HATAM DEMİŞMİŞ! -2

12.05.2007

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

İşte sözünü ettiğim 140. yıl Tarih Konferansı'nın çalışma grup başkanlarının gruplarda sunulan bildirilerin tartışıldığı, sonuç bildirisi taslağının okunup tartışıldığı, ekleme çıkartmaların yapıldığı, son biçiminin verildiği genel toplantıdayız.

Henüz sonuç bildirisine gelinmezden önce kimi arkadaşlar soykırımın oylanmasını dile getirdi. Öneriyi destekleyenler de oldu karşı çıkanlar da. Karşı çıkan genç tarihçiler arsında Krasnodar’dan, Rostov’dan gelen ve soykırım yapıldığını kabul etmeyen genç tarihçiler çoğunlukta idi. Çeşitli bölgelerden, cumhuriyetlerden katılım sınırlaması olmadığı gibi oy kullanım hakkı da belirli bir kurala bağlı değildi. Dolayısı ile “soykırım yapılmamıştır” kararının çıkma olasılığı daha büyüktü. Oylama yapılıp böyle bir kararın, “140. yılda yapılan bilimsel toplantıda Çarlık Rusya’sının Adigelere soykırım yapılmadığı sonucuna varılmıştır” kararının çıkmasından ise hiç oylanmamasının daha doğru olacağını düşünenleri destekledim. Dahası bu bilimsel toplantıda “evet Çarlık Rusya’sı Adigelere soykırım uygulamıştır” kararının çıkmasının uygulamada önemi de olmayabilecekti. Çünkü oylamada evet diyecekler Rusya Federasyon’u Duma Üyeleri değildi. Rusya Federasyonu bakanları değildi. Uygulamada bir gücü olmayacaktı.

Ayrıca oylama konusunda ısrar edenlerin büyük bir bölümü de içlerinde olmak üzere salondakilerin büyük çoğunluğu, soykırımın kabul edilmesine yönelik yapılan çalışmaları bilmiyordu. Tıpkı bu konunun ancak son iki yılda gündeme getirildiğini, daha önce hiç konuşulmadığını sananlar gibi. Daha önce bu konuyu gündemde tutanlar olarak bizler, böylesi toplantılarda alınan kararların önemli olmakla birlikte yönetimlerce kolaylıkla benimsenmediğini yaşayarak öğrenmiştik.

Söz gelimi, Adigey Sosyal Bilimler Araştırma Enstitüsü öncülüğünde 24-25 Nisan 1990’da gerçekleştirilen, Koşhable Forumu, Çarlık Rusya’sının Adigelere soykırım yaptığı kararının alındığı ilk toplantı idi. Henüz anavatanda olmadığım için bu toplantıya katılamamış, katkıda bulunamamıştım.

Bu arada  izninizle, kendi katıldığım, bire-bir katkıda bulunduğum  kimi çalışmaları da anayım:

- 1990 Kabardey Balkar Araştırma Enstitüsü'nde bilimsel konferansta Çerkeslerin sürüldüğü sonucuna varılmış. (Bu konferans sırasında ben de bir rastlantı sonucu, Koca Meşe (Sevgili Wubıh dede) ve önderimiz İzzet Aydemir ağabeyimizle birlikte Nalçik'teydim. Konferansta bizlere de söz verilmişti. Koca Meşe, hala kulaklarımda olan, sanırım yaşadığım sürece hep benimle birlikte olacak, halkını gerçekten seven diasporadaki her insanımızın tüylerini diken, diken edebilecek duygu yüklü, konuşmasında: ''Keşke anavatana, ayaklarım beni daha iyi taşıdığı, gözlerimin daha iyi gördüğü, kulaklarımın daha iyi duyduğu, gönlümdekini istediğim gibi söyleyebildiğim bir zamanda gelebilseydim.'' demişti.   

İzzet ağabey ile birlikte girişimlerimizle, konferans adında yer alan Muhaciristve terimi yerine, sonuç bildirisinde, tehcir-sürgün anlamına “izgnaniye”nin yer  alması sağlandı.

- DÇB’nin, kurulduğu 19-22 Mayıs 1991’deki benim de Türkiye adına kurucu delegelerinden biri olduğum birinci genel kurulunda, Çerkeslerin Çarlık Rusya’sınca soykırıma uğradığı ve sürüldükleri kararı alındı.

- DÇB başvuruları sonucu, Kabardey-Balkar Yüksek Sovyeti 07 Şubat 1992’de soykırım ve sürgünü onayladı

- 12 Mayıs 1994’te  Kabardey-Balkar Parlamentosu, soykırım ve sürgünü onayıp, Rusya Federasyonu DUMA ve Federasyon Meclisine başvuruda bulundu.

- Haziran 1993’te DÇB ikinci genel kurulu soykırım ve sürgünü yeniden onadı ve kabulü için ilgili organlara yazılarını gönderdi.

- 1994 Mayıs'ında gerçekleştirilen Sürgünü Anma Etkinlikleri kapsamında, Adigey Sosyal Bilimler Araştırma Enstitüsü’nce düzenlenen Tarih Konferansı'nda, soykırım ve sürgün onandı.

- Aynı etkinlikler kapsamında DÇB olarak tarihçilere hazırlattığımız olayı anlatan broşür, RF yöneticileri, DUMA ve Federasyon Meclisi yetkililerine gönderildi.

- Dönemin Adigey Devlet Başkanı Carım Aslan, Kabardey-Balkar Devlet Başkanı Queque Valera ve Karaçay-Çerkessk Devlet Başkanı Xuibiyev Vladimir’in ortak imzaları ile yapılan başvuru sonucu Dönemin RF Devlet Başkanı Yeltsin’in 18 Mayıs 1994'de Kafkas Halkaları için yayınladığı bildiride; Kafkas halklarının savaşının haklı bir savaş olduğunu. Savaşın bir kahramanlık savaşı olduğu, kendi topraklarında  kültürünü ulusal özelliklerini  koruma amaçlı bir savaş olduğu dile getirildi.

- 1995 6-7 Ekim Estonya'daki UNPO bölgesel toplantısına katılan DÇB Genel Başkanı ve Genel Sekreteri'nin  önerileri ile soykırım ve sürgün kararı alındı kabulü istemi ile DUMA’ya başvuruda bulunuldu.

- 29 Nisan 1996 DÇB'nin başvurusu üzerine Adigey Parlamentosu soykırım sürgün ve geri dönüş hakkını onadı.

-24 Mart 1997 Birleşmiş Milletler Ulusal Haklar Komisyonu  konu gündeme getirildi.

Daha sayılabilecek  her biri de belgelenebilecek bir çok sayıda etkinlik beklenen sonucu vermemişti… Konferansta soykırıma itiraz eden, sanırım Rostov’dan gelmiş genç bir tarihçi, savaşta çok sayıda Rus askerinin de öldüğünü söylemiş ben de haklı bulduğumu dile getirmiştim. Kimileri saçma bulsa da savaşlarda, çatışmalarda ölen erlere, sıradan insanlara acıyabilmenin insani bir duygu olduğunu düşünmüştüm. Halkları savaştıranların yönetimler olduğunu, “git” dendiğinde savaşa gitmekten başka çaresi olmayanlardan savaşta ölenlerin günahsız olduğunu düşünmüştüm.  ANZAC anıtı örneğini vererek dünyanın ulaştığı bu bilinçlilik halini anlatabileceğimi düşünmüştüm. Konuşmamı Adigece yapmış ve soykırım anlamı ile hemen her yazımda bulabileceğiniz Лхэпкъ-гъэкІод (Lhepkh-ğequed) sözcüğünü kullanmamıştım. Bundan eminim.

Ayrıca soykırım, aynı soydan olanların kırılması değil mi? Çeşitli soydan olan Çarlık Rusya'sı askerlerine nasıl soykırım uygulanabilir, ne kadar acımasızca olursa olsun sadece askerlerin yaşamını yitirdiği bir kırım soykırım olarak adlandırılabilir miydi?

Aslında;

- Adigece ve Türkçe yayımlanmış yüze yakın yazı, radyo televizyon konuşmasının, röportajların, mitinglerdeki, dernek toplantılarındaki konuşmaların hemen hepsinde Çarlık Rusya'sının Çerkeslere soykırım uyguladığı yinelenmesine karşın, ancak birinde bile “Çerkeslerin de Ruslara soykırım yaptığı”nın dile getirilmemiş olması.

- Bana mal  edilen “Ruslar Çerkeslere soykırım uyguladıysa, Çerkesler de Rus askerlerine soykırım uygulamıştır” söyleminin, süreç içerisinde "Ruslar Çerkeslere soykırım yaptıysa Çerkesler de Ruslara soykırım yapmıştır"a  dönüştürülmesi, gerçeği arayanlar için, böyle bir sözün tarafımdan söylenmediğine yeterli kanıttır diye düşünüyorum.

Peki sözlerimin yanlış anlaşılma ve yansıtılma nedenleri ne olabilir
?

Bu nedenlerin birincisi çevirinin hatalı yapılmış olması olabilir. Çünkü bizlerin en büyük sıkıntılarından biri Rusça’mızın yeterli olmayışıydı. En derin politik konuları bile Adigece yapmak zorunda olmamız ve kendi yorumunu eklemeyen çevirmen bulmaktaki güçlük bu yanlış anlaşılma sonucunu vermiş olabilirdi.

İkincisi neden olayları yorumlama, algılama farklılığı olabilir diye düşünüyorum. Günümüzde bile emir kulu askerlerin sorumluluğunu yöneticilerle aynı görenlerin, verilen örneklerin birebir birbirinin kopyası olması gerektiğini düşünenlerin (örneğin açıklamayı bile bekleyemeden ANZAC anıt örneğinden çıkışla, Rus askerleri için anıt yapılmasını önerebileceğimi düşünenlerin olduğu gibi), algılayanların sayısı  toplumumuzda az değil. Halbuki “Vatandaş Türkçe Konuş”u ilke edinen bir TC Devleti ile, Adigece kurslara izin veren, haftada yarım saat de olsa televizyonunda yayın olanağı veren bir TC Devleti nasıl bir tutulabilir. Her iki dönem için de Türkler demek yanlış olmaz mı? Şu yıllardaki devlet yapıları demek daha doğru değil mi?

Konferans sonrasında Adige Xase danışma kurulu toplantısında sınırlı bir çevrenin beni Türkiye sanal ortamında gezinenlere benzer söylemlerle suçlamaları, esen elektrikli hava, samimiyetimize inanan ve suçlamalara katılmayan çoğunluğun tutumu da, yaklaşımımı yeterince anlatamadığım ya da yaklaşımımı doğru bulmadıklarının göstergesi olarak algılanabilir.

Ancak işin ilginç yanı Hatam’ın; Rusya-Kafkasya savaşlarında Çerkeslere soykırım yapıldığı bunun yanında çok sayıda Rus askerinin de öldüğünü söyleyen ne ilk ne de tek kişi oluşu idi. Konferansın hemen sonrasındaki 21 Mayıs mitinginde dönemin Başbakanı aynı içerikte konuşmuştu. Dergilerde, gazetelerde politikacılarımızın dışında bilim adamlarımızın, gazetecilerimizin, tarihçilerimizin yazdığı bu yaklaşımı yansıtan çok sayıda yazı  bulmak mümkündü.  Örneğin, Khelekhuıtekhue adında bir Adige, Adigey’in Krasnodar’a katılması gerektiğini savunarak oy toplamış milletvekili olmuştu. Şimdi da Adigey’in bir bölgesinin başkanıydı. Ancak soykırım konusunda çok duyarlı olanların, Adigey’in Krasnodar’a katılmasına karşı olan ve Hatam’a şiddetle karşı çıkanların hiçbiri, sözünü ettiğim kişilere bana gösterdikleri tepkinin onda birini bile göstermemişlerdir.

Tüm bunlar karşısında, üzücü de olsa , olayın bu şekilde yansıtılmasının asıl nedeni, “acaba Hatam’ın anavatanda bir köyünün olmayışı mı”, “kayıtsız şartsız arkasında duracak geniş bir ailesinin olmayışı mı” diye düşünmezlik edemiyor insan. Çünkü Hatam tüm bu ilkel gücü ile birlikte daha başka birçok birikimini de diasporada bırakmıştı…

Diasporadakilerden araştırma, sorma gereği duymadan, Hatam’ın diğer yazdıkları ile karşılaştırmadan söylentiyi doğru kabul edenlerin nedeni de ancak, “söylenti doğru olsun” istemi ile açıklanabilir sanırım. Çerkes ulusal sorununun çözümünde çok farklı düşündüğümüz ve söylentiyi saldırılarının temeli yapanları, bunu malzeme olarak kullananları da hiç muhatap almadım. Almayı da düşünmüyorum. Çünkü onların ve anavatandaki bağlantılarının bilgilenme ve bilgilendirmede kullandıkları amaçlarına özgü elekleri vardır. Bu amaca uygun olmadığını düşündükleri anavatan haberleri iletilmez, iletilse bile diasporadakiler bunun üzerinde durmaz. Bu savımızı sizlere yansıtılmayan çok önemli iki olayla belgeleyelim:

29 Nisan 2007 tarihindeki Adige Xase ve Çerkes Kongresi ortak toplantısında Çerkes Kongresi yetkilileri, “İlk günlerde 450. yıl kutlamalarına karşı olduğumuz halde şimdilerde bu yaklaşımda, Adigeler için politik yarar getirecek yönler olduğunu düşünüyoruz. Ancak Maykop 150. yıl kutlamalarına kesin kes karşı olmalıyız” şeklinde görüş belirtmişlerdir. Adige Xase de aynı görüşte olduğu için ortak kararlar alınmış birlikte mücadele sürdürülmüş, sürdürülmektedir.

30 Nisan 2007’deki Kıyı Boyu Adigeleri-Shapsughların parlamento toplantısında gerçekten çok ciddi sorunlar yanında Soçi Olimpiyat hazırlıkları da gündeme gelmiş, tek bir delege bile olimpiyatlara karşı çıkılması gereğini dile getirmemiştir. Oy birliği ile olimpiyatlarda Adigeler olarak nasıl yer alabileceğimiz, kendimizin yerli halk olduğumuzu nasıl gösterebileceğimiz çalışmalarının yapılmasına karar verilmiş, yeni yönetim görevlendirilmiştir.

Sanırım her iki haber de sanal platformunda dolaşan hamasi söylemleri zayıflatır korkusu ile diasporaya iletilmemiştir. Ama Hatam’ın, daha nerede olduğu bilinmeyen torunlarına dili öğretip öğretemeyeceği Çerkes ulusal sorununun çözümünde sözünü ettiğimiz olaylardan çok daha önemli olmalı ki .gündeme taşınmaktadır.

Bu konuyu diasporada tartışmayışımın en temel nedeni de ilkeseldir. Diaspora sanal ortamını anavatan sorunlarının tartışılabileceği alan olarak görmüyorum. Bilinçli yada bilinçsiz hakkımda yanlışı üretenler de dahil olmak üzere Anavatanın asıl sahiplerinin, diasporadakiler, dahası biz dönüş yapmış olanlar değil anavatan bekçileri olduğunu düşünüyorum. Bugünlere gelmek için bizlerden çok daha büyük bedeller ödediklerini, halen bizlerden çok daha büyük bedeller ödemekte olduklarını ve daha iyiye ulaşmak için bizlerden çok daha büyük bedeller ödemeye hazır olduklarını düşünüyorum. Elbette ki sanalda değil gerçekte…

Anavatanda kendi yönetimlerimize ve RF yönetimine karşı olanların, diasporadaki Rus ve Rusya karşıtları ile  aynı düşüncede olmadıklarını, yine diasporadaki Rus ve Rus karşıtlarının anavatandaki yönetim karşıtlarının umduğu Çerkes olmadıklarını çok iyi biliyorum Süreç içerisinde tarafların birbirlerini daha iyi anlayacaklarına ve mücadelenin daha sağlıklı bir zemine oturacağına inanıyorum. Bunun da ilk adımının her birimizin kendi yaşadığı coğrafyadaki sorunların çözümüne öncelik vermek olduğunu, Anavatandakilerin izlemedikleri sitelerde, anlamadıkları dilde eleştirmenin en hafif deyimle dedikodu olduğunu, kişinin arkasından konuşmak olduğunu, bunun da xabzeye hiç sığmadığını yineleyip duruyorum.

Bu yazdıklarımın savunma değil açıklama olduğunu, isteyenin inanma istemeyenin inanmama özgürlüğü olduğunun altını bir kez daha çiziyor, kuyrukçuluk, danışılmayan danışmanlık, biraz akrabalık konularını bir dahaki yazıya bırakalım diyorum…