BU İLKEL KAFA YAPISININ “ADİGELERE” NE YARARI OLUR?

01.09.2007

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             
28 Ağustos 2007 tarihli Star gazetesinde zaman zaman yazılarını sitemize taşıdığım Sayın Mahir Kaynak’ın bir değerlendirmesi vardı. Yazıyı okur okumaz sizlerle paylaşmak istedim. Bu paylaşımın nasılını düşünürken, Forum’da yazının paylaşılmasını gerekli kılan bir yazı yayımlandı. İlkel düşünce yapısının örneği yazıyı birlikte okuyalım:

“Rusları sevemedim; SEVEMİYORUM!”
Beykul Duran 8/28/2007 5:03:33 PM

Zorla güzellik olmaz. Taşıma suyla değirmen dönmez. Ruslara karşı, içimde kontrol edemediğim bir nefret var. Tıptaki adı obsesion imiş. Tedavisi mümkün mü bilmiyorum ama bu hastalık ancak Adiguede olurmuş.

Nalçik olayları olduğunda Paris R.F.Büyük elçiliğine telefon edip en az 1 saat tedavi oldum. Taştan cevap çıktı, telefondakinden ses çıkmadı.

Ben beşiğimde Rus adiliklerini dinleyerek büyüdüm. Ben üçüncü kuşağım. Dedem 25 yaşında Türkiye'ye geldi. Küçük kız kardeşi 13 yaşında idi. Beni büyük halam büyüttü. Yaşadığı müddetçe Yurisim dedi. Çektikleri haksızlıkları anlattı. Az anlatmış. Örnekleri zamanımızda tap taze yaşanıyor. Afganistan'ı duymayanlarınızda olabilir. Büyüklerimden ne aldıysam fazlasıyla, ekmeye özendim.

1964 yılında Nalçik'teki yunekoesslerimi bulup ilgi kurdum. Tabii Kirilce okuyup yazmayı öğrenmiştim. O zaman Türkiye'de 3 kişi idik. Nelerle ödediğimizi anlatmak sayfalara sığmaz. Defalarca Kafkasya'ya davet edildim. O zamanın şartları icabı gidemedim. Ruslar TR'yi, TR Rusları mani gösterdi. Şimdi bir engel yok gidebilirim. Fakat pasaportumun Rus gümrükçü ve polisleri tarafından; değil de Adigueler tarafından kontrol edilmesini istiyorum.

Sonra hayalimdeki Kafkasya beni hayal kırıklığına düşürdü. 1994 yılında kardeşim TR'deki sosyal ve ekonomik rahatlığına veda ederek Nalçik'e taşındı. 8 ay sonra aile arası kampanya yaparak dönüş biletlerini gönderdik. Şimdi kiracı ve işsiz. Nalçik'e Mersedes'le, 2 ev, bir dükkan satıp gitmişti. Bende emekli olunca yanına gidip Nalçik'e yerleşecektim.

Kardeşimi dinlemenizi isterdim. Kafkasya ve Rusları anlamanız için.

Uzun sözün kısası bana Rusları sevdiremezsiniz. SEVMİYORUMMM!!!!!

Saygı ve Sevgiler B.D.”



Öncelikle belirtmek gerekir ki, sayın Beykul’un kimi sevip kimi sevmeyeceği, bu arada Ruslardan nefret etmesi, onları hiç sevmeyecek oluşu bireysel bir tercih olarak değerlendirilebilir ve üzerinde durulmayabilirdi. Yazarın Rusları sevmeyişini ve sevemeyecek oluşunu bir hastalık hem de tedavi edilemeyecek bir hastalık saydığı halde, tedavi olma çabası içinde olmayışı da yazıyı görmezden gelmek için yeterli bir neden sayılabilirdi. Ancak sayın yazarın “Ama bu hastalık ancak Adiguede olurmuş” diyerek her Adıghe'nin kendisi gibi bu hastalığı taşıdığını, taşıması gerektiğini ima etmesi, özellikle de ilkel düşünce yapısının tipik bir örneği olması yazıyı önemsememizi zorunlu kıldı.

Bilindiği gibi, ilkel düşünce yapısının en belirgin özelliği ben merkezci oluşudur:

Sözünü ettiğimiz yazının da en belirgin özelliği ben merkezci oluşudur. Sayın Beykul kendileri çok önemli biri olduğu için, Rusları sevmeyişi de çok önemli olmakta, bu kişisel -kendi deyimleri ile- hastalığını, sorunlarımızın, çözüm yollarının tartışılması gereken böyle bir foruma taşıyabilmektedir. Dahası; sayın Beykul, bu hastalıklarının Rusların çok umurunda olacağını sanmakta, her Adıghe'nin kendisi gibi düşüneceğini umabilmektedir.

Bizce ulusal sorunumuzun tek çözüm yolu Dönüş’ü yanlış bulmakta, ancak bunun olmazlığını yanlışlığını kendi çözüm önerilerini dile getirerek, savunarak değil de, iyi niyetle yola çıkıp başarısız olan kardeşi örneği ile kanıtlamaya çalışmaktadır. Demek ki; kardeşi, anavatana çok az para ile gelip başarılı olanlardan, para kazananlardan biri olsaydı, kendileri de Nalçik’e dönecek, Dönüş de doğru olacaktı. Belki sayın Beykul da Rusları sevebilecek diğer Adıghelerin de sevmesinde bir mahzur olmayacaktı. Gördüğünüz gibi önemli olan kendileridir, önemsenmesi, örnek alınması gereken, başarısız olan kardeşleridir. Anavatana dönüp başarılı olanların hiçbir anlamı, önemi yoktur. Çünkü yaklaşım yukarıda vurguladığımız gibi ben merkezcidir, ilkeldir.

1964’de anadilde okuma yazma bilenlerin sadece üç kişi olduğunu söyleyebilmesi, kendilerinin tanımadığı dil okuma-yazma bilen başka birilerinin olabileceğini düşünememesi de, bu ben merkezciliğin, ilkel düşünce yapısının sonucu değil midir?

Peki büyüklerinden aldığı kini, nefreti fazlası ile ekmeye çalışmasına, dahası bununla övünmesine ne demeli? Kinin nefretin fazlası ile ekilmesinin, gelecek kuşakları mutsuz edebileceğinin bilincinde olmamak da, bilincinde olduğu halde, kini nefreti fazlası ile ekmeye çalışmak da ilkellik değil midir?

Pasaportunun, Rus gümrükçüler tarafından değil de Adıghe gümrükçüler tarafından kontrol edilmesi isteminin de temelinde de, hayal ettiği Adıghe ülkesinde, Adıgheler dışındaki diğer halkların ülkeden sürülmesi, Adıgheler dışındakilerin gümrükte görevlendirilmemesi ya da görevlendirilecek olsa bile pasaport kontrolünde değil de şöyle eften-püften işlerde görevlendirilmesi gerektiği ilkel düşünce yapısı yatmıyor mu?

Halbuki, bir halkın tüm bireylerinin aynı düşünemeyeceği defalarca yazılmadı mı, yazılmıyor mu? Örneğin tüm Türklerin birlik olduğu bir konu var mı? Araplar gözlerimizin önünde birbirine kırdırılmıyor mu? Daha geçenlerde Irak’taki Kürt Peşmergelerle İran’ın Pejak üyeleri çatışmadı mı?

Peki, gerçekleri araştırmadan, yazılanları okuyup anlamadan, kendi dışındaki halklara, farklı düşüncede olanlara saygı duymamak, gerçekler üzerine değil duygu temelli politika geliştirmek, kendi bildiğini okumak sizce de, -çoğu arkadaşımızın tutsağı olduğu- ilkel düşünce yapısının, bir özelliği değil mi?



Sayın Mahir Kaynak, nasıl düşünülmesi gerektiğini, anlamak isteyenlere, bakın ne güzel anlatmış:

“Biz kimiz?

Bu günlerde kim olduğumuz konusunda tartışmalar yapılıyor. Kimin Kürt, kimin aslen Türk olduğu sorgulanıyor. Soy ve inançlara saygılı olduğunu sandığımız Osmanlının gerçekte Türk karşıtı, Alevi düşmanı olduğu yazılıyor.

Gerçekte kimliğimiz, tercihimiz değil kaderimizdir. Soyumuzu doğa kanunları, inançlarımızı, sanılanın aksine, siyaset belirler. Kimse bir inancın neden aynı siyasi yapı içinde tek başına egemen olduğunu sorgulamaz ama onu kendisinin ayrılmaz bir parçası sayar. Onun için mücadele eder, canını verir. Dindeki yorum farklılıklarının, mezheplerin siyasi farklılıklar sonucu oluştuğunu, itikatla ilgili olmadığını düşünmez.

Aynı inancı yada ideolojiyi paylaşanlar, siyaset yollarını ayırınca, mezhepler yada aynı ideolojinin farklı yorumları maskesi altında bölünürler. Bu bölünme öyle şiddetli olabilir ki farklı köklerden gelenlerle ittifak yapılabilirken aynı düşüncenin değişik yorumları amansız düşmanlara dönüşebilirler.

Siyaset öyle güçlüdür ki kardeşleri düşman, en aykırıları birer sevgiliye dönüştürebilir. Osmanlının millet-i sadıka saydığı ve halkın iç içe yaşadığı Ermeniler günün birinde amansız bir düşman sayılabilir. Soğuk Savaş döneminde herhangi bir nedenle ülkemize gelen bir Sovyet yurttaşının arkasında bir sürü güvenlik elemanı dolaşırken şimdi kucak kucağa yaşarız. Kimse şu soruyu sormaz: düşmanlıkların halklar arasında mı yoksa başkalarına karşı hangi duyguları beslemememiz gerektiğine yönetenler mi karar verir? (Halklar arsındaki düşmanlıklara, halklar mı yoksa başkalarına karşı hangi duyguları beslemememiz gerektiğine yönetenler mi karar verir?”

Devletimin düşman saydığını dost ilan etmek gibi bir niyetim yok. Ama genel tanımlamalarla başkalarını mahkum etmem. Mesela Ermeniler, Rumlar ya da Hıristiyanlar Museviler gibi ifadelerle düşmanımı tanımlamam. Çatışma yönetimler arasındadır ve kendi yönetimimizi desteklemeyi, gerekirse onun için savaşmayı görev sayarım ama vuruştuklarım benim kişisel düşmanım değildir.

Bunu yönetenler çok iyi bilir ama halka başka şeyler telkin ederler. ABD ile Japonya acımasızca savaşmış, her iki taraftan yüz binlerce insan ölmüş ama savaşın hemen arkasından ABD Japonya’ya hem teknoloji hem de sermaye vererek Japon mucizesini yaratmıştır. Yani eski düşman en iyi dost olmuştur. Buna karşılık Nazilere karşı omuz omuza savaştığı Sovyetler bir günde düşman haline gelmiştir.

İnsanların kimlikleri üzerinden değerlendirme yapan, siyaset oluşturan kişilere şüpheyle bakarım. Bunlar gerçekte önceden planlanmış bir siyasi projeye göre halkı yönlendirmek için, bilim yada düşünce kisvesi altında, bu siyasetlere zemin hazırlarlar. Tüm yorumları bu projeyi destekleyecek biçimdedir.

Bugünlerde birileri Kürtleri ve Alevileri kimlik siyasetinin içine çekmeye çalışıyor ve siyasetin kimlikten ibaret olduğu izlenimini yaratıyor. Yani ne dünyadaki değişmelerin ne de bunun içinde ülkemizin yerinin öneminden söz ediliyor.

Sonuçta kimlik siyasetinin içinde bocalayan ülkemiz geleceğini belirleme imkanını önemli ölçüde kaybedecek ve başkalarının projelerini kabule mecbur kalacaktır. Kimlik mücadelesi yapanlar da Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olabilir ama bir şeyi öğrenirler: Karşılarındaki güç Türkiye değil projenin asıl sahipleridir ve hepimiz kaybederken onlar kazanırlar.”



İşte böyle… Politikadan birazcık nasibini almış herkesçe artık paylaşılan bu yaklaşımın dışında kalmak, kişiyi çağın dışına düşürmektedir ya da ilkel düşünce yapısından kurtulamayanlar sayın Mahir Kaynak’ın bu yaklaşımını bir türlü anlayamamaktadır.

Aslında daha önce de, halk olarak toplumsal psikolojimizin, algılayışımızın, olaylara yaklaşımımızın çağdışı olduğunu, ilkel olduğunu dile getirmiştim. Elbette itirazlar edenler de olmuştu. Kendini en gelişmiş görenlerimize, düşünce yapılarının ilkel olduğunu söylemenin, benzer düşünce yapısı olanların “güzel” sıfatlarla bezenmiş saldırılarına çağrı çıkartmakla eş anlamlı olduğunu da bilmiyor değilim. Ne gam… Ulusal kültürel değerlerinizi yaşatmayı geliştirmeyi, dilinizle şarkınızla, şiirinizle var olmayı amaçladıysanız, bunun anacak anavatanda gerçekleşebileceğine iman ettiyseniz, ve de yazıyorsanız; kimi suçlamaları da göğüsleyeceksiniz? Bunun, amaç uğruna çabalarınızın doğal bir sonucu olduğunun, bilincinde olacaksınız.

Ama bu sayfanın bir de güzel yanı var: Yalnız olmadığınızı görmek, Forum sayfalarında, görüşlerine karşı olanların, olaylara çağdaş yorumlar getirenlerin, sayın Beykul’u destekleyenlerden daha çok olduğunu görmek. Soykırım ve sürgün, halkımızın dağılmışlığı, asimilasyonun kıyısında olduğumuz gerçeklerine karşın, halkları birbirine düşman edenlerin yöneticiler olduğu bilincinin yerleştiğini görmek, Rusları, Türkleri, Arapları, her halktan insanı sevebilmek. Her halkın kurtuluş reçetesinin farklı olabileceği, Adıghelerin kurtuluş reçetesinin sevgi temelli olması gerektiğini kavrayanların, dile getirenlerin sayısındaki artışı görmek…

Özetle, Dönüş yolundaki tüm engelleri aşıp, ipi göğüsleyecek üçüncü dalganın ayak seslerini duymak, bu ayak seslerindeki gücü yakalamak... Daha dün “Anavatana dönmeliyiz” derken bugün, “Anavatanda sizleri bekliyoruz” diyebilmenin mutluluğunu yaşamak…