ANA SÜTÜ, KAZANMAK VE
ALÇAK GÖNÜLLÜLÜK...

16.06.2008

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             
14 Haziran 2008 Cumartesi günü Adıyıf eteklerinde gerçekleştirilen bir düğündeydim. Adıyıf anıtının tepeden gözlediği vadi oteli, küçük İncic ırmağının yatağının düzenlenmesi ile oluşturulmuş doğal yüzme havuzu, çim futbol sahası, voleybol, basketbol sahaları, yürüme parkuru, tenis kortu... Her şey ama her şey o kadar güzel düzenlenmişti ki...

Düğün ise, ana sütü ile beslenenlerin, kendi evinde büyüyenlerin tüm yetersizliklere karşın, psikolojilerinin, coşkularının, uzaklarda ana sütüne hasret büyüyenlerden ne denli farklı olduğunu göstergesi idi sanki.

Damat cumhuriyetin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı idi, babası da Moskova’daki sayılı üniversitelerinden birinin rektörü. Gelin ailesi Moskova’da İkamey eden bir Yahudi ailesi. Kabardey-Balkarya ve Karaçay-Çerkesya cumhuriyetlerinin başkanları yanında Moskova’dan, Petersburg'dan, Rostov'dan birçok yetkili de konuktu düğünde. Masraftan hiç ama hiç kaçınılmamış para su gibi akıtılmıştı.

Ancak bunlar ve benzeri şeyler değildi düğünü, diaspora Çerkes düğünlerinden farklı kılan. Diaspora ülkelerinde bir üniversite rektörlüğüne, bakanlığa yükselmiş hiçbir Çerkes, hele gelin Çerkes değilken böyle bir Çerkes düğünü yapmamıştı... Böyle bir düğün gerçekleştirmeyi düşünemez, düşünse bile olanak bulamazdı...

Adıyıf eteklerindeki yeşil vadi, geniş ama çok geniş ve çok bakımlı bir Çerkes evi bahçesi gibiydi. Alanın bir bölümünde bir Çerkes ailenin kullandığı tüm araç gereçler, aile armalarının flamalar, yerleştirilmişti. Düğünün senaryosunu Kabardey-Balkarya Sosyal Araştırmalar Enstitüsü bilim adamlarından Tsipine Aslan tarafından yazılmış, devlet halk dansları grupları, opera sanatçılarımız ve alanında artık klasiğimiz olan İslamey devlet halk şarkıları ve dansları grubu da yer almıştı programda. Bunların her biri de işini profesyonelce yapmıştı. Wıne yışe, şawe şej gibi gelenekler de senaryo içine sığdırılmıştı.

Gördüklerim karşısında, içinde bulunduğum salon düğünlerini, genel programın bir köşesine sıkıştırılan Çerkes oyunlarını anımsadım. Acı ile de düşündüm:

Ana sütü ile beslenen, kendi evinde büyüyen ile ana kucağına hasret, zeginleştirilmiş de olsa mamalarla beslenenler hiç bir olur mu diye de düşünmezlik edemedim.

Futbol ile çok ilgili değilim. En beklenen maçları ya hiç izlemem, kimileyin de izlerken uyduğum olur. Buna karşın Türkiye’nin “tamam mı, devam mı” maçı, Türkiye-Çek milli takımları maçını izlemeyi çok istedim. Canlı yayında veren bir kanal bulamadım. İnternette, gazetelerde izledim. Büyük bir sevinç duydum. Sonucu artık biliyor olmama karşın geç vakit Rusya devlet kanalının bant yayınını, insanların coşkusunu da birinden diğerine atlayarak tüm Türk kanallarından izledim. Sevinmemek coşmamak mümkün mü... Futbola pek yakın olmasam da bu kadar insanın coşkusuna uzak kalamadım... Bu zafer sarhoşluğu içinde sayın Bekir Coşkun’un
13 Haziran 2008 günü, Hürriyet’teki köşesinde yayımlamış olduğu yazını da “ne kadar haklıymış” diye düşünmezlik edemedim:

Futbolun iyi yanı...

FUTBOLUN iyi tarafı da bu:

Evdeki üçlü koltukta öyle yayılmış otururken bir anda "zafer" kazanıyorsunuz.

Siz hiçbir şey yapmıyorsunuz.

Zaten bir şey yapmaya da niyetiniz yok ve her zamanki gibi aval aval bakınıyorsunuz televizyona.

İşte o anda "zafer" sizin oluyor.

Dünya umurunuzda değil, başarmak diye bir derdiniz bulunmuyor. Bir çabanız, bir sorumluluk duygunuz, bir gayretiniz, biraz olsun kazanma derdiniz yok...

Birden kazanıyorsunuz...

Hatta ayaklarınız duvara dayalı, uyukluyor da olabilirsiniz.
Uyandığınızda bakarsınız ki, aaa kazanmışsınız...

Mesleğinizle ilgili bir beceriniz, çevrenizdeki kirlilikle ilgili bir tepkiniz, ülkemizin içine düştüğü bataklığa dair bir fikriniz, mutsuz yaşamlar karşısında bir sorgulamanız...

Bir fikriniz...

Bir düşünceniz...

Biraz olsun zihniniz de yok.

Ama o an "galip" geliyorsunuz...

Futbolun iyi tarafı bu.

İşte; daha iki gün önce medyada "Kaybettik", "Yıkıldık" başlıkları vardı. Ama dün her şey değişti:

"Zafer..."

"Çılgın Türkler..."

"Diriliş..."

"Duy bizi dünya..."

Bu ülke ve bu toplum hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey değişmeden... Bir meşin parçası iki tahtanın arasından geçti diye böyle oldu.

Kazandık...

Futbolun iyi yanı bu.

Bir şey yapmadan kazanıyorsunuz.”



İlk okuduğumda da çok sevmiştim yazıyı. Bizim özelimize indirgemiş, Türkiyeli Çerkes Çemberi'ni kıramayanlarımızın, deplasmanda oynanan futbolu uzaktan izlemeyi sevenlerimizin, psikolojilerini , yaklaşımlarını ne güzel anlatmış, diye düşünmüştüm.

Nedir bizimkilerin beklentisi?

Düşünmeden, emek vermeden, yorulmadan, özveride bulunmadan, uykusuz kalmadan, bir şeyler kaybettirebilecek hiçbir riski göze almadan, kayıplardan sorumlu olmadan zafer kazanmak.

Ancak ulusal mücadele futbol maçı değil ki...

Yukarıda sözünü ettiğim düğün daha son bulmadan yola çıkmış ve ancak gece saat ikide Maykop’a ulaşabilmiştik. Pazar günü yol yorgunu, Tv kanalları arasında geziniyorum. Gözüm “yaşamdan Dakikalar''a takılıyor ve ilgi ile izliyorum. Hıncal Uluç, Atilla Dorsay, Sunay Akın ve Nebil Özgentürk. Değindikleri konuların biri Türkiye’nin tarihi zenginlikleri, müze kentleri... Bu müze kentlerin insanının alçak gönüllülüğü..

Olanakları olmasına karşın, konuyla yeterince ilgilenmediklerinin suçluluğu pişmanlığı yansıyor her birinin sözlerine. Sayın Sunay Akın, Mardin’i anlatıyor. Yolu düştüğünü, Mardin insanının kendisini övgülere boğduğunu, salt kendilerine gitmiş olduğu için bu denli övüldüğünü...

Sayın Uluç'da yenilerde gitmiş Mardin’e. O da gördüğü ilgiyi anlatmakla bitiremiyor. Babası subay ve okul komutanı olduğunu, ziyarette ne kadar geç kaldığını, çok daha önceden görmesi, ilgilenmesi gerektiğini... Tüm bunlara karşın Mardin insanının olağanüstü ilgisini ve alçak gönüllülüğünü... Sayın Uluç kendine özgü üslubu ile şu mealde sürdürüyor konuşmasını: Bu nasıl bir insanlık... Bu nasıl bir alçak gönüllülük... Aslında bana kızmaları, bağırmaları çağırmaları gerekirdi... Yüzüme tükürmeleri gerekirdi.. Baban burada subaylık yaptı onun için olsun bir kere bile gelmedin” demeleri gerekti...

Bu sözler karşısında anavatan insanımızın ne başka şeyler hak eden muhaceret insanına karşı ne kadar alçak gönüllü, ne kadar sabırlı olduğunu düşündüm. Dillendirdikleri anavatan, anadil sevgisi eğer gerçekse, anavatan bekçilerinin her bireyine saygı duyması gereken kişilerin, tepeden bakışlarına, alaylı yaklaşımlarına, “ruh satmışlığı” suçlamalarına katlanmalarını, tüm bunlara karşın, anavatanı ziyaret edenlere salt anavatanı ziyaret ettikleri için nasıl saygı gösterdiklerini bir kez daha yaşadım.

“Şunu yapın, şunu yapmayın, şununla iyi geçinin, şuna sakın güvenmeyin. Birlikte yaşadığın insanlara değil binlerce kilometre ötedeki kendi çıkarı peşinde olanlara güvenin...” diye hariçten gazel okuyanlara bile, “Kardeşim sürgünden sonra bu topraklarda, bu topraklar için ben acı çektim, ben aç kaldım. Faşizme karşı benim babam savaştı, yetim büyüyen benim... Bu kazanımlarınızda gövdenin iriliğine oranla katkın sıfır... Sen kendini düşün... Aklını kendin için kullan... Ben senin kiminle dost kiminle düşman olman gerektiğine karışmadığım gibi sen de beni işlerime karışma...” diye karşılık vermeyişlerini anlamlandıramadım... Anavatan bekçilerinin, Mardin halkından daha alçak gönüllü oldukları sonucuna vardım.

Evet lütfen siz de düşünün, kimin daha alçak gönüllü, kimin daha sabırlı olduğunu?