BASKIN ORAN GERÇEKLERİ ÇARPITIYOR MU NE...

09.11.2008

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Şimdilerde sanal ortamımızın gözde konusu Çerkeslerin-Ermenileri kıyıp kıymadığı... Taşı kuyuya atan Sayın Oran Radikal’deki yazı dizisinde;

 

“1850’lerin ortasında Müslüman Çerkesler Şeyh Şamil’in yenilgisi üzerine Hıristiyan Rusya’dan sürüldüler. Osmanlı İmparatorluğu’na sığındılar, perperişan. Onlar için karınlarını doyurmanın en kolay yolu, bir şeylere sahip olan ve korunmayan insanları yağmalamaktı. Bunlar da Doğu Anadolu’nun (aynı zamanda Hıristiyan olan) Ermenileriydi.”  dedi. Jineps gazetesi konu ile ilgilenip, sayın Oran’a, üzmemeye özen gösteren bir açıklama gönderdi. Sayın Oran da aynı saygı çerçevesinde bu kez daha doğru şeyler içeren ve “Sevgili Yaşar ve Anzor dostlarım,diye başlayan bir yazı ile Jinepsi yanıtladı.

 

Sayın Ahmet Köksal, Marje’de sayın Oran’ın tarihçiliğini önemsemediğini dile getirdi. Sayın Handan Demiröz ona katılmadığı yanıtını verdi. Sayın Soner Koçsav, sayın Oran’ın tarih bilgisine gerçekten güvenilmeyeceğini kanıtlar yanıtlarını hem Marje hem de CC'da yayımladı. Sayın Kuban da CC'da olaya ilgisiz kalmadı...

 

Ben de önemli olmamasına karşın bu denli önemsenen bir konuya uzak  kalamazdım.

 

Sayın Oran’ı çok önemseyenler kusura kalmasın ama yukarıdaki alıntı, yazarımızın konumuzu hiç ciddiye almadığının, konumuzu hiç bilmediğinin, eğer biliyorsa gerçekleri çarpıtma çabası içinde olduğunun bir kanıtı. Sayın Oran’ın özensizlik örneği bu kısacık paragrafta bu kadar çok yanlışı bir araya getirebilmiş olmasına şaşmamak elde değil.

 

“1850’lerin ortası” deyimini sürçü klavye kabul edelim.
 

Peki Şeyh Şamil’in yenildiği tarih ile sürgün tarihini karıştırmasına ne demeli.
 

Sürgünü din ayrılığına bağlaması daha da vahim değil mi? Eğer sürgünde belirleyici olan Müslümanlık olsaydı eski Osmanlı illerindeki Çeçen, Dağıstanlı sayısı Adige ve Abazalardan çok daha fazla olmaz mıydı?
 

Osmanlı İmparatorluğu’na sığındılardeyimi, sürgünde Osmanlı’nın etkisini örtme çabası olarak algılanamaz mı?   

Onlar için karınlarını doyurmanın en kolay yolu, bir şeylere sahip olan ve korunmayan insanları yağmalamaktı. Bunlar da Doğu Anadolu’nun (aynı zamanda Hıristiyan olan) Ermenileriydi” diyen sayın Oran, Osmanlı’nın Çerkesleri, belirli bir politika doğrultusunda topraklarına yerleştirdiğini bilmiyor olabilir mi?
 

“Çok sevdiği Çerkes kardeşlerine” ilişkin bu bilgi sığlığı “Değerli Baskın Hocamız”a yakıştı mı?


Profesör unvanı kişinin bilgisizliğini, özensizliğini, önemsemezliğini örtmeye yeter mi?

 

Yağmalama sorununa gelince...

Saklamaya ne gerek.

Çerkeslerin yerleştirildikleri her yöredeki halklarla sorunları olmuştur. Belirli amaçlarla belirli yörelere yerleştirilmiş, yerleştiren otoritenin desteklediği Çerkeslerin komşularına sıkıntı verdiği de olmuştur.

Ancak “Değerli Baskın Hocamız” arkadaşlarımıza  verdiği yanıtta "İhale" konusunda endişeniz bence yersiz. Çünkü bir halkın kıyılması babında iki farklı durum vardır: 1) Halkların çeşitli nedenlerle birbirine kıyması. Bu çok tatsızdır ama çok vahim değildir. Her zaman her yerde olmuştur; 2) Devlet'in taraflardan birine yardım etmesi ve daha kötüsü onları kışkırtması. Bu, çok vahimdir. 1915'te ve ona giden yolda olan budur. Onun için, Osmanlı'dan ve Jön Türkler'den başkasına ihale falan olmaz. Türkler, bu işi Kürtlere ve Çerkeslere yıkamazlar çünkü bu son ikisi "yaşamak için öldürmek" pozisyonuna çok yakındılar. Aynen, National Geographic Wild'daki belgeseller gibi. Jön Türkler ise "imparatorluğu kurtarma"ya çalışıyorlardı. diyerek bu istenmeyen olayların suçlusunun Çerkesler olamayacağının altını çizer gibi yapmaktadır.

 

Gibi diyorum, çünkü sayın Oran daha sonra yukarıdaki ile çelişen şu paragrafı eklemektedir: “Eğer kabul ederseniz, siz çok sevdiğim Çerkes kardeşlerime acizane tavsiyem şudur: O günkü Çerkesleri aklamaya çalışmak yerine (ki, bu çok zor iş; olayı Kürtler üzerine "ihale" ederek kurtulma anlamına da çekilebilir), o günkü Çerkeslerin çaresizliğini vurgulamak ve bu başı dik insanların bu hale düşmesine ağıt yakmaktır. 1878 Berlin Antlaşması'nın 61. maddesindeki Çerkes kelimesini ortadan kaldırmaya imkan olmadığı sürece, tabii.

 

Çok değer verdiğim kimi arkadaşlarımın da  sayın Baskın Oran’ı ne kadar önemsediklerini, onun demokrat kişiliğine ne kadar güvendiklerini bilmiyorum değilim. 

Bense, büyük bir teşekkür borcum olmakla birlikte sayın Oran’ı hiç demokrat bulmam.

Neden mi?

 

Yıllar yılı  Lozan Barış Antlaşması’nın  Müslüman olmayanlar dışındaki azınlıklara ya da farklı dili olan halklara, kendi dillerini kullanma, dilleri ile yayın yapma hakkı tanımadığı hemen hepimizin bilincine kazınmadı mı? Kazındı. Bunun hala böyle sananlar yok mu? Var, hem de çok. Dahası, hala böyle sananlar arasında Baskın Oran severlerin az olmadığını da biliyorum.

 

İşte durumun bizlerin bilincine çakıldığı gibi olmadığını, Lozan Barış Antlaşması’nı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının her birine, kendi dilini, her ortamda kullanma hakkı tanıdığını ben, sayın Oran’ın 1986’da Mülkiyeliler Birliği Vakfı’nca yayımlanan “Türk Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu” adlı kitaptan gecikmeli olarak, doksanlı yıllarda öğrendim. Anlaşmanın azınlık haklarına ilişkin bütün maddelerini ilk bu kitapta gördüm, okudum. Gözlerim faltaşı gibi açıldı. Bu kadar uzun yıllar bu denli derin nasıl uyutulduğumuza şaşıp kaldım. Andığım anlaşma maddelerini ilk onun yapıtında okuduğum ve derin uykudan onun sayesinde uyandırdığım için kendilerine teşekkürü borç biliyorum.

 

Ancak ilginçtir, sayın Oran’ın demokratlığına  güvenmeyişimin nedeni de bu kitap. Antlaşmanın çok açık ve olumlu olan maddelerinin, yanlış şekli ile bilincimizde kalması için sayın Oran’ın elinden geleni esirgememiş olması ise çok üzücü.

 

Dilerseniz önce bu bizi ilgilendiren maddeleri anımsayalım:

 

“Madde 39

 

Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, Müslümanların yararlandıkları aynı yurttaşlık (medeni) haklarıyla siyasal haklardan yararlanacaklardır.

 

Türkiye’de oturan herkes, din ayrımı gözetmeksizin, kanun önünde eşit olacaktır.

 

Din, inanç ya da mezhep ayrılığı, hiçbir Türk uyruğunun yurttaşlık haklarıyla (medeni haklarla) siyasal haklarından yararlanmasına, özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme, yükseltilme, onurlanma ya da çeşitli mesleklerde iş ve kollarında çalışma bakımından, bir engel sayılmayacaktır.

 

Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.

 

Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.

 

Madde 40

 

Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyrukları ile aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden (garantilerden) yararlanacaklardır. Özellikle giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır”

 

Görüldüğü gibi Müslüman olmayan azınlıklara fazladan bir hak tanınmıyor. Müslüman olmayan azınlıkların, her Türk uyruğu ile eşit haklara sahip olacağı vurgulanıyor. Altını çizersek Müslüman olmayan azınlıklara tanınan haklar, Müslüman azınlıklara zaten tanınmış haklar. Her Türk uyruğunun kendi dilini konuşabileceği, okul açabileceği, yayın yapabileceği de çok net...  Lozan hakları tanımakla kalmıyor bir de bunları ayrı bir madde ile de güvenceye bağlıyor:

 

“Madde 37

 

Türkiye, 38. maddeden 44. maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir kanunun, hiçbir yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiçbir resmi işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik (tüzük) ve hiçbir resmi işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir.”

 

Peki Lozan Antlaşması, Müslüman azınlıklara ya da her Türk uyruğuna tanımadığı hangi hakkı tanıyor Müslüman olmayan azınlıklara? Hakların korunması konusunda bu ayrıcalık. Lozan, Müslüman olmayan azınlıkların haklarının korunmasını, Milletler Meclisi’nin (bugün Birleşmiş Milletler Örgütü) garantörlüğüne bağlıyor:  Madde 44'ten “Türkiye, bu kesimin bundan önceki maddelerindeki hükümlerin, Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıkları ile ilgili olduğu ölçüde, uluslararası nitelikte yükümler meydana getirmelerini ve Milletler Cemiyeti’nin güvencesi (garantisi) altına konulmasını kabul eder.”

 

Değerli Baskın Hocamız”da Lozan Barış Antlaşması'nda durum bu kadar açık olmasına karşın kitabın giriş bölümünde, içeriği doğru olan (çünkü sayın Oran azınlık hakları değil azınlık koruma yükümlülüklerini yani Milletler Meclisi garantörlüğünü işaret ediyor) ancak hakların sadece Müslüman olmayan azınlıklara verildiği gibi anlaşılacak.  “(…) Türkiye bu isteklere sonuna kadar direndi. Sonunda yalnız Müslüman-olmayan azınlıklara uygulanması koşuluyla,  Doğu Avrupa’nın diğer ülkelerine (bu arada Yunanistan’a da) uygulanan azınlık koruma yükümlülüklerini Kabul etti” cümlesini yazabilmiş ve bölümü şu paragraf ile bitirebilmiştir:

 

“Böylece, genç Türk devleti, hem başka ülkelerin vermiş olduğu haklardan başka azınlık hakları vermemiş, hem müslüman azınlıkları azınlık kavramının dışında tutmuş (yani Müslüman azınlıklara bu hakların tanınmadığı yanlışını bilincimize bir kez daha çakıyor), hem de 'kesim’in son maddesiyle. Batı Trakya Müslümanlarını (Yunan Sevri’nin varlığına rağmen) bir kez daha güvenceye kavuşturmuş oldu.”

 

Tüm bunlara karşın dileyenler sayın Oran’ın demokratlığına yine güvenebilirler elbette. Ancak ben, okuduğumda bu bölümün altına şu soruyu eklemişim:

 

Yazarın demokratlığına gölge düşmüyor mu?”

 

Bence düşüyor siz ne dersiniz?