı Türkçe'nin başka bir diyalekti ya da kendi yörenizin diyalekti ile yazarsınız. Antakya’da okullarda okutulan okuma kitaplarında, yöre ağzının, örneğin, “Kafir pissik, mükebbenin altından bir tepsi oruğu kaptığı gibi takkaden kaçtı. Koş bre Mıhemet koşi kap dahneği, zokmak, zokmak kovala kafiri…” gibi edebi bir cümlenin yer bulamamış olmasını eleştirirsiniz. Her yörenin kendi Türkçe ağzına dönmesi gerektiğini savunursunuz…” uyarılarıma ve dili, okuma yazmayı çok iyi bilen biri olmasına karşın sunduğumuz taslağı yeterince incelemeden, ortak alfabe konusunda şunları nasıl yazabildiğini soracaktım:

“Ortak alfabeye gelince, işte bu olabilir, ancak Dr. Hatam'ın Adigece'de "o" sesi yoktur dediğini ve onun yerine "ue" (уэ) bileşik sesini önerdiğini görüyoruz. Bu bir zorlaştırma olmaz mı? Amaç zorlaştırmak değil, basitleştirmek/kolaylaştırmak olmalıdır. Sorunu en iyi biçimde biliminsanları ve yazarlar çözerler.

Bu arada onca yazılmış şeyin, ortak alfabe adına arşive kaldırılması durumu da doğabilir; dolayısıyla bir fakirleşmeye de yol açılmamalıdır.

Sonuç olarak soyut değil, somut, gerçekleştirilebilir ve yararlı olacak şeyler üzerinde yoğunlaşılmalıdır, diyorum.”

Ve sayın Hapi’ye, Adigey Adigece'sindeki О nun УЭ yazılması önerisinin Dr. Hatam‘ın değil rahmetli Kumaho’nın -çok ilginçtir- tüm Adige dilbilimcilerimizin üzerinde anlaştığı önerisi olduğunu, diyalektlerin yakınlaştırılması konusunda yazdıklarının da daha önce defalarca dile getirdiğim DÇB’nin dil politikası olduğunu bir kez daha anımsatacaktım.

Daha önemlisi, son yazısında Adigelerin salt anlaşamadıkları için sürüldükleri gibi algılanabilecek Wubıh ve Shapsughların suçlu ilan ettiği hayret ve üzüntüden dudaklarımı uçuklatan şu satırları nasıl yazabildiğini soracaktım:

“Burada, ana sorumluluk, kötü bir diplomasinin yürütücüleri olan Wubıh önderlere ve onlara takılan Shapsughlara ait olmalıdır. Wubıh önderler Adigelerin en gerici ama en zengin, en çıkarcı ve en etkili kişileri idiler. Zenginlikleri de köle sahipliğine ve köle ticaretine dayanıyordu. Her yaz, karlar eridiğinde sıradağlardaki geçitleri geçerek gelen Abzegh köle tüccarlarından ve diğer komşularından (Ciget, Abhaz, Megrel, vb) satın aldıkları köleleri, özellikle güzel köle kızlarını Türk esir tüccarlarına büyük paralar karşılığı satıyorlardı. Bu uyanık kişiler aynı yıl, yani 1861'de Rusya'da köleliğin kaldırıldığını/yasaklandığını kuşkusuz biliyorlardı. Sınıf ya da zümre çıkarı onlara Rusya'da kalmayı değil, kölelerini satacakları ve sultalarını sürdürecekleri Türkiye yolunu gösteriyordu.

Wubıhlar kendileri gibi köleci olmayan Shapsughların ve Abzeghlerin etkili çevreleriyle ilişki kuruyor ve bunları savaşa yönlendiriyorlardı. Bunu da Shapsughların özgürlük düşkünü ve uzun yıllardan beri Ruslarla savaşmakta olmalarından yararlanarak sağlıyorlardı. Shapsugh ve Abzeghler 1862 ve 1863 yılları boyunca, ateşkese varılana değin, yani iki yıl süren vahşi savaş süresince kırıldılar, ardından göç yollarında ve gittikleri yerlerde kırılmaya devam etiler, ama Wubıhların ki öyle olmadı, bunlar hep artçı ve kaçamak olarak savaştılar

Wubıh önderler, Rus gücü ile direkt karşılaşınca da, beklenmedik bir biçimde boyun eğip uzlaşmaya vardılar ve neredeyse firesiz bir biçimde Türkiye’de daha elverişli yerleri bulup oralara yerleşmeyi başardılar. Yıllarca Saray’a kız vermeye devam ettiler. Bu benim saptamalarım Wubıh köle sahiplerine ilişkindir; Wubıh emekçi köylüleri kapsamın dışındadır.

Wubıhların Türkiye'deki 19'uncu yüzyıldaki ya da 20’nci yüzyıl başlarındaki köy evleri, birer servet değerinde ve birer lüks konak niteliğindedirler. Shapsugh ve Abzegh evleri ile Wubıh köle ve yoksul köylü evleri ise, basit, ucuz, iki odalı, gösterişsiz, yani gecekondumsu evlerdi. Peki, Wubıh zenginler onca parayı nereden buldular da o lüks konutlara sahip oldular? Neleri sattılar ve neyin karşılığında buldular o ultra yaşamı? Örneğin, Çerkes Ethem’in Mayıs 1920’de astırdığı Wubıh Seferbey Berzeg, Düzce merkezde ve anayol üzerindeki üç katlı o koca konağını hangi parayla inşa ettirmiş olabilir?”

Sayın Hapi, nerden bakarsanız bakın soykırım ve sürgünün nedeni Çarlık Rusya’sının insansız bir Kuzey-Batı Kafkasya Osmanlı’nın da bu coğrafyadaki insanı istemesidir. Emperyal devletin biri itmiş diğeri çekmiş bizleri vatanımızdan etmişlerdir. Bence eğer günah ise atalarımızın en büyük günahı yaşadıkları çağı, dünya konjonktürünü anlamamış kavramamış olmalarıdır. Ancak, kaybettirilen anavatanın kendilerine gümüş, altın tepside sunulduğu bu çağı, anavatanına dönebilme, halkına karışma, bilgi ve görgüsü ile halkının, anavatanın gelişimine katkıda bulunma şansını veren içinde yaşadığımız dönemi, anlamayan kavramayan sizlerin, atalarımızı bu şekilde suçlayabilmenize şaşıp kalıyor, böyle bir hakkınız olmadığını düşünüyorum. Adige halklarına ilişkin değerlendirmelerinizi ise “gerçeklerin bilinmesi“ olarak değil gelecek kurgumuzu dinamitlemek olarak değerlendiriyorum. Herkeslerin harcı olmayan çabalarınızı, verdiğiniz ürünleri bir anda silip süpürecek olan böylesi büyük hataları yinelememenizi diliyorum...



“Dinazorlar çekilin...”

“Dinozorlar artık çekilin önümüzden” benzeri uyarılarla ilk kez karşılaşmıyorum. Ancak bu uyarılarda bulunanların, sayın Mina Urgan’ın “Bir Dinozorun anıları” adlı kitabından, kitap için söylenenlerden eminim haberleri yoktur. Bakın kitap özetleri veren bir site nasıl tanıtmış kitabı:

“Bu kitabı okuduğunuzda, bir insanın hayatına neler sığdırabileceğini, hayretle görüyor, gıpta etmekten kendinizi alamıyorsunuz. Bu kitapta Mina URGAN’ın hayatını daha doğrusu anılarını okumuyor, tarihten bir kesit okuyorsunuz sanki. Aydınlık, apaydınlık kişiliğiyle bir mum misali öğrencilerine, ahbaplarına, tanıdıklarına ve tanımadıklarına hep bir ışık kaynağı bir kılavuz olmuş ve bu işi yapmaktan hiç bir zaman bıkmayacağını, usanmayacağını bir bakıma bu kitapla haykırıyor. Bu kitap, sanki Mina Urgan’ın yalın, mütevazı ve bir o kadar zengin, duyarlı kişiliğinin anıtsal bir abidesidir.

Mine Urgan dinozorluğunu ise şöyle tanımlıyor kitabında : “Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine baş kaldırırım, direnirim böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız gelir bana. Çünkü ben dinozoru tarih öncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil; geçmişin doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınamaz değerlerini yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olarak tanımlıyor, dinozorluğumla övünüyorum.”

Yukarıdaki satırlar Mine URGAN’ı öyle güzel tanımlıyor ki bundan sonra söylenecekler bu satırların yanında sönük kalmaya mahkum herhalde.

Mine URGAN’ın kendini ve düşüncelerini ebediyete taşımak istercesine kaleme aldığı bu kitabı okuduktan sonra bize şunu söylemek düşüyor herhalde “Ne mutlu dinozorum diyene ve diyeceklere (...)”

Arkadaşlar bizlere “dinozor”u, sayın Mine Urgan’ın algıladığı gibi yakıştırıyorlarsa eğer ne mutlu bizlere ve onlara... Ancak, üzücüdür ki arkadaşlarımız “dinazoru” yukarıdaki anlamıyla kullanmıyorlar ve “artık meydanı boşaltmamız gerektiği” gibi “dinazorlar” hakkında ne kadar cahil olduklarının kanıtı bir öneride bulunuyorlar. Yüz altmış milyon yıl kara hayatına egemen olmuş dinozorlar, “bizlerden daha güzel, bizlerden daha akıllı, bizlerden daha dürüst, bizlerden daha yiğit bizlerden daha yaratıklar geldiği için biz yeryüzünü boşaltalım” demediler ki... Nerede dinozorlarda öylesi akıl? Peki dinozorlar nasıl mı yok oldu? Nasıl olacak 10 km çapındaki bir gök taşının dünyaya çarpması sonucunda.

Demek ki dinozorlar yok olsun isteyenlerin, kendilerini etkilemeyecek ama dinozorları donduracak bir göktaşını dünyaya yöneltmeleri gerekecektir. Ancak bunu yapabilseler bile dinozorları hepten yok edemeyecek, sonraki yüzyıllarda dinozor fosili bulanların sevinmelerine engel olamayacaklardır.

Özetle “Bir Dinozorun Anıları” adlı kitabın okuyucularına katılıyor ve diyorum ki;''Ne mutlu dinozorum diyene ve diyeceklere...''



Çerkes Halk Kongresi...

Bu ve benzeri sorunların diaspora sanal ortamında tartışılmasının yanlış buluyorum...

Çünkü;

- Diaspora insanı anavatan hakkında uzaktan sağlıklı bilgi edinemeyecek ve sağlıklı değerlendirme yapamayacaktır.

- Diaspora insanının kendisinden çok daha büyük oranda anavatan insanını ilgilendiren konularda, anavatanı, anavatanın izleyemeyeceği sanal ortamda, anlamayacağı dilde eleştirmek dedikodudan öteye geçmeyecektir.

- Vize verilmediğinde gelemeyeceği, ziyaretine bile gelmediği ya da gelemediği anavatan ve insanı için yaşamsal önemi olan konularda fikir yürütmek, “hariçten gazel okumaktır”, “gıyabi milliyetçiliktir.” “deplasman sever futbolculuktur.”

- Yok olmanın sınırına geldiği diaspora ülkesinde en küçük hak iddiasında bulunmayanların, verilen hakları yeterli olarak değerlendirmeyenlerin, kendi yapmadıklarını kendisi adına anavatan insanından yapmasını istemeleri ahlaki değildir. Kendi gözündeki merteği görmeyip anavatan insanının gözüne batan çöpü görmektir. “Türkiyeli Çerkes Çemberi” tutsağı olmaktır.

- Ayrı ülkelerde yaşayan Çerkesler çağrıldıklarında ve çağrıldıkları konuda yardıma gitmelidir. Durumdan vazife çıkarmamalıdır.

Biliyorum bunlar da kimilerinizi kesmeyecek, bulunduğunuz coğrafyada bir halksever Çerkes'in yapması gerekenleri yapmayı göze alamadığınız için ya da sanal ortamda laf yetiştirmek dönüş yapıp anavatanın gelişimine katkıda bulunmaktan çok daha kolay geldiği için yine sanal ortamda edindiğiniz yeni kimliklerle atışmayı sürdüreceksiniz. Ancak inanın bu atışmalarınız anavatan insanı üzerinde, aşıkların atışması kadar bile etkili olamayacaktır. Yine biliyorum ki kimileriniz, benim söylediklerimden çok “bekleyin göreceksiniz” diyenlerin sözlerini daha hoş bulacak ve söylenenler gerçekleşmiş gibi mutlu olacaksınız

Eh ne yapalım, bu durumda bizlere de “bekleyelim, görelim” demek düşüyor her halde...