DÜN GECE YARISI DÖNDÜM ABHAZYA'DAN

04.10.2008

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             
Dün gece yarısı döndüm Abhazya’dan. Bağımsızlığın on beşinci yılı kutlamalarına katıldım. Elbette ki büyük bir mutluluk yaşadım. Evdeyim henüz mutlu yorgunluğumu atamadım üzerimden. Yaşadıklarımı sizinle paylaşmayı, bu haftaki yazımın bu kutlamalara ilişkin olmasını düşünüyordum. Ancak kolay yazabilen biri değilim ve yazıya bugün başlasam da hemen bitiremeyecektim. Zaman alacaktı.

Bir yandan yazıyı kurgulamaya çalışırken bir yandan da gazeteleri okuyordum internette. Derken Zaman gazetesinde Beşir Ayvazoğlu’nun yazısının başlığı aldı gözümü: “Yaralı Bilinç”. Başlığı görür görmez, 1999 yılında anavatandan bir Bandırma ziyaretimde kitapsever olduğu için kitapçılığa soyunan dostum Rahmi Akdaş’ın tavsiyesi ile aldığım ve okudukça beni, “Bu kitap bizleri anlatıyor” diye düşündürten kitabı anımsadım. Daha önceki kimi yazılarımda da kısaca sözünü etmiştim Fars yazar Daryush Shayegan’ın bu kitabının: “Yaralı Bilinç- Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni”

Evet sayın Ayvazoğlu’nun sözünü ettiği “Yaralı Bilinç” de benim yaralı bilincimmiş:

“Varlık dergisinin soruşturmasına verdiğim cevapta, Yahya Kemal'in dramını ben de Daryush Shayegan'ın "yaralı bilinç" kavramını kullanarak şöyle açıkladım:

"Bilindiği gibi, İranlı düşünür, köklü bir medeniyete sahip olmakla beraber modernitenin ani atakları karşısında şaşkınlığa uğramış, gelişmelere ayak uydurabilmek için acele ederken üst üste yanlışlar yapan toplumlarda özellikle aydınların yaşadığı 'kültürel şizofreni'yi tahlil etmektedir. Bu gibi toplumlarda, en moderninden en muhafazakârına kadar, bütün aydınların ayırıcı vasfı, duygu ve düşünce dünyalarında iki farklı kültürün sürekli itişip kakışmasından doğan zihin çarpıklıklarıdır. Bir yanda tarihin dışına düşme (anakronizm) kaygısı, diğer yanda "köksüzleşme" (yabancılaşma) korkusu...

Mehmed Akif gibi aydınlar ise, Yahya Kemal'in oruçsuz olduğu için hüzünlendiği saatlerde iftar sofralarındadırlar; dolayısıyla onun hissettiklerini hissetmeleri mümkün değildir. Ne var ki onlar da tarihin dışına sürüklenmemek için moderniteyle başka türlü bir alışveriş içindedirler; kaçınılmaz bir realite olarak karşılarında buldukları 'garp' medeniyetini meşrulaştırmak için kendilerini ait hissettikleri medeniyetin depolarından gerekçeler devşirip dururlar. Onların 'bilinç'leri de yaralıdır."

“Yaralı Bilinç”te söz etmeyi hep ertelememin en büyük nedeni derinliğine inemeyişim. Klavyenin başına her geçtiğimde kendimi yetersizliğimin bilincinde oldum. Ama bir çoğumuzun kendisini bulacağı kitaba da ilginizi çekmek istiyordum. Sonu da okurken altını çizdiğim kimi bölümleri aktarmanın da yeterli olacağını düşündüm. Daha önce okumamış olanların kitabı seveceklerini benim Rahmi dostuma teşekkür ettiğim gibi bana teşekkür edecekleri umuduyla:

Sayfa:7 “Yaralı Bilinç, tarihte geri kalmış ve değişimler şenliğine katılmamış uygarlıklardaki zihin çarpıklıkları üzerine bir denemedir. Varlığını İrani-İslami dünyadaki kişisel deneyime borçlu olmasına rağmen, bu kitabın menzilinin yalnız o dünya ile sınırlı olmadığını ve bir bakıma, zihinsel yapıları hala Geleneğe bağlı olan ve modernliği sindirmekte güçlük çeken uygarlıkların çoğunu ilgilendirdiğini düşünüyorum.

Biz periferi insanları, farklı bilgi blokları arasındaki çelişkilerin zamanında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüşüz. Zihin açıklığıyla ve hınç duymadan üstlenildiğinde bu iki yanlılık bizi zenginleştirebilir; oysa bilginin eleştirel alanından dışlandığında, aynı iki yanlılık duraklamalara neden olmakta, bakışı sakatlamakta ve tıpkı kırık bir aynada olduğu gibi, dünya gençliğini ve tinsel imgeleri biçimsizleştirmektedir.

Günümüzdeki kritik aşamasında, bu deneyin gerçek kapsamı, Batı bilincinin gözünden büyük ölçüde kaçmaktadır. Zira aslına bakılırsa batının sorunu değildir bu. Bu deneyin gerçek kapsamı ancak, bedelini mutsuz bilinçleriyle ödeyenler tarafından belirginleştirilebilir. (...)

Sayfa 11: “...Şeyler dışsal olarak değişmekteyken kafalardaki yansıtmalar hala eski tasavvur biçimleri ile kurulmaktaydı. Durum böyleyken bilinç içindeki bu çatışmalar nasıl yaşanabilirdi? İstense de istenmese de bu sorun, dünyamızı kırıp geçiren zihinsel çarpıklıklardaki –ki bunlar çoktur- çözülmez sorun olarak önümüzde durmaktadır. Bu sorun ancak bu uygarlıkların savunucuları tarafından ortaya çıkarılabilir; çünkü nasıl kimse bir başkasının yerine ölemezse, bizim içinde yaşadığımız uygarlığın dışındaki bir uygarlıktan gelen biri de bu çalışma deneyini varlığın her zerresinde hissederek ruhunda yaşayamaz. Başka bir deyişle bu çatlama, bize özgü olan ve başkasına devredemeyeceğimiz kaderimizdir.

Sayfa 13: “...Tasarladığım şeyin karşımda duran şeye göre “geç kalmış” olması, yalnızca kronolojik bir uyumsuzluk değil, ontolojik bir bölünmedir. Şeyler, gerçeklik algılarımın evriminden çok daha hızlı değişmişlerdir. Bu dönüşümler göndermelerimi saptırıp sürdüğüm izleri dağıtmış, ama ruhumun derin katmanlarında değişiklik yapmamışlardır. Gerçekleri “mitoslaştırma” eğilimim öyledir ki şeylerin tarihsel bir evrim sürecinden ziyade; tözel bakıştaki değişmez özlere inanırım. (...) Bilincim hala büyülü dünyanın zamanında yaşamaktadır. (...) Zamanın değiştiğini, dünyanın dönüşüme uğradığını, tarihin durmadan yeni üretim biçimlerini, yeni toplumsal ilişkilerini biçimlendirdiğini bilirim, ama bu tarihin içeriği benim yokluğumda oluşmuştur. “
Sayfa:15 “Atalarımın bana bıraktığı mirasla dünyanın bugünkü hali arasında bir kopukluk olduğunu el yordamı ile hissediyorum. Kültürümün içinde hiçbir şey beni buna hazırlamıyordu.”

Sayfa:18 “Alt yapılardaki biçim değişikliği ile kafalar değiştirilemez, bizzat kafaların altüst edilmesi gerekir. Uyumsuzluğumun farkına vardığımdan beri sorunlarımın değişmediğini görmenin şaşkınlığı içindeyim. Hep aynı nostaljik temaları yineliyor, hep aynı günah keçilerini arıyor, hep aynı siperlerin ardına saklanıyorum; asırlık zafiyetin kısırlaştırdığı düşüncem bayatlamış klişelerle iş görmektedir. Kuşkusuz zamanla dramın kahramanları değişmekte ama dematürji hep aynı kalmaktadır. Hep başkasının kurbanıyımdır. Masum olduğum kesindir; başıma gelen bütün belaları, denetleyemediğim esrarengiz güçlerden bilirim. Zira, dünya kadar eski bir kaderin kurbanıyımdır aslında ve bu kader sürekli çehre değiştirerek karşıma çıkmaktadır: bazen Büyük İskender, bazen Bedevi Arap, bazen bozkır atlısı Cengiz Han, bazen kalleş İngiliz, bazen çirkin Amerikalı, bazen Sovyet Ayısı ve kim bilir daha kimler.

Sayfa:34 “ (...) Yakamıza yapışıp bizi felç eden sıkışmaların nedeni, çoğu zaman dünya gerçekliği ile denk düşmememizdir. Gerçeklik karşısında bakışımızın sakat kaldığını söylüyorum.