“ÇERKESLER, HAPİSHANESİ OLMAYAN BİR HALKTIR”

25.05.2008

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

“Hapishanesi olmayan halk” halkımızı övmek için sıkça dile getirilen bir söylem. Ancak sadece söylenip geçilir. Bununla ne anlatılmak istendiği açıklanmaz. Açıklanmaz ve ne anlama geldiği biz okurların, dinleyenlerin hayal gücüne bırakılır.

Kimilerimiz, ilk elde diğer bütün halkların olduğu halde Çerkeslerin hapishanesinin olmadığı sanısına kapılırız.

Çerkeslerin, hapsedilmeyi gerektirecek suç işlemediklerini düşünenler de çıkabilir. Ancak böyle düşünenler, “kan davası-lhışşej”ın Çerkeslerin temel sorunlarından biri olmasını açıklamakta zorlanırlar ya da bu düşüncede olanların, “ğueçencıpxhe xhuın - bir pantolonluk eder” diyerek çocukları, kızları kaçırıp insan tacirlerine satmalarını suç saymıyor olmaları gerekir.

... ya da halkımızın yaşam biçimi olan Nart Destanları'nda, Nart Xase’nin Bilge Wezırmesi öldürmek için kurdukları ve Setenay ile oğlu Sosrıque’nin bozdukları tuzak da “hapishanesi olmayan halk” olduğumuza göre olağan bir durum sayılmalıdır.

Aslında salt bu konuda değil, bilimsel olunmayan her konuda böylesi yanlışlar kaçınılmazdır. Halbuki internette hapishanenin ne olup ne olmadığı konusunda sayısız yazı bulunabilir. Ben Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi Sayın Gültekin Yıldız’ın, Sayın Tayfun Salcı’nın konuya ilişkin sorularına yanıtlarını (Röportaj: Tayfun Salcı tayfun@gercekhayat.com) çok ilginç buldum. Bütününü okumanızı önerdiğim yazıda Sayın Gültekin bakın nasıl ilginç saptamalarda bulunmuş:



Tayfun Salcı: Türkiye’de hapishane konusundaki, felsefi boyutu da olan belki ilk tarih çalışmasını yaptınız. Hapishane nedir?
Gültekin Yıldız: Hapishane tamamen modern bir kurumdur. 1700'lerin sonuna dek ne dünyanın hiçbir yerinde hapishane var, ne de Osmanlı’da. Çünkü “mahbes” ile “hapishane” farklı şeyler. Mahbes, hapis fiilinin mekanıdır ve herhangi bir yer olabilir. Bir kule, bir kale, bir kuyu, bir zindan. Yani müstahkem, adamı zaptedeceğin herhangi bir yer. Ayrıca, hapis cezası gerek İslam hukukunda, gerek Batı hukukunda 18. yüzyılın sonuna kadar çok marjinal bir ceza. Genel olarak hapis, ceza değil; insanın asıl cezayı alana kadar tutulması işlemi. Bu yer de hapishane olmuyor. Bizde tersanedir, kaledir, zindandır mesela. İngiltere’de, Almanya’da da aynı şekilde.

Tayfun Salcı: Peki hapis yoksa, ne tür cezalar var?
Gültekin Yıldız: Ağırlıklı olarak bedene yönelik cezalar. Bu sadece bizde, İslam hukukunda var biliniyor, oysa 18. yüzyıl sonuna kadar İngiltere’de uçurumdan aşağı atma, kolunu bacağını kesme, kırbaçlama, boyunduruğa koyma, ata ters bindirme…

Tayfun Salcı: Ata ters bindirme mi?
Gültekin Yıldız: Teşhir amaçlı…

Tayfun Salcı: Katrana bulayıp tüy dökme gibi mi?
Gültekin Yıldız: Evet. Filmlerde de gördüğümüz şeyler. Çünkü cezanın teşhir edilmesi lazım. İbret için. Aslında ceza mantığı, o dönemin Weltanschaung’uyla doğrudan alakalı. Yani dünya tasavvuruyla, siyasi felsefesiyle, sosyo-ekonomik yapısıyla… Tarih yazılırken hep bugünün kavramlarıyla geçmişe baktığımızdan, hapishane sanki tarihin başından beri var gibi geliyor bize. Roma’daki de hapishane, Osmanlı’daki de hapishane… Bu tamamen tevatür.

Tayfun Salcı: Peki hapishane ne zaman çıkıyor? Mucidi var mı?
Gültekin Yıldız: Var. Çok ilginçtir, hapishanenin ilk çıktığı yer Amerika Birleşik Devletleri .1774’de.

Bir başka kaynağa göre de hapishaneler şu yıllarda ortaya çıkıyor:

1) İngiltere: 1582
2) Hollanda: 1667
3) İtalya: 1703

Fransa'da ise 18. yüzyılın ikinci yarısında kral aleyhinde suç işleyenlerin konulduğu meşhur Bastille hapishaneleri birer işkence yerleriydi. Hürriyet diye beyanname ilan ediliyor, devlet kuruluyor, kısa bir süre sonra meşhur Pensilvanya’da hapishaneler açılıyor. İki model var. Açıldıkları yerlere nispetle biri Auburn denilen model, öbürü Philedelphia modeli. Bunu kuranlar kim? Bir, burjuva hayır cemiyetleri. İki, Quakerlar denilen meşhur Protestan Hıristiyan grup. Tabii daha önce hümanist filozof Beccaria’nın Suç ve Ceza gibi yazıları var; bedene karşı cezaların gayri insani olduğunu ileri sürüp, cezayı insanileştirip rasyonalize edelim diyor bu. Tamamıyla bir aydınlanma projesi. Amerika’da Pensilvanya bölgesi de zaten aynı zamanda Amerikan aydınlanmacılığının merkezidir.

Hümanizm, rasyonalizm, insan hakları, insani bir ceza oluşturalım deniyor.

Tayfun Salcı: İnsan hakları ve hapishane birlikte doğuyor, öyle mi?
Gültekin Yıldız: Evet. Aslında hapishanenin İngilizce’si penitentiary”dir, kökeni “penitence”dır, bu da tövbe demektir. Hatta Redhouse İngilizce-Türkçe lügatinde bunu “nedamete mahsus hapishane” diye çevirmiş. Bunun kökeni ne? Manastır. Aslında modernitenin birçok kurumu, Hıristiyan Katolik kurumlarının sekülerleştirilmiş halidir.

Tayfun Salcı: Hapishane Osmanlı’ya nasıl ve ne zaman geldi?
Gültekin Yıldız: Batı’nın önerisi, dayatmasıyla. 1839’daki Tanzimat Fermanı'nda Osmanlı devleti şu sözü verdi: Ceza infaz sistemimizi eşitlikçi hale getireceğiz, herkes kanun önünde eşit olacak, gayrimüslimler de. Daha sonra 1856’daki Islahat Fermanı'nda bu, yazılı madde olarak yer aldı. Ben, diyor devlet, mahbeslerimi (daha hapishane kelimesi yok) ıslah edeceğim. Bunun arkasındaki adam da, İngiltere’nin Osmanlı’daki güçlü Büyükelçisi Sir Stanford Canning. Canning bu işi bizzat takip ediyor. Londra’daki arşivde belgesi var: 1850’nin Kasım ayında Osmanlı’daki tüm mahbesleri konsoloslara gezdirmiş, yapılması gereken düzenlemelerin listesini çıkarmış.



Hapishane tarihine bakınca, ben şöyle bir formül çıkartıyorum: Ne zaman devlet mali ve siyasi bir krize girse, üç alanda iş yapıyor. Önce askeri alanda bir reform, bir eğitim, bir ceza reformu. Eğitim ve ceza hukuku (hapishane) toplumu muti kılmak için modern devletin temel araçları. Osmanlı da hem krize girdiğinde Batıdan borç para almak için, hem de bir şekilde o kriz döneminde kitleyi denetim altında tutmak için bu iki alanda reform yapıyor.



19. yüzyılda hapishane, Avrupa dışındaki toplumlar için bir medeniyet sembolüdür. Medeni olmak için hapishaneniz olmalı, diyorlar. Medeni olmak niye önemli? Medeni değilseniz, işgal edilirsiniz!

Dünya, elektronik hapishane oluyor

İngiliz aydınlamacı, pragmacı filozofu Jeremy Bentham, Panopticon (“tümü gören”) kavramını ortaya attı. Dairesel, ortada bir gözetleyenin olduğu, etrafında da gözetlenecek hücrelerin olduğu bir yapı. Temel hedef şu: Mahpusu hücresindeyken de izleyeyim. Öyle bir ışıklandırma sistemi yapalım ki, mahpus bizi göremesin, biz mahpusu görelim. Bugünün cam giydirme binalarının mantığı bu. Dışardan gözükmeyen ama dışarıyı gören.



Bugün aslında hapishaneyle, dar alanda başlayan gözetleme işi sokağa taşmış durumda. Dünya bir hapishane oluyor. Eskiden mutlak mahbes olarak görülen, yani insanın hudutlarının olduğu bir alan olan dünya, şu anda insanın insanı hapsettiği bir yere doğru gidiyor. Teknolojik bir hapishane oluyor dünya, dijital bir panopticon.

Sayın Gültekin Yılmaz’ın bu görüşlerini okuyanlar, en azından belirtilen tarihlere kadar sadece Çerkeslerin değil, hiçbir halkın hapishanesinin olmadığını ve bunun da pek övünülecek bir durum olmadığını anlayacaklardır.

Yine internette ilgimi çeken bir başka konu:

Bülent Akyürek ve kitabı “Yılgın Türkler”. Kitabın tanıtım yazısını okuduğumda, keşke kitabın tamamını okuyabilseydim diye geçti içimden. Ders alınabilecek bir çok şey bulunabileceğini düşündüm. Hele kimi yaklaşımlarını içselleştirebildiğimizde bizlere yol gösterici olabileceğini de… Örneğin “Artık övgüye değil, bizi kendimize getirecek gerçeklere ihtiyacımız var.” Sözü bizler için de söylenemez mi?

...ya da, “Zaferlerinden değil, yenilgilerinden ders çıkarmayan milletler yok olmuşlardır.” Sözü, hamaseti bir yana bırakıp yenilgimizin gerçek nedenlerini arayıp bulmamızı ve yok olmak istemiyorsak yenilgilerimizden ders çıkarmamız gerektiğini düşündürmez mi?...

Aksini gösterir bir çok kanıta aldırmaksızın, sadece kendi gerçeklerini yüksek sesle, görüşünü paylaşmayanlara hakaretler ederek savunanların, "Gerçeğin her zaman iki şahide ihtiyacı vardır.
Birincisi benim. İkincisi siz olun. Yoksa bana deli diyecekler!" yaklaşımlarını paylaştıkları düşünülemez mi?

Peki, forumlarda kimi arkadaşlarımızın, üretme çabası içinde olanlarımıza, özveride bulunanlarımıza, görünür bir neden olmaksızın, haklı bir gerekçeye dayanmaksızın saldırıları, bizlere “şerefsizliği” layık görmeleri, “Yatay olan her şey, dikey olana gıcık olur!” sözü ile açıklanamaz mı?

Özetle bu kitap okunmaya değmez mi?

Ne dersiniz?