ÖNEMİNE BİNAEN

24.01.2008

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Yazılarımı izleyenlerin “Eski Dostlar-2” beklentisi içinde olduklarını biliyorum. Ancak bu arada Sayın Hatko Şamis’in sitemizdeki köşesinde, Kızılderililerin ilan ettiği bağımsızlık temelinde anavatandaki halklarımızı küçümseyen yazısını okudum. “Örgütlenme üzerine-13”. 

Sayın Şamis’in ne denli bilgili olduğunu, ne denli birikimi olduğunu bilenlerdenim. Böyle iken Sayın Şamis’in,  bizlere hiç örnek olmayacak bir olaydan, bizlerin de bağımsızlığımızı ilan etmemizin doğru olacağı sonucunu çıkartabilmesine ve yazısını da “Darısı başımıza!” diye sonuçlandırmasına şaştım kaldım.

Önceki yazılarımı okuyanlar anımsayacaklardır, uzaklardan, anavatan bekçilerine bedelini kendilerinin ödemeyecekleri eylemleri önerenlere yakıştırdığım nitelemeleri: Bana göre böyleleri “hariçten gazel okuyanlar” dır. “Deplasman sever futbolcular” dır. “Türkiyeli Çerkes çemberini kıramamış olanlar” dır. “Türkiyeli Çerkes miğferi takmış olanlar” dır. vb. Bu şekilde nitelediklerimin her birini de bire bir yanıtlamam pek. Ama Şamis’i tanıyorum, Şamis’i önemsiyorum, Şamis’in, halkımıza yararlı olabilecek potansiyeli olduğuna inanıyorum. Belki de “biraz akrabası” oluşumun etkisinde kalıyor, bilerek yanlış yazmaması, bilerek yanıltmaya çalışmaması, bilerek tahrik etmemesi, konularında uyarmak istiyorum.

Sayın Şamis kadar birikimi ve deneyimi olan birinin, gerekli gördüğü ancak yapılmamış, ya da yapılamamış çalışmalar için kendisini değil de başkalarını daha sorumlu görmesini yanlış buluyorum. Kendileri bedel ödememek için coğrafya değiştirenlerin, kendi kimlikleri ile yazmaktan korkanların,  başkalarına korkulacak girişimlerde bulunmayı önerenlerin gülünç duruma düştüklerini kendi özelinde anımsatmak istiyorum.  Sayın Şamis’in, toplumumuza yararlı olabilecek potansiyeli olduğunu bilmem bunu gerekli kılıyor.

Sevgili Şamis, be de inanıp inanmamakta özgür olduğun bir hikaye anlatayım:

“Kimi Çerkes kabileleri maalesef ''sağduyulu“ da olmayan “bilge” de olmayan şeflerinin önderliğinde direnişi sürdürmektedir. Geri çekilmeyi, uzlaşmayı değil çarpışarak tükenmeyi seçmişlerdir. “Rus Çarı “ Çerkeslerin topraklarını ve zenginliklerini ele geçirmek için güçlü ordusu ve silahlarıyla saldırmış yakıp yıkmakta; yerlileri kıyım ve soykırımdan geçirmektedir

Önderleri, çağı anlayamadıkları için durumu, böylesi bir boyut almadan öngörememiş, kendileriyle aynı kaderi paylaşan kardeşleriyle bir direniş hattı kuramamış, ''iş işten geçtikten sonra“ ''Koca Rusya’ya direnmek mümkün değil“ sonucuna ulaştıkları halde, zorlama karşısında, düzlüklere Kuban ovalarına yerleşmeyi değil, anavatanlarını terk etmeyi seçmişlerdir. Zaten direnenler de ''son Wubıhları“  oynamakta, bile, bile ölüme gitmektedirler. Aslolanın hayatta kalabilmek, kendi ülkesinden uzak düşmemek olduğunu bir türlü anlamamışlardır.

Nereden bilsinlerdi, halklarına soy kırım uygulayan Çarın sonunun hem de kendi soydaşlarının eliyle öldürülmek olacağını. İşgalcilerin, halkları parçalayanların, halkları yok olmanın eşiğine getirenlerin, halkların yeniden dirilmesine katkıda bulunacaklarını. Anavatanda kalan %10’luk kesimin tüm yokluk yoksunluklara karşın baba ocağını tüttürebileceğini. Gün gelecek,  anavatandan uzaklara düşürülmüş %90’lık kesimin umudu olacağını.

Nerden bileceklerdi daha özgür olmak umudu ile ata toprağından uzak düşenlerin, iyi asker, sadık asker oldukları için çağrıldıklarını,. Çağrıldıkları ülkede en zor işlere koşulacaklarını, göçebe halkların yerleşik kılınması, bataklıkların kurutulması için kullanılacaklarını, işleri bittiğinde, dillerinin yasaklanacağını, hain ilan edileceklerini, yok sayılacaklarını nerden bileceklerdi?...

Anavatandan uzağa düşenlerin başkaları için tüm güçlerini harcayacaklarını, sıra anavatan için çaba göstermeye gelince, baba ocağını tüttüren, sığınabilecekleri evi koruyup geliştiren kardeşleri ile ile alay etmekle yetineceklerini.  Anavatandan uzaklara düşenlerin, 150 yıl sonra bile, yok oluşun sınırında olduklarını bir türlü fark etmeyeceklerini. Kendilerine altın tepside sunulan anavatanlarını ellerinin tersi ile itebileceklerini, elde kalanın da kaybedilmesi sonucunu verebilecek söylem ve eylemlerde bulunabileceklerini…”  

Sevgili Şamis,

Hiçbir sosyal olayın bir diğeri ile birebir örtüşmediğini, sosyal olayların aynı koşullarda aynı sonuçları veren fiziksel olaylardan farklı olduğunu bilmiyor olmazsın. Bizlere örnek gösterdiğin Kızılderililer olayı örneğin. Bizler de Kızılderililer gibi soykırıma uğradık. Ama yok edilen Kızılderili sayısı 80 milyon. Arta kalan Kızılderili sayısı 150 bin.  Göçürülen Adige nüfusunu bir buçuk milyondan fazla gösteren araştırmacı yok gibi. Öldürülen Çeçenlerin sayısı Adigey’deki Adige nüfusunun üç katından fazla. Sığınmacıları yani vatanından uzak düşenleri de sayarsak yedi katına yakın. Yani benzer bir olay Adigey’de olsaydı Adigey’deki Adigelerin her birinin üç kez ölmesi gerekecek, kimseler de sığınmacı olamayacaktı.

Abhazya’nın bağımsız olabilmesinin nedeni, Abhazların, Çeçenlere sayıca daha üstün oldukları, Abhazların Çeçenlerden daha savaşçı, daha kahraman oldukları olmasa gerek. ya da Kuzey Irak’ta kurulma aşamasındaki Kürt Devletini, Kürtlerin kuruyor olduğunu düşünmüyorsundur.

Kızılderililerin hikayesi elbette ki çok acıklı. Elbette ki çok büyük güçlerce topraklarının işgal edilmesi, soykırıma uğratılması benzerlikleri var. Ancak her şeye rağmen bizlerin daha şanslı olduğumuzu göremiyor olamazsın.

Bilindiği gibi,

Gürcüler Çarlık Rusya'sına 1782 de teslim oldu. Gürcistan Rusya’ya ilhak oldu

Kabardeyler Adige grupları içerisinde ilk kımıldayamaz hale getirilenler.

Durumu kabullenemeyen gruplar Kuban yöresine göç ederler.

Kuzey Kafkasya’nın doğusu 1859 da Şamil’in yenilgisi ile savaşı bırakır.

Kuzey Batı, Öngörüsü olmayan ya da bir hain olan Muhammed Emin’in Ruslara tesliminden sonra da direnişi sürdürür.

Bjedughlar  barışçı Adigeler olarak tanınır.

Daha sonra Abzeghler   silah bırakır.

Hiç teslim olmayan Shapsughların tama yakını, Wubıhların tamamı sürülür

Büyük sürgünde çoğunluğu anavatanda kalmayı başarabilmiş Abhazlar 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında, Osmanlının kışkırtması ile ayaklanır ve yenilgi ile Osmanlı ordusu ile birlikte vatanlarını terk ederler.

Şimdi,

Wubıhların ata topraklarında yeniden var olabilmeleri hayal bile edilmiyor.

Shapsughların turistik malzeme olacak kadar bile ayakta kalamayacağından korkuluyor.

Abzeghler Bjedughlardan daha az sayıda, Şansları Adigey sınırları içinde olmak.

Bjedughlar sayıca daha çok ve Adigey sınırları içerisinde.

Besneyler Karaçay-Çerkesya'da zor durumda.

Kabardeylerden, Rus işgalini kabullenemeyip önce Kuban yöresine göç eden sonra da  İstanbılak’ue ile birlikte hareket edenler, muhacerette  yok oluşun eşiğinde.

Kabardeylerin Adige grupları içerisinde her halde en şanslı olduğuna itiraz edilmez.

Çeçen İnguş ve Dağıstanlar Adige gruplarına göre daha kalabalık ve daha özgür.

Gürcistan, NATO'nun eşiğinde Bağımsız bir ülke…

1878 de Osmanlı Ordusu ile birlikte anavatanlarını terk edenlerin torunları anavatanlarına dönüş yapmaz ise, Abhazya’nın bağımsızlığını koruyabilmesi çok güç.

Evet Sevgili Şamis, Çarlık Rusya'sı ile daha önce silah bırakanların, Daha çok sayıda anavatanda kalabilme şansını yakalayabilenlerin, kimlikleri, ile dilleri ile, kültürleri ile daha kendileri olabildiği bu açık tabloya karşın yazını, bağımsızlık ilan edilmeli anlamına “Darısı bizim başımıza” diye bitirmişsin.

Bense, “Çerkeslerin Bağımsızlık kalkışmasını” Allah yazdı ize bozsun diyorum.

Daha acısı Sevgili Şamis,  “RF gibi 70 yıllık Sosyalizm ve ''Halkların Kardeşliği“ deneyimi olan ''demokrat“ bir ülke, ''bağımsızlık“ kelimesini ağzına alanı bomba ve füze yağmuruna tuttuğunu bildiğin halde, böylesi bir dilekte bulunabilmen. Bu düşü görenlerin, Anavatan kesimi, izlemedikleri sitelerde, anlamadıkları bir dilde bu yazdıklarına kapılır, tahrik olur, bağımsızlık ilan eder, bomba ve füze yağmuru altında yok edilirse… daha mutlu olacağınızdan kuşku duyar oldum. ya da, “ben çektim onlar da çeksin, ben yok olacağım onlar da yok olsun” mu diyorsunuz. İşkenceden zindandan, ölümden korktuğu için arkadaşlarını, davasını terk etmiş birinin, uzaktan bugünlere gelinceye kadar zaten çok çekmiş halkına, işkence, zindan, füze yağmuru, ölüm ile sonuçlanacak bağımsızlık ilanını önermesi sağduyu ile bağdaşır mı?..

Sevgili Şamis,

Ben diyorum ki; bağımsızlık ilanının doğruluğuna inanıyorsan, bu konuda samimi isen, şu anlattığın hikayedeki “atlarla konuşan adam” gibi yapıver sen de… Halkının arasına dön, halkını örgütle ve bağımsızlık ilan et… Örgütçülük konusundaki birikimlerini, yeteneklerini yad ellerde heba etme… Ölmeye de yatma  Sevgili Şamis!…
 

Not: Dilerseniz, Adigelerin, ya da tüm Kuzey Kafkasya’nın, bağımsızlığını göndermeler yaparak değil, daha ciddi olarak da tartışabiliriz.

31 Aralık 2007 Pazartesi. Gece saat on iki suları. Düzce'den henüz döndüm. Düzce Türkiye’ye hemen her gelişimde uğramaya çalıştığım bir kent. Bu kez de bir günlüğüne de olsa uğradım arkadaşlarla, Brant’ Şefik, Abrec İlhan, Guığuejü Musa, Neğuıçü Hikmet ile hasret giderdim. Dernek başkanı Sayın Afitap Atlan ile de çok yararlı bir görüşme yaptım. Anavatandan davetiye bekleyen genç arkadaşımızın coşkusunu paylaştım. Mutlu oldum…

Ama bir başka yönü ile de Düzce boş gibiydi. Düzce’ye her gelişimde uğradığım İzzet ağabeyi ziyaret edemedim. Onu kaybettikten sonra da evine gitmiş Sümer anamızla İzzet ağabeyi konuşmuştuk uzun, uzun. Kaybedileni sevenler için tesellinin bir yolu idi bu. İzzet Ağabey, son yıllarında ne kadar özlemini çekmişti Maykop’un. Ne kadar görmek istemişti Maykop’u. Dillendirmemişti ama kimileyin, “Maykop’ta mı can vermek istemişti acaba” diye düşünmezlik edemiyorum. Her zaman, her koşulda birlikte olduğu, hiç yalnız bırakmadığı sevgili eşi İzzet ağabeyimizi, çok bekletmedi Sümer anamız. O da ayrıldı aramızdan. Bu Düzce ziyaretimde Sümer anamızla da konuşamadık İzzet ağabeyi… Özetle bizler için Düzce’nin bir yanı boştu ve hep boş kalacaktı…

Düzce yöresi, dönüş için en önemli, beklentilerimizin en büyük olduğu bölgelerimizden biri. Bir diğer önemli bölgemiz Uzunyayla… Dönüş’ün Uzunyayla’nın artık gündeminde olduğunu biliyorum ve çok mutluyum. Düzce’nin de dönüşü ciddi olarak gündeme alması, daha bir mutlu edecek bizleri. Çünkü her iki bölge de salt kendi yöresini değil başka bölgeleri de etkileyebilecek önemde…

Ve saat gece on bir suları. Yıllardır yaptığımız gibi yeni yılı evde karşılıyoruz. Ancak yıllardan beri yeni yılı Türkiye'de karşılamamıştım. Doksan üç yılından beri hep Maykop'ta, Maykop Parkı girişinde umutla gülümsedim yeni yıla. Yine evde olduk ama saat on iki sularında da diğer arkadaşlarımız, her ülkeden dönüş yapanlarımız gibi, çoluk çocuk park girişinde toplandık Adigey’in her halktan insanı ile. Her yeni yılda park girişine dikilen koca çamın çevresinde birbirimizi kutladık. Kurulan yılbaşı sahnesinde şarkı söyleyenlerle yeni yılın coşkusunu paylaştık. Olanaklar ölçüsünde de halkalar halinde cegu yaptık.

İşte Ankara’da on bir suları yani Maykop’ta saat on iki olmak üzere… Yani Maykop park girişinde toplandığımız, birbirimizi coşku ile kutladığımız, gelecek yıllarda daha kalabalık olma dileklerimizle birbirimizi kucakladığımız saatler.

Bir bilebilseniz ne kadar büyük mutluluktur, İlk yıllarımızda havalara atarak sevdiğimiz, çocuklarımızın genç kız olduklarını, delikanlı olduklarını görmek. Dahası, artık genç anne, genç baba olmuşlarla, anavatanda doğan, biz yaştakilerin hepimizin torunlarını bağrımıza basmak. Farklı diaspora ülkelerinden Dönüş yapanların, Dönüş yapanlarla anavatan bekçilerinin kurduğu ailelerde, kokladığımız çocuklarımızda anavatanda sadece çoğaldığımızı değil, anavatanda bütünleştiğimizi de görmek, yaşamak… Bizlere yeni katılanlarla, yeni yılı bizlerle birlikte karşılamak için, mutluluğumuzu paylaşmak için Maykop’a gelenlerle birlikte coşmak… Bu mutluluğumuza, bu coşkumuza bu duygu seline, diasporada kalanlarımızın yürek sızısının dolanmasını engelleyememek…

Herkes birbirini kucaklıyordur şimdi. Kimler gelmiştir acaba park girişine, kimler çakır keyiftir, kimler kutlamalardan sonra da sofrasına dönecek, sofrasını sürdürecektir… Coşku, mutluluk bu yıl daha büyüktür diye düşünüyorum. Çünkü gelecek yıllarda daha bir çoğalacağımız inancı çok daha büyük artık… Daha çok kişi ile paylaşacağımız için atasözümüzün dediği gibi, mutluluğumuz da elbette daha bir büyük, daha bir coşkulu olacaktır.

Bu duygu karmaşası içinde Kanal D yılbaşı özel programını da izlemeye çalışıyorum. Ancak Huysuz Virjin de programın içine çekemiyor beni. Derken Huysuz Virjin kendisi olarak, yani Seyfi Dursunoğlu olarak ta şarkılar okuyor… Okuduğu şarkıların biri de “Eski Dostlar”...

Unutulmuş birer birer
Eski dostlar, eski dostlar
Ne bir selâm, ne bir haber
Eski dostlar, eski dostlar
Hayâl meyâl düşler gibi
Uçup giden kuşlar gibi
Yosun tutan taşlar gibi
Eski dostlar, eski dostlar
Unutulmuş isimlerde
Bilinmez ki nasıl, nerde
Şimdi yalnız resimlerde
Eski dostlar, eski dostlar

Şarkıyı tüm benliğimle dinliyor ve doğrusu çok hüzünleniyorum. Gözlerim doluyor, eski dostlar geçiyor bir, bir gözlerimin önünden… Geçmişte Dönüşü öncelemiş, Dönüşü öncelediğimiz için kardeşten daha yakın olduğumuz eski dostlar… Ne kadar hüzün verici imiş Allah'ım, salt ilkelerimize sadık kaldığım için, ilkelerimizi birlikte belirlediğimiz arkadaşlarla dostluklarımızın bitmesi. Ne kadar zormuş eski dostları eleştirmek, onları üzmek zorunda kalmak... Eski dostlar tarafından eleştirilmek. Aynı kentte yaşayıp birbirini görmemek…

Zaman, zaman yaptığım gibi, 2008’in bu ilk saatlerinde de “Eski dostlardan acaba beklentilerim mi büyük, haksızlık mı ediyorum yoksa onlara.” diye düşündüm, kendimle konuştum. Bu iç konuşmamı, sizlerle de paylaşayım istedim:

Aslında eski dostların çoğu ile;
aynı köyden, aynı kentten, aynı yöreden değildik.
Akrabalığımız yoktu…
Asker arkadaşı da değildik.
Aynı okullarda okumamıştık, meslektaş değildik.
Komşuluk ilişkimiz de olmamıştı hiç.
Çoğu ile derneklerimizde ya da yayınlarımız çevresinde tanışmıştık.
Bizleri birbirimize ulusal sorunumuza çözüm arayışı yaklaştırmıştı.
Ulusal Sorunumuzun çözümünü, Anavatana Dönüşte görmek bizleri dost kılmıştı.
Bu uğurda yıllar yılı birlikte gösterdiğimiz çabalar, paylaştığımız mutluluklar, paylaşarak azalttığımız acılarımız dostluğumuzu pekiştirmişti…
Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindik…
Çevremiz de bizi nerede ise tek kişi olarak görüyordu…
Birimizin yanlış buldukları söylemi, eyleminden hepimizi sorumlu tutuyorlardı…

Sovyetler Birliği dağılmasaydı eminim dostluğumuz da sürecekti. Ama tarih bu, dostluğumuzu pek önemsemedi. Sovyetler Birliği dağıldı. Ansızın yıllardır uğruna mücadele ettiğimiz Dönüş’ü gerçekleştirebileceğimiz koşullar oluştu. Birkaçımız –koşullarımız daha uygun olduğu için diyelim- anavatana dönebildik. Çoğunluk bu şansı yakalayamadı. Sonra olanlar mı?... Tam bir paradoks… Neden mi?...

Bilinen, alışılan, yaşanan, bu gibi durumlarda, birlikte saptanan ilkelere sadık kalanların, yürüyüşü sürdürenlerin, ortak ilkelere aykırı davranışlarda bulunanları, en azından hainlikle suçladıkları, kimileyin haklarında vurulma emri çıkarıldığı, çok seyrek olmayarak da bu emirlerin de uygulandığıdır. Ancak Dönüş hiçbir dönemde zorlamaya dayalı bir örgütlenme olmamıştı. Daha büyük özveride bulunanlar, daha büyük sorumluluk alanlar, daha çok, daha sürekli çaba gösterenler zaman, zaman öne plana çıkmış, ancak hiçbir zaman emir-komuta ilişkisi içinde bir örgüt olmamıştı. Özetle Dönüşe en çok katkıda bulunanlar önemli olmuş, ancak katkıda bulundukları sürece ve katkıda bulundukları ölçüde önemli kalabilmişlerdir. Gönüllülük, sevgi, sempati, hoşgörü, katlanma evet katlanma temeli üzerinde yükselmiştir Dönüş.

Bu bugün de böyle… Dönüşün temelinde yine gönüllük var, hem anavatanımız, anavatanımızın üyesi bulunduğu Rusya Federasyonunu, hem de Diaspora ülkelerimizi vatan saymak onları sevmek var. Farklı görüşte olanlara hoşgörü var. Dönüş için her türlü yanlış anlaşılmaya, iftiraya, önemsenmemeye, aşağılanmaya katlanmak var…

Dolayısı ile de geride kalanlar için hiçbir zaman;
“Anavatana dönmeyen davadan dönmüştür vurulmalıdır” denmedi.
“Dönüşü, onlarca yıl savundunuz, sizlerden etkilenenler bile Anavatana Döndü siz hala dönmediniz. Anavatana Dönmediğiniz için ihanet içindesiniz” denmedi.
“Dönüşü savunduğunuz günlerde Dönüşe inanmıyordunuz, her biriniz yalancısınız” demek akla bile gelmedi.

Tam tersi;
“Dönüşü savunduğunuz günlerde inanarak savundunuz. Ancak Sovyetler Birliği’ne Dönüş koşulları ile Rusya Federasyonu’na Dönüş koşulları çok farklı. Özelinizde bu koşullar olgunlaşmadı ise Dönüş yapmak zorunda değilsiniz” dendi.
“Daha mutlu olacağınızı düşündüğünüz ülkede yaşamak hakkınızdır” dendi ve bu hak her platformda savunuldu.
Tüm bu hoşgörümüze karşın geride kalanların, “Eski Dostların” bizlerden kaçması, ama bizleri uzaktan eleştirmesi alışılmışa, bilinene ters değil mi, paradoks değil mi?...

Peki Eski Dostları hiç mi eleştirmiyoruz? Eleştirmez miyiz? Elbette eleştiriyoruz.

Peki onlardan hiç mi beklentimiz yok? Olmaz olur mu, çok..

Neler mi? Gelecek yazıya.