SEVGİLİ ERHAN

04.03.2008

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Ben senin tüm yazdıklarını ilgiyle, severek okuyorum ama benim yazdıklarımı ilgiyle okuduğunu bilmiyordum. Doğrusu senin gibi bir kalem erbabının yazdıklarımı okuyor olması, bununla yetinmeyip ayrıca konu da edinmesi gerçekten çok hoş…

Ancak doğrusunu söylemek gerekirse; yazını okuduktan sonra, “Erhan bu yazıyı acaba neden yazdı?” sorusunu kendime sormazlık edemedim. Deyimlerimle kimleri hedeflediğimi anlamadığını söylemeni mutlaka şakadır diye düşündüm. Gerçekten yazdıklarımın hepsini okumamış olsan bile, aralarla da olsa konularımızı yıllarca tartışmadık mı? Şu ünlü Paris gidişi söylemine karşın, senin kadar anavatan anısı derleyebilen, sevgiyle anlatabilen kaç kişi var eleştirilerimden pay almasını beklediklerim arasında... Hem halkıma olan saygımı iyi bildiğini düşünüyordum sevgili Erhan.

İlk tanıştığımız yıl, benim üniversite senin lise öğrencisi olduğumuz yıl, sizin köye gelin almaya gidişimizi sen hatırlıyor musun bilemem ama köyünüzü, yaşadıklarımı, hele bir olayı hiç unutamıyorum ben. İnan insanlarla ilişkilerimin şekillenmesinde çok büyük bir etkisi olmuştu o olayın. Unutmuş da olsan sözünü ettiğimde beni bu denli etkileyen olayı sen de mutlaka hatırlayacaksın:

O yıllardaki başkanımız, her akşam gençlerden bir gurubu ağırlamak zorunda bıraktığımız Kemal Cankat’ın kardeşi Metin Cankat’a gelin almıştık köyünüz Şagujhable’den. Provalarına gittiğim ancak elendiğim için aralarına katılamadığım halk oyunları (o zamanlar daha dansları demiyorduk) ekibimizin tüm asları da birlikte idi. Bir odaya almışlardı bizi. Grand tuvalet mi derlerdi, koyu kostümler, kravatlar. O gün, köylüler arasında bizler gibi giyinik tek bir kişi bile görememiştim. Dahası yanımıza yaklaşmaya, birlikte olmaya çekindikleri duygusuna kapıldım. Nitekim gençler olarak buyur edildiğimiz odaya, genç bısımlerden hiçbiri gelmemişti. Ağabeyleri birkaç kez uyarmıştım. Odadan çıkalım, köylülerle karışalım, sadece kendi aramızda değil asıl onlarla sohbet edelim dileğinde bulunmuştum. Ancak ben; dernekçilerin, en küçükleri idim, sense benden de küçük. Kim dinlerdi bizleri... Üst perdeden, “konuk olan biziz, onlar bizim yanımıza gelsin” yanıtını almıştım en deneyimlilerinden…

Düğün kurulur daha sonra. Bizleri davet ederler sıradaki en güzel yeri açarlar bize. Yan, yanayız… Yapışık düzen... Geçit vermez Çin Seddi. Köylüler arkamızda, omuzlarımızın üzerinden düğünü izlemeye çalışıyorlar. Bizimkiler de rahmetli Elbruz Gaytaoğlu Hoca’nın sahne için öğrettiği figürleri, köy düğününde döktürmekte bir terslik görmüyorlar. Yine uyarmıştım onları. Biraz açılalım. Safları bu kadar sık tutmayalım. Bısımlerden kimilerini aramıza alalım. Ama, Ankara’da henüz bir yılını doldurmamış, hem de ekibe girememiş Necdet, adı konmamış “en güzel dansçı” yarışmasına kendilerini kaptıranlara dert anlatabilir miydi? Bak artık altmışımdayım, kafeyi de fena oynamıyor muşum… Buna karşın, Ankara’daki zevata dert anlatmakta yine zorlanıyorum.

Neyse düğüne dönelim. Baktım olamayacak ben onlardan ayrılmıştım. Seninle birlikte, yaşıtın bir arkadaşınla köy yollarında biraz koşturmuş, köy çeşmesinden de su içmiştik. Bizler bu minval üzere gelinimizi alıp dönmüş, sen birkaç gün daha kalmıştın köyde. Ankara’ya dönüşünde yine görüşmüştük elbette ki. Arkadaşından selam getirmiştin ve yaşam boyu hiç unutmadığım, unutamayacağım bir ders. Arkadaşın benim için “ne kadar iyi bir çocuk, benimle konuştu” demişti. İnan yaşamımda çok büyük bir yer tuttu bu değerlendirme… Beynime kazındı halkımın gönlünü kazanmanın hiç de zor olmadığı. Halkımı hep sevdim. Hiçbir zaman da küçümsemedim. Özetle, kimilerinize yersiz, acımasız yararsız gibi gelen eleştirilerimin hedefi halkım değil, o gün bugün halkımı küçümseyenlerdir.

Erhancığım, unutmamışsındır; dostlukların, düşmanlıkların siyasal görüşe göre belirlendiği, farklı görüşte olanların el tersi ile itildiği günlerde bile birbirimizi hep dinledik. Daha önceki bir yazında da belirttiğin gibi ben o zaman da aynı kavalı çalıyordum. Ama çaldığımız kavalların farklı olması “Bir gün gelir” şiirlerini sevmeme, onları Yamçı’da yayınlamamıza engel olmamıştı değil mi? Dahası şu son yazdıklarını, kaleminin kıvraklığını gördükçe, yazılarının ne kadar beğenildiği yazıldıkça “demek Erhan’ı ta o zamandan keşfetmişim bravo bana” diye, gizliden kendime pay da çıkarıyorum.

Peki kimleri eleştirdiğim, deyimlerin açılımı yazılarımda en ince ayrıntısına kadar, hem de altı çizilerek belirtilmiş olmasına karşın Sevgili Erhan bu yazıyı neden yazdı?

İki neden geliyor aklıma.

Biri, polemiklerin sevildiğini bilen Kuban’ın ricası ile yazmış olman ihtimali. Hani sitemizin en çok okunan site olmasını yeterli bulmamış olabilir Kuban kardeşimiz. Aramızda çıkacak polemiğin okur sayısını daha, daha da arttıracağını düşünmüş olabilir.

Bir ikinci ihtimal bana, değişik başlıklar altında dolaylı olarak değil de, doğrudan dönüş propagandası yapmama zemin hazırlama isteğin. Aslında bal gibi anladığın, ancak yeterince anlaşılmamış olduğunu düşündüğün bana özgü deyimleri, daha da açmama vesile olmak istemen.

Eh şimdi onları yeniden anlatmaya kalkarsam korkarım yazı çok az kimsenin sonuna kadar okumayacağı uzunlukta olacak. Yine de şaka bir yana deyimlerden neyi anlatmaya çalıştığım ve eleştiri oklarımın kimlere yöneldiği yeterince açık değilse, daha sonraki yazılarda her tanımı ayrı, ayrı irdeleyebilirim.

Rahat uyuman için şunu söyleyebilirim, ilk tanıdığımdan bugüne seni hiç Türkiyeli Çerkes Miğferi taşıyanlar ya da Türkiyeli Çerkes Çemberi'ni kıramamışlar, deplasman sever futbolcular arasında düşünmedim. Sana kıyak geçtiğim için değil hak etmediğin için eleştiri oklarımı sana yöneltmedim. Bu arada, Schamis kardeşimizin bilmem kaç yazıdır anlatmaya çalıştığı, bizlerin anlamamakta direndiği örgütlenme konusunu bir çırpıda çözüverdin. Schamis bu konuyu gerçekten bir düşünsün…
 
Sevgilerimle…