HAPİ, HAPİ'YE KARŞI

21.04.2008

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Sayın Hapi,

Anımsarsınız üniversitedeki ilk yıllarımdan beri tanışırız.. Aradaki fark çok değilse de yaşça benden büyüksünüz… Sadece yaşça büyük değil, kendisinden bir şeyler öğrendiğim kişilerden birisiniz. Yaşça benden büyükler arasında hala üretenler ise bildiğiniz gibi tek tük… Çalışkanlığınızı, duraksamadan üretmenizi, emeğe saygı duyan biri olarak önemsemem mümkün olabilir mi? Ancak sizi tanıdığım altmışlı yılların sonlarından beri, bu çalışkanlığınızın doğal getirisi saygınlığın toplumda oluşmaması için, sanki özel bir çaba harcıyorsunuz... Gün geliyor öyle şeyler yapıyor, yazıyorsunuz ki, benim gibi sizi tanıyanları, emeğinize saygısı olanları bile üzücü de olsa gerçekleri dile getirmeye zorluyorsunuz.

Muhalefet edecek kişi bulamadığınızda kendinize muhalif olma huyunuz da benliğinizi daha bir sardı sanki...  Zıxamıuere peueşxu sayıldığınız kuşkusu ile beslenen sanrılarınız, gözlerinizi o denli karartmış ki, eleştirilerinizde yöntemin, bilimsel olup olmadığı pek ilgilendirmiyor sizi. Bir fiske ile yıkılabilecek yapılar kuruyorsunuz. Politik yazılarınız, karşı çıkışlarınız, gerçeklerden çok, o gün durduğunuz yere göre biçimlendiği için de çoban salatası gibi karışık. Ancak üzülerek eklemeliyim ki, çoban salatası gibi leziz değil Aynı yazıda birbiri ile çelişen paragraflar yığınla.

Yazılarınız, doğru bulduğunuz bir görüşü savunmaktan çok karşı çıkma temeli üzerine kurulu. İlginç olanı, kimileyin adları sizde saklı kişilere karşı çıkıyor, kimileyin de sosyal olaylarda hiç yeri olmayan “olmayana ergi yöntemi” ile haklılığınızı savunuyorsunuz. Örneğin son yazılarınızı okuyanlar içerisinde ortak alfabe çalışmalarını, yaklaşımların size göre olmazlığını vurgulamanızdan öte, dil konusunda kendi görüşünüzün ne olduğunu anlayabilenler olduğunu sanmıyorum. Sizi, keskin konuştuğunuz ölçüde bu konuların uzmanı olduğunuzu sananların, Adige lehçelerinin hangileri olduğu konusunda kafası karışmamış mıdır? Sayın Sefer Berzeg, Wubıh dilinin bir Adige lehçesi olduğu görüşünüze katılır mı sanıyorsunuz ya da bilim dünyası da bu özgün görüşünüze katılıyorsa “Wubıh dili yok oldu” üzüntüsüne gerek kalır mıydı?

Kaynak seçime yönteminizde çok ilginç ve kendinize özgü. Görüşünü önemsediğiniz kişinin, başında bulunduğu kurum, görevleri, konunun uzmanı olup olmadığı, başkalarınca o konunun biliri sayılıp sayılmadığı önemli değildir sizin için. Görüşünüzü üzerine kurduğunuz sözlerin söylendiği ortam, tarih, görmezden gelinebilecek kadar önemsizdir. Müphem olanlar bir yana, açık olan görüşlerinizi de objektif verilerle destekleme gereği duymuyorsunuz. Söylediklerinizin okuyucularca doğru sayılması için size öyle gelmiş olmasını, sizin öyle sanmanızı yeterli buluyorsunuz.

Önemsediğiniz görüşlerin öznel olduğu kadar eleştirdiğiniz görüşlerin de çoğunlukla hayali oluşu da ayrı bir özelliğiniz. Bu yöntem, dedikodu üreten ancak dedikodunun üzerinde kalmasından korkanların “kim söyledi” sorusunu “yauağ, yauew zexesxığ dediler, dendiğini duydum” diye yanıtlamalarını anımsatmıyor mu size de. Çok önemli konularda olsun karşı çıkmayı düşündüğünüz görüşler için bilimsel kaynakları temel aldığınızda bile yorumu kendinize özgü oluyor. Sanrılarınızı güçlendirecek bir yorum getiriyor, kendi görüşünüzü laf kalabalığına getiriyorsunuz.  “Şöyle diyenler var, yaklaşımlar var” genellemesinin ötesine geçip, “ben şu kurumun şu kişinin şu yazısında ileri sürdüğü şu görüşe karşıyım, konuya ilişkin benim görüşüm de şudur”” deseniz a…

İşte bu söylediklerimizin kanıtı kimi örnekler:

- Uzunyayla.com sitesindeki bir yazınızda; Sayın Hafıtsse Muhamet’in bir toplantıda, anadili eğitiminin daha bir önemsenmesi için “İsrail’de Adigabze’nin korunduğu” anlamında söylediklerini,  değişmez doğru kabul ediyorsunuz. Haftanın beş günü çıkan Adige Psalhe’nin bir sayısını, İsrail’de bir haftada okuyabilecek beş kişi bulamayacağınızı bildiğiniz halde Hafıtsse’nin bu sözünü gerçek kabul ediyorsunuz. Ancak nedense İsrail’de yetişmiş yazarlarımızın değil, anavatan yazarlarımızın yapıtlarını çeviriyorsunuz. İsrail’de anadilimizin daha iyi öğretildiğine okuyucuyu inandırmak istiyorsanız, İsrail’de yetişen dil bilimcilerimizi, onların yapıtlarını, yazarların şairlerin adlarını saymanız gerekmez mi? Üretimlerinizin bu politikimsi duruşunuzu yadsır olduğunun da farkında olmuyorsunuz.

- 1994’te karşılaştığınızda, Abhazya’nın geleceği konusunda, bir sempozyumda, bir gazete ya da dergide yayımlanmamış, politik bir eylemde dile getirilmemiş sadece size söylenmiş sözlerini önemsediğiniz sayın Prof Kumaho Muhiddin bir dil bilimcidir, politikacı değil. Yakından tanıyanların hiçbirinin sayın profesörün politik yönüne vurgu yapacaklarını da sanmıyorum. Durum bu iken siz sayın Kumaho’yu tanıtırken onun dil bilimci olduğunun altını çizmiyor, sadece bilim adamı olduğunu belirterek okuyucunun sizin söylediklerinizi önemsemesi için yanıltmayı uygun görüyor, şu cümleleri yazıyorsunuz: “1994'te Moskova'da görevli ve Merkezi RF kaynaklarına yakın bir kişi olan Prof. Dr. Muhdin Kumaho'ya, İstanbul'da, "Abhazya'nın geleceği konusunda ne düşüyorsunuz, Ruslar bu konuda ne düşünüyorlar" diye sormuş, ondan "Abhazya bir yerlere bağlı olacak ama Rusya'ya da uzak olmayacak" biçiminde bir yanıt almış, bunu "Yeni Kafkasya" gazetesinde de yazmıştım. Kumaho, güvenilir ve ciddi haber alan, boşuna konuşmayan bir bilim adamı.”  

Bununla da kalmıyor sayın Kumaxhue’nin asıl uzmanı olduğu konudaki, dil bilim alanındaki görüşlerine adını vermeden karşı çıkıyorsunuz. Örneğin sizin kesinlikle olamayacağınızı dile getirdiğiniz ortak Adige alfabesi konusunda, anavatandaki tüm Adige dilbilimcilerimizin üzerinde birleştiği taslak Kumaxhue’nindir. (Kabardino-Çerkeskiy Yazik. İki cilt 2006) Kabardey diyalektinin ortak dil, anlaşma dili olabileceği görüşünde olan Kumaxhue’dir. Sadece sizin değil tüm dilbilimcilerin de saygı duyduğu ve Adigey’de adına uluslar arası dil bilim konferansları düzenlenen rahmetli Prof Ç’eraşe Zeyanb’ın de sonuçlandırmadığı ama yayınlanmış ortak alfabe çalışması vardır. (Seçilmiş çalışma ve makaleler Keraşe Zeyneb 1995)

Aslında, sizin de önemsediğinizi dile getirdiğiniz sayın Kumahue ve sayın Ç’eraşe’ye karşın ortak alfabe çabasının yersiz olduğunu da savunabilirsiniz. Neden olmasın? Ancak o zaman  “adlarını zikrettiğim şu, şu dilbilimcilere saygı duymakla birlikte, alfabeye ilişkin görüşlerine katılmıyorum” dersiniz. Gerekçelerini söylersiniz. Çeşitli diyalektleri olan dillerin hiçbirinin ortak dile gitmediğinin örneklerini verirsiniz. Adige dilbilimcilerin ortak dile gitme çabalarını, ne kadar aptalca bulduğunuzu söylersiniz. Ayrı devletler oldukları halde Arapların tek bir yazın dilinde anlaşmış olmalarının süper aptallık olduğunu eklersiniz. Türkiye Cumhuriyeti’ne okullarda Türkçe’nin (elbette ki anadillerin değil) Türkçe’nin tüm diyalektlerinin okutulmasının önemini anlatırsınız. Her yazınızı Türkçe'nin başka bir diyalekti ya da kendi yörenizin diyalekti ile yazarsınız. Antakya’da okullarda okutulan okuma kitaplarında, yöre ağzının, örneğin, “Kafir pissik, mükebbenin altından bir tepsi oruğu kaptığı gibi takkaden kaçtı. Koş bre Mıhemet koşi kap dahneği, zokmak, zokmak kovala kafiri…” gibi edebi bir cümlenin yer bulamamış olmasını eleştirirsiniz. Her yörenin kendi Türkçe ağzına dönmesi gerektiğini savunursunuz…

- Dile ilişkin eleştirinize Kaf-Fed’in başkanlara yazdığı yazıyı değil de ona verilen yanıttan yola çıkmanız da çok ilginç ve bilimselliği size özgü bir yöntem değil mi? Halbuki Kaf-Fed Genel Kurulu’nda siz de vardınız. Öneride bulunan da bendim. Genel Kurul'un başkanlardan isteyeceği şey, her iki yazın dilinde bulunan ancak farklı harflerle gösterilen seslerin benzer harflerle gösterilmesini sağlamak gibi çok masum bir istekti ama siz egonuzu okşadığı için, verilen yanıtı temel alıyorsunuz.  

Hapi Hapi’ye Karşı

Sayın Hapi, dönüşün bayraklaştığı yetmişli yılarda da siz yine kalışçı idiniz. Ancak o günler politik konuşlanmanız farklı olduğu için bugün sizin getirdiğiniz eleştirileri getirenlere, Kafdağı Dergisi'nin 88/13-14 sayısında, bu günde sergilediğiniz bilgiç tavır ve keskin yargılama ile şöyle karşı çıkmıştınız:

Önce Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin (SSCB) ve her devletin eleştirilebileceğini, hiçbir şeyin eleştiri dışı dokunulmazlığının bilimsel anlamda düşünülemeyeceğini  belirtmeliyiz. Ancak eleştiriler gerçekçi ve bilimsel olmalıdır.

(…)

b) Kuzey Kafkasya’da kurulan özerk yönetimlerin “sözde” olduğu iddiası da bir çarpıtmadır. Bu özerkliklerin her biri anayasal birer devlet örgütlenmesi olup coğrafi (toprak) ve etnik temellere dayanmaktadır. Bunların her biri birer özerk devlettir...

Sık, sık eleştirilen Adigelerin önceleri dört, şimdi üç devlet örgütlenmesine ayrılmış olması ise, coğrafi (toprak) bütünlüğünün olmaması nedeniyledir. Adigeler bu bütünlüğü 1864 göçü sonucu yitirmişlerdir. 1930’larda yaşayan Shapsugh Ulusal Çevresi’nin (okrug) kaldırılması sonucu, Adigelerin özerkliği bulunan toprak parçası sayısı şimdi üçe inmiştir: Kabardey, Çerkes ve Adige Bölgeleri.

c) Özerk devletlerde anadilin resmi dil olmadığı, resmi dilin yalnızca Rusça olduğu, anadilin ilkokul dışında kullanılmadığı iddiası da bir çarpıtmadır. Her özerk devlette (özerk cumhuriyet, bölge ve çevrede) o yerin anadili anayasal tanımaya sahiptir ve örneğin Rusça ile eşit kullanım hakkına sahiptir.

SSCB’de Batılı devletlerde olduğu gibi seçkin resmi dil kavramı yoktur, her dil eşit işlem görür. Buna göre örneğin, Adigece'nin kendi özerk devletlerinin her biriminde ve öğrenimin her kademesinde eşitçe kullanılması olanağı vardır. Bunun sınırını belirleme yetkisi yerel Adige makamlarına kalmış bir konudur.

SSCB’de Rusça’nın genel dil haline gelmesi ve bu arada az nüfuslu halkların Rusça’yı öğrenmeye gereksinim duyması, pratik yaşamın bir sonucudur ve ayrı bir olgudur. Bunun az nüfuslu halkların dillerinin sahip olduğu eşit hakları kaldırıcı yasal bir sonucu yoktur. (Bu konuda bk. “Kafkasya Üzerine Beş Konferans” kitabının “Adige Dili ve Edebiyatı” bölümü.

d) Eleştiriler yapıcı olmalıdır: Örneğin, Karadeniz kıyısında  küçük bir toprak parçası üzerinde küçük bir ulusal toplum oluşturan Shapsughların (yaklaşık 10 bin kişi) önceleri özerkliklerin bulunduğunu ve sonradan (pratik nedenlerden olsa gerek) bu özerkliğe son verildiğini belirtmiştik. Dr. Güsar örneğinde ise özerkliğin kaldırılışı değil, Kıyı Boyu Shapsugh'a özerklik verilmesi eleştirilmektedir.

Bunun mantıklı bir açıklaması yapılabilir mi?

Sanırım kimse, Kıyı Boyu Shapsugh'un önceleri dil haritalarında olsun yer eden Adige etnik kimliğinin silinmesini onaylamayacaktır.

Bugün kırımlı Tatarların, düşmanla işbirliği yapmakla suçlanarak, yitirdikleri özerkliklerini yeniden elde etmek için verdikleri onca çaba bilinmektedir. Dolayısı ile özerkliğin “sözde” ve “türetilme” olup olmadığını bir de onlara ya da Tatarlar gibi acı çekmiş olan Balkarlara sormak gerekir.

Sonuç olarak olumsuz eleştiri ve değerlendirmelerden kaçınabilmek için gerçekçiliğe ve yeni çalışmalara gereksinim vardır.”


- Aynı yazıda bile birbiri ile çelişen görüşlerinizin olduğunu söylemiştim. Örneğin CC'deki köşenizde 13 Nisan 2008'de yayına giren, Adigey’de Anadili ve Müzik Öğretimi başlıklı yazınızda, Yeltsin dönemindeki kazanımlarımızı görmezden geliyor ve şunları söyleyebiliyorsunuz:

“O sıralarda Türkiye ve öteki dış ülkelerdeki Adigeler, özellikle gençler arasında güçlü bir Kafkasya’ya dönüş eğilimi doğmuştu. Özellikle 1989’da Ankara’da düzenlenen 1864’ün 125’nci yılını, sürgünü anma toplantısı büyük bir heyecan yaratmıştı, Murete Çepay’ın duygu dolu konuşması tıklım tıklım dolu koca salonu ayağa kaldırmış, ortalığı sevinç gözyaşlarına boğmuştu, dahası tek sözcük Adigece bilmeyen yanımdaki bir Türk kadını bile etkilenmiş, gözlerinden şapır şapır sevinç gözyaşları dökülerek heyecandan ağlamaktaydı. Aslan Derbe’nin güzel sesi ve şarkıları insanları büyülemişti. Ancak bu güzel başlangıcın sonu getirilemedi. Çünkü Gorbaçov gitmiş, demokratik  politika darbe yemiş, demokrasi için diyerek tank üstüne çıkan Yeltsin, parlamentoyu topa tutmuş, Çeçenlerin üzerine ölüm yağdırmış, sağcı, ırkçı, milliyetçi ve despot kadrolara gün doğmuştu. Artık Adigey’den diasporaya etkili sanatçılar da gönderilmiyordu, onlar kara listelere alınmış olmalıydılar…”

Bu yazdıklarınızı temel alırsak, Yeltsin döneminin daha anti-demokratik, en azından bizlerin haklarının daha bir kısıtlandığı bir dönem olarak algılamamız gerekmez mi?

Halbuki;

- Sürgün’ün 130. yılında “Kafkas Savaşlarında, Kafkas halklarının, sadece yaşadıkları ata topraklarını değil, ayrıca kendi özgün kültürlerini, kendi karakteristik niteliklerini korumak için yiğitçe savaştıklarının dile getirildiği bildiriyi dönemin RF Devlet Başkanı sayın Yeltsin yayımlamıştır.

- 1991 yılında kabul edilen ve 1992 yılında yürürlüğe girip, 2000 yılında değiştirilen ve bizlere bulunduğumuz ülkeyi değiştirmeden, ve bulunduğumuz ülke vatandaşlığından vazgeçmeden RF vatandaşı olma hakkını veren yasayı da sayın Yeltsin imzalamıştır.

- Sizin göstermelik dediğiniz, benim muhaceret tarihimizdeki en önemli politik başarı olarak değerlendirdiğim Yugoslavya Adigelerinin RF’nun ekonomik, özellikle politik katkıları ile Adigey'e getirilmesi kararını sayın Yeltsin sağlamıştır.

Sayılabilecek daha nice güzel kazanım. Siz ise, yaralanmadığınız ve değiştirilsin diye özel çaba gösterdiğiniz yasayı görmezden geliyor, bu haklardan neden yeterince yararlanılamadığını sorgulamıyor, asıl amacınız doğru yanlış olumsuzluklar göstermek olduğu için 1997 deki gelişmeyi ön plana çıkarıyor ve “2007 tarihli bir federal yasa ile Rus diasporasına sağlanmış olan RF’na dönüş ve çifte vatandaşlık hakkı, demokrasiye aykırı olarak uygar ve demokrat Adige diasporasından esirgeniyor. Yani Lenin dönemi politikaları değil, 1864 yılının  politikaları yeğleniyor.” diyorsunuz. Evet  sözünü ettiğiniz ayrıcalıklar yalnız dışarıdaki Ruslara sağlanıyor. Kimilerinin “biz Rusya Federasyonu soydaşı değiliz” yaklaşımlarına, “bizler de Rusya Federasyonu soydaşı değil miyiz” diyenleri, ruhunu satmışlıkla suçlamalarına karşın, Rusya Federasyonu’nun soydaşlarının sadece Ruslar değil, bugün Rusya Federasyonu’nda yaşayan tüm etnik halkların dışarıdaki soydaşları olması gerektiğini her platformda savunuyor, sonuç alacağımıza da inanıyoruz.

Dil konusunda bir örnek daha vereyim dilerseniz. Nart Dergisi  üçüncü sayısında yayınlanan makalesinde Ahser Stern İsrail’deki Çerkesce’ye ilişkin “Bununla birlikte Çerkes köylerini, diğer köylerden ayıran bazı farklılıklar bulunmaktadır. Çerkesler için İbranice bir yandan etkili bir toplumsallaşma ve düşün dili olma özelliği taşırken, diğer yandan cemaat dışı bütün toplumsal ilişkilerin de aracı haline gelmiştir. Eğitimlerine devam etmek üzere köylerinin dışına çıkan öğrenciler artık Çerkesce dersler görmezler, ancak anadilleri onlar için ek bir iletişim aracı olmaya devam eder. Çerkesce artık, arkadaşlar arasında sohbet edilirken kullanılır ve konuşanların farklılığına işaret eden grup-içi bir kod haline gelir. Bu nedenle Çerkesce'nin aile çevresinde konuşulmasıyla, okul teneffüslerinde konuşulma biçimi arasında bir fark yoktur. Önemli olan fark, iki farklı okul ortamındaki konuşma dilleri arasındadır. Derslerde İbranice konuşulur, teneffüslerde Çerkesce” demektedir.

Yani Adigece'nin bir diaspora ülkesinde anavatandan daha iyi durumda olabilmesi mümkün değildir. Elbette ki bu cumhuriyetlerimizde anadilin öğretilmesine, kimilerinin unutuyor olmasına ilişkin sorunlarımızın olmadığı anlamına gelmiyor. Daha iyi olması için çabalar da gösteriliyor. Ancak bunları yaparken de Adigece'nin hiçbir zaman Rusça gibi Rusya Federasyonu'nda ortak anlaşma dili olamayacağının da bilincinde olmamızı engellemiyor. Aslında tüm derslerin Adigece olması zorunluluğu getirildiği, Rusça’nın sadece haftada bir derse indirildiği zaman bizim isyan etmemiz gerekir. Bunun ne demek olduğunu, Türkiye’de eğitimde tüm derslerin her halkın anadili ile olmak zorunda olduğu,  Türkçe’yi iyi bilmemenizin sizlere neler kaybettireceğini düşlediğinizde daha iyi anlarsınız ya da güzel olması, çabuk öğreniliyor olması, tüm Türklerin dillerini çok seviyor olmaları, dünyadaki nüfuslarının Adige nüfusundan yüzlerce kat fazla olması, Türkçe’nin, İngilizce gibi dünya anlaşma dili bilim dili olmasını sağlıyor mu? Bir bilim adamı İngilizce yazmadan dünyaya açılabiliyor mu? 

Önemlisi sizin iddia ettiğiniz gibi bu görüşlerimizi hiç saklamadık. Eleştirilerimizi de diasporada, sorumluların anlamayacağı dilde değil, sorumluların anlayacağı dilde ve yerde dile getirdik getiriyoruz. Dışardan gazel okumuyoruz sizin gibi. 9 Aralık 2004 Perşembe günü Adigey Cumhuriyeti Parlamentosu'nda Adigece olarak yaptığım Türkçe’si Nart Dergisi'nde yayımlanan, yıllardır da CC sayfalarında duran konuşmam buna verebileceğim örneklerin sadece biri:

“Perşembe günü de Adigey parlamentosunda böyle bir  oturum vardı. Kişilerin vatandaşların insani olmakla öğünecekleri bir görüş alışverişi idi bu. Ben de Dünya Çerkes Birliği ve Fesıjapşi Dönüş Vakfı adına katılmıştım oturuma. Perşembe’yi benim için unutulamayacak günlerden biri yapan, konuşmamı parlamentoda Adigece yapmış olmamdı.

Evet 1994 yılından beri Adigece’de devlet dili idi. Ancak milletvekillerinin tümü Rusça’yı çok iyi bildikleri için ve de kişiler, söyledikleri daha iyi anlaşılsın için olsa gerek yasal bir zorunluluk olmamasına karşın konuşmalarını hep Rusça olarak yapa gelmişlerdi. Benim Adigece konuşmam böylesi bir platformda bir ilkti.

Kültür bakanı sayın Haç’eğuğ Khaséy, eğitim bakan yardımcısı Kazakların Atamanı, Çocuk Vakfı Başkanı Prof. Bleghuej Zulkharin ve diğerleri eğitimde ulusal kültürün, anadilin, kültürler arası alışverişin, halklar arası ilişkilere hep olumlu katkıları olduğunu vurguladılar. Ben konuşmamı eğitimde ana dil ve Adigece’nin önemi üzerine kurgulamıştım. Sözlerime, Rusça’yı Adigece kadar bilmiyor olmam yanında parlamento salonunda zaman, zaman da olsa Adigece konuşmalar yapılması gereğine inandığım için anadilde konuşmayı tercih ettiğimi söyleyerek başladım. Katılımcı çok, süre kısıtlı olduğu için konuşmanın özünü yansıtan paragraflarla yetinmek durumunda kaldım. Her şeyin temelinin ülkedeki anadilleri politikasını da içeren halklar politikasına bağlı olduğunu vurguladım.

Bu konuşmamın kimi bölümlerini ilginizi çeker umuduyla, sizlerle de paylaşmak istedim.

(…) Dilini bildiğiniz halkın kültürüne de daha yakın oluyorsunuz. Diliyle seslenebildiğiniz kişi sizi kendisine daha yakın buluyor.

(…) Psikolojik araştırmaların ortaya koyduğu gerçek kişiyi önemsememenin, yok saymanın, yapılan  işkenceden bile daha çok yaraladığıdır. Daha çok yaralayan ise önemsenmediği halde önemseniyormuş gibi davranılması, kendisiyle oyun oynanmasıdır.

(…) Üzücüdür ki, anadilimizin bugünkü durumu pek iç açıcı değil:

Bugün yeryüzündeki Adigelerin çoğunluğu anadillerini bilmiyor.

Ana dilini bilen azınlığın çoğu okuma-yazma bilmiyor.

Okur-yazar azınlığın çoğunluğu da anadilde basılı yayınları izleyemiyor.

Bunun nedeni de bilindiği gibi geçen yüzyıllarda halkımızın yaşadığı trajedidir. Bu trajedi halkımızı önce anavatan ve muhaceret olarak iki kesime ayırdı. Muhaceret kesimi, sürüldüğü Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasıyla farklı ülkelerde yaşar oldu. Çarlık Rusya’sındaki değişiklikler de ulusal dilin kültürün korunması yaşatılması konusunda sağladığı olanaklar yanında,  halkımızın yalnızca anavatan ve muhaceret kesimlerini değil, anavatan kesimini de birbirinden uzaklaştırdı. Adigece'nin iki yazı dili oluştu.

Ancak bilindiği gibi hemen her sorunun çözümünde en temel öğe politik yaklaşımdır. Dolayısıyla Adigece’nin sorunlarının çözümünde de en temel öğe cumhuriyetimizin, daha öncelikli olarak da cumhuriyetimizin parçası olduğu Rusya Federasyonu’nun halklar politikasıdır. Herkesçe bilindiği, hiç kimsenin de yadsıyamayacağı gibi Rusya Federasyonu çok uluslu bir ülkedir. Tarih de göstermiştir ki, çok uluslu ülkelerin politikacılarının, benimsedikleri halklar politikasına göre iki büyük öbeğe ayrıldıklarıdır. Güçleri oranında iki öbekten birinin yaklaşımları ülkede yasalaşmakta, dönemin değişmesi ile yaklaşımlar ve ona koşut ülkedeki yasalar da değişmektedir. Rusya Federasyonu için de bu geçerlidir.

Günümüzde biraz daha etkili birinci öbeğin yaklaşımı, ülkenin güçlü olması, ülkede birlik olması için, yasaların çoğunluk halkın önceliklerini gözetmek  gerektiği üzerine şekillenmiştir. Bu yaklaşım, halkımız gibi çoğunluk ulusun geçmişte zararını görmüş otokhton halkalar da dahil olmak üzere, az nüfusu halkların özgürlüklerini kısıtlamayı, onları önemsememeyi yeğ tutuyor. Özetle az nüfusu halklara güvenmemek,  onları asimile etmek gerekmektedir. Bu yaklaşımı kılavuz edinmiş politikacı sayısı az olmayışı üzücüdür. Az nüfuslu halkların kimi temsilcilerinin de bunlarla aynı görüşü paylaşması, daha bir yürek dağlıyor…

İkinci öbeğin yaklaşımı devlet başkanımız sayın Putin’in radyo ve televizyonlarda birkaç kez seslendirdiği, gazetelerde de  yayımlanan ancak henüz tüm yönleri ile hayata geçmeyen yaklaşımıdır. Bu yaklaşım ülkede yaşayan farklı halkların önceliklerinin göz önünde tutulmasını gerekli görüyor. Yasaların az nüfuslu halkların özgürlüklerini güvence altına alması gereğinin altı çiziyor; ülkeyi, az nüfuslu olanlar dahil tüm halkların her birinin gerçek evi kılmayı amaç ediniyor. Bize göre de ülkenin temellerini sağlamlaştıracak olan yaklaşım budur. Ülkeyi, demokrasi ve insan hakları yarışında, diğer dünya ülkelerinden daha öne çıkartacak olan yaklaşım bu değil mi? Bu yaklaşım değil mi ülkede yaşayan her bir insanı, her halkı ülke temelinin sağlamlaşması, ekonomisinin gelişmesi, halklar arası ilişkilerin dirliği için canla başla çalıştıracak olan?

O halde anadilinin önemsenmesi, ülke sorularının çözümünde, diğer az nüfuslu halklar gibi Adigelerin de çaba göstermesinin itici gücü olacak, ülkeyi kendi evi saydıracak ilk adım değil midir?  Ayrıca devlet ne kadar büyük olanaklar sağlasa öğrenilmesi ne ölçüde zorunlu kılınsa da Adigece’nin Rusça gibi gelişkin bir dil olamayacağının bilincindeyiz. Peki Rusça ve diğer gelişkin diller gibi bir devlet dil olamayacaksa Adigece bilinmesini sorun edişimiz neden? Nasıl bir önem vermemiz gerekiyor Adigece’ye?

Eğer dil ruh demekse, “dilsiz ulus ölü” ise eğer, kendimizi bir ulus sayıyor ve ülkemiz de bizi diğerleri gibi bir ulus sayıyorsa, ulusal dil; yaşatılmalı, geliştirilmelidir. Ulusun gururu dilidir, şarkısıdır, şiiridir. Dilini işittiğinde, ezgisini dinlediğinde ancak halkın her bireyi coşku duyar. İşte o zaman kendini sever, mutlu olur. Birey tek başına olmadığını bir ulusun bir üyesi olduğunu duyumsar. Ulusunu diğerleriyle aynı değerde görür. Halklar arası barışa, karşılıklı güzel ilişkiye, güçlü ülkeye temel olabilecek olan anlayış bu değil mi?

Ülkede sözünü ettiğimiz karşılıklı saygı yoksa eğer, nasıl olur da güçlü ile güçsüz, varlıklı ile dar gelirli, düşlemediği şeylerin bile kendisine sunulan ile istediği şeyler kendisinden uzaklaştırılan, çoğunluk ile çoğunluğun azalttığı halkların sevgisi sürdürülebilir? Karşılıkla saygının olmadığı ülkede halklar birbirini sevebilir mi? Güven ortamı da yara almaz mı?

Onun için bir kez daha altını çiziyorum; birlikte yaşayan tüm halklarca ortak vatanımız Rusya Federasyonu’nun daha güçlü bir devlet olması, birlik temelinin daha sağlam olması; halklara sevgiyi, saygıyı gözeten, halkların önceliklerini önemseyen bir yaklaşımın benimsenmesine bağlıdır. Anadilleri önemsetmek, geliştirmek de ancak federal devlet politikası ile mümkündür.

Önerimiz, halklar arası ilişkiler bakanlığının kurulması, kişileri güzele doğruya yöneltecek, vatan sevgisi ile büyütecek, halklar politikasının cumhuriyette yaşayan tüm hakların katkıları ile oluşturulmasıdır.

Sabrınız için teşekkür ederim, Sağ olun, mutlu olun.”

- Sayın Hapi, Kosova Adigelerine verilen sözün yerine getirilmediğini söylüyorsunuz ki,  ilk yanlışınız ne gibi bir söz verildiğini bilmemenizdir.

İkincisi; verilen söz, kendi evlerini yapacaklara sadece elden gelen yardımın yapılacağı sözüdür. İkincisi bu sözü, Rusya Federasyonu değil Adigey Cumhuriyeti yetkilileri vermiştir. Bununla birlikte Rusya Federasyonu böylesi durumlarda yasaların öngördüğü metrekare başına her kişiye düşen yardımda bulunmuştur. Bu, kardeşlerimizin her birini konut sahibi yapmaya yeterli iken kimi bilgiçlerin kararı ile villalar yapılmaya kalkışılmış, federasyondan gelen para da diasporadan gelen para da villaların yapımına yetmemiştir.

Üçüncüsü; su için kuyu açılmış ancak içilecek kalitede su bulunamamıştır.

Dördüncüsü, yerleşim yeri için başka alanlar önerildiği halde yer seçiminde kendileri ısrarcı olmuşlardır.

Peki konunun, musluk suyunun içilemediği tek yer Mefehable imiş gibi, İstanbul'da herkes yeterli kullanım suyu bulabiliyor ya da içme sularına para ödenmiyormuş gibi sunulmasına ne demeli? Belki bilmiyorsunuz Reyhanlı da artık hep satın alıyor içme suyunu.

Sayın Hapae, sizin gibileri tanımladığım yazılarımın tümünü okumamış olmalı ki, Türkiyeli Çerkes Çemberini kıramamışlar, Türkiyeli Çerkes Miğferi taşıyanlar ve benzeri terimlerle Türkiyeli tüm Çerkesleri tanımladığımı sanmıştı. Halbuki bu ve benzeri terimlerle tanımladıklarım sizin gibilerdi. Yanlış değerlendirmelerin tamamının temelinde de sıkı sıkıya giymiş olduğunuz bu miğferin gözlerinizi kapatmış olması, paradigmanızı belirlemesidir.

Çünkü bu miğferi taşıyanlar;

Tüm kültürler, kişinin olmadığı yerde, duymayacağı şeyleri konuşmanın, eleştirmenin arkadan konuşmak olduğunu kabul eder ve ayıplarken, izlemedikleri sitelerde, anlamadıkları dilde kişilerin arkasından konuşmakla eş anlamlı olduğu, dedikodu olduğu bunun da en azından ayıp olduğu uyarılarımıza karşın dedikodu yapmayı sürdürür. Yetkililere mektuplar yazmaz, önerilerde bulunmaz, grup oluşturup yetkililerle görüşmez bu olanakların kendilerine sağlanmayacağına inanıyorlarsa anavatanda bunları yayınlayacak sitelerde, Adigece ya da Rusça olarak yayınlamazlar.

Olayların sadece görünen bölümleri ile yargıya varır, bilgilenmenin eksik olabileceğini düşünmezler.

Anavatandakinin gözündeki çöpü görür, kendi gözündeki merteği görmezler.

Sadece, kimin ne yaptığı ne yapması gerektiğini sorgulama, kendi sorumluluklarını görmezden gelme primitif yaklaşımlarını sürdürürler. (Bakın sayfalar dolduran yazılarınızda siz de Türkiye’de anadilin korunması geliştirilmesi için ne yapılması gerektiğini, neler yaptığınızı anlatmadınız hiç.)

Kendi doğrularını savunmazlar, başkalarının kendilerine göre yanlışlarını sıralayarak haklı çıkabilecekleri sanısına kapılırlar.

Turist olarak bile gitmeyi düşünmedikleri ülkenin kendi isteklerine göre yapılandırılmasını beklerler.

Ülkenin bu günlere gelmesinde önemsenecek katkısı olmayan büyük diaspora kesimi, anavatanımızı koruyan dönülebilecek ülkeyi bizlere armağan eden az sayıdaki anavatan kesiminin kendilerine göre daha ulus sever olabileceğini düşünmezler.

Samimi olmadıkları için hep ısırılacak bir yer bulmanın telaşındadırlar.

Kahramandırlar ama bedeli ödenecek kahramanlıkları başkalarının yapmasına izin verecek kadar da alçak gönüllüdürler.

Sayın Hapi,

Nedense karalamalarınız içinde en zayıf olanını hemen her yazınızda yinelediniz ve şöyle meydan okudunuz:

“Halihazır uygulama, eski Sovyetler dönemini anımsatıcı nitelikte. Nitekim 50 yıldan beri “Rusça dışındaki diller” (30’u aşkın “resmi” dil) resmi işlem ve yazışmalarda asla kullanılmamaktadırlar. Çin Halk Cumhuriyeti dahil, bütün bir dünyada, RF’ndaki gibi, resmi dilleri kullanım dışı bırakan, bir halka, kendi okulunda kendi şarkılarını söyleme, şarkıları kendi dilinde çocuklarına öğretme hakkı tanımayan başka bir yeryüzü devleti daha var mıdır? Bilemiyoruz. RF’nda en az 50 yıldan beri Adige dilinde bir müzik eğitimi yoktur, çocuklara Adigece şarkı öğretmek fiilen yasaktır, Adige çocuğunun sadece Rusça okul şarkılarını öğrenme “özgürlüğü” vardır ama kendi dilinde yoktur; halen kreşlerde ve okullarda Adige çocuklarına tek bir Adigece okul şarkısı bile öğretilememektedir. Doğru değilse, lütfen örnekleriyle açıklansın, biz yalancı çıkalım ve özür dileyelim. Buna razıyız…”

Sayın Hapi,

Sayın Dıjın Çuréy’ın düzenlemesi ile 2007 yılında Türkiye’de yayımlanan çocuk ve gençlik şarkılarını, notaları ve sözleri ile birlikte veren, sözleri de sadece tek bir şaire Şocen Leonid’e ait olan tam 127 şarkılık kitabın, hemen özür dilemeniz için yeterli olacağını sanıyorum. Ancak siz, Kabardey'de basılmasına izin verilmediği için Türkiye’de basıldı da diyebilirsiniz. Daha getirebileceğimiz çok örnekler var. Ancak Çocuk Yıldızlar yarışmalarının haberleri verilirken, Adigece şarkı söylendiğinin söylenmemesini, Adigece şarkı yoktu anlamında yorumlamanız çok gülünç değil mi? Habercilikte “köpek insanı ısırırsa haber değildir ama insan köpeği ısırır ise haberdir” örneğini hiç mi duymadınız?

Neyse ben de size hodri meydan diyorum:

Üç, beş, yedi kaç kişilik isterseniz kendi başkanlığınızda (siz olmazsanız diğerlerini uyutabiliriz) bir komisyon oluşturun. Sizi davet edelim. Gezdirelim. Çocukların şarkı söyleyip söyleyemediği, evet bizim de kabul edemeyeceğimiz kadar kıt olanaklara karşın ana-babaları dil bilmeyen çocukların da dili öğrenip öğrenemedikleri konularında, daha başka dilediğiniz konularda incelemeler yapın, yapsınlar. Sizin dedikleriniz doğru ise masrafları ben karşılarım. Eğer dedikleriniz gerçek dışı ise masrafları siz karşılarsınız. Ancak elinizi çabuk tutmalı ve bizlere, sizler için teftişlik gruplar hazırlama fırsatı vermemelisiniz.

Sayın Hapi,

Yineliyorum... Eksiğimiz, fazlamız yok, her şey mükemmel ve mükemmel olduğu için anavatana dönmelisiniz, çağrısında bulunmadık, bulunmuyoruz. Bu bizim vatanseverlik anlayışımıza temelden ters. Biz anavatana ulusal dili ve kültürümüzü yaşatıp geliştirme olanaklarını yalnız anavatanda bulabileceğimize inandığımız için anavatana dönelim, kaderini paylaşalım diyoruz Güzellikleri yaşamak, gelişmelere katkıda bulunmak için anavatanımıza dönelim diyoruz. Bugün, dönüşü doğru buldukları halde bu olanağı bulamadıkları için diasporada kalanlar yanında, dönüşü yanlış bulanlara da dönebilecekleri ve daha Adige olarak yaşayabilecekleri örneğini vermek için dönüyoruz.

Özetle  anamıza dönüyor, hasretle kucaklaşıyoruz...

Sizler de “bir kadın güzel değilse beni doğurmuş olsa da anam değildir, ona koşmam, bağrına kapanmam, hasretle beni kucaklamasına izin vermem” diyorsunuz…

Siz bilirsiniz…

Ancak bilmelisiniz ki; tarih bizlere, dönüşe olan katkımız ölçüsünde değer biçecektir.

Kalın  Sağlıcakla….

Not: Komisyonunuzun inceleme gezisi gerçekleşinceye kadar hiçbir yazınız önemsenmeyecek, yanıt verilmeyecektir.