İLGİNÇ RASTLANTILAR

02.12.2006

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

06 10 2006 Pazartesi.

Pazartesi olduğu halde dinleniyoruz. RF’nda ilginç bir uygulama var. Bayramlar resmi bayram günlerine rastladığında daha sonraki çalışma günlerinden biri dinlence günü oluyor. Kasım'ın dördündeki bayram da Cumartesi'ye rastlamıştı. Bayrama rastlayan Cumartesi günü karşılığı işte Pazartesi dinlence günüydü. Dört Kasım bayramını da merak etmişsinizdir. Sadece bizim sitelerde değil Türk basınında da yanlış bir adlandırma ile ''Ulusal Birlik Bayramı'' denen bayram. Devrim bayramı olarak kutlanan yedi Kasım, 2005 yılından beri içeriği de değiştirilerek, Kasım'ın dördünde kutlanmaya başladı: Rusya Halklarının Birliği Bayramı. Yani Ulusal Birlik değil Halkların. Rusya Federasyonu yerine Rusya denmesi de anayasal bir hak. RF Anayasası'nda Rusya sözcüğünün Rusya Federasyonu anlamında kullanıldığı vurgulanıyor. Tıpkı Respublika Adıgeya’nın Adige dilinde Adige Respublik olarak yazılıp söylendiği gibi.

İşte böyle bir dinlence günü akşama doğru, Maykop merkez pazarına gitmiştim. Tüm gün evde okumaktan, yazmaktan sıkılmış, biraz hava alır biraz da alışveriş yaparım diye düşünmüştüm. Kafamda da hep sözünü ettiğim bayrama ilişkin bayram öncesi ve sonrası sanal ortama taşınan iki haber vardı.   

İlkini ciddiye aldığınızda  Adıghey’deki tüm Rus kökenlilerin cumhuriyet karşıtı yürüyüşe  katılacağını, tehlikenin çok büyük olduğunu düşürdünüz. Yürüyüşe sadece 30 kişinin katıldığını belirten ikinci haberi okuyanlar ise böyle bir tehlikenin olmadığı yanlış izlenimini edinirlerdi. Evet, aynı olaya ilişkin, aynı ajansın verdiği sadece bu iki haber bile uzaktan anavatanda olup bitenlerin sağlıklı olarak değerlendirilemeyeceğinin bir göstergesi değil miydi?

Derken, küçük alışverişimi yaptım, pazarın çıkışına yöneldim. Pazarın hemen yanında küçük bir onarım atölyesi açmış, dayı oğlu Yusuf ağabeye uğrayacaktım. Hani şu Ankara 59/1 adresi ve çevresinin “damat” olarak hatırlayacakları Kanşat Yusuf.

Ankara’da olduğumuz sürece aynı evde, farklı çevrelerdeydik. Bizler arkadaşlarla anavatan, dönüş, dernek… der geceler boyu uykusuz kalırken bizlerden uzakta ama hep bir Çerkes çevresindeydi. İlginçtir ki, dünyanın başka ülkelerini de dolaşıp eşi ve üç kızımızla anavatanda demir attı. Şimdilerde,  döneminde hep “dönüş”ü ağzından düşürmezken bugüne kadar bir kez bile anavatanı ziyarete gelmeyenleri bekliyor…

Yine ipin ucunu kaçırmak üzereyim. Başka bir olay anlatayım. Bizim Maykop’ta hatırı sayılır sayıda Çingene var. Nereden ne zaman geldiklerini de bilmiyorum. Ama artık bizim gerçeğimiz. Pazarın girişi kaynar bunların genci yaşlısı kadını, kızı ile. Kimileri büfelerde giyecek satar kimileri de dolaşır Pazar kalabalığında çantası, parası kapılabilecek dalgın birilerinin peşi sıra… Birden on beş, on yedi yaşlarında etine dolgun güzelce bir kızın ince yapılı, enerjik duruşlu, yine on yedi yaşlarında, bir başkasıyla konuşup duran esmer bir delikanlıya dokunduğunu gördüm. Delikanlı, hemen peşinden biri, biri daha kızın peşine takıldılar. Çok çalışmış olduğu belli senaryo, şaşmaz saat gibi uygulamaya konuyordu. Ancak izlendiklerini, gözlerimin onlarda olduğunu fark etmemişlerdi.


Hani, “göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede” denir ya, evet o kadar kısa bir sürede kızımız, yüzü; çamaşır tozu, sabun vb şeyler satan tezgaha dönük bir bayanın para çantasını aşırır. Hemen peşi sıra gitmiş olan delikanlılardan birine aktarır. O da elinde tutmaz hemen ikinci delikanlıya aktarır… O anda ne düşündüm, nasıl oldu bilmiyorum para cüzdanını çoktan gocuğunun cebine indirmiş olan delikanlıyı yakaladım. Tek elim plastik poşetlerle doluydu, kıskıvrak yakalayamamıştım.  Ancak tüm grup üzerime çullandı, itişme kakışmalar arasında delikanlı yine kimseler görmeden para cüzdanını sahibinin ayaklarının dibine atıverdi. “Polis… polis” diye seslendim… Ama siz de bilinirsiniz polisin gereken zamanda, gereken yerde olması çok az gerçekleşen bir rastlantıdır. 

Sonrası mı nasıl gelişti? Cüzdanı kurtulan bayan yarım-yamalak teşekkür edip kayboldu… Kimseler  polis noktasına gidip haber vermedi… Tezgahtarların olsun, pazarı dolaşanların olsun hiçbiri yardıma gelmedi… Bu işi sürekli yaptıkları zaten bilinenlerin suçüstü yakalanabilecek olmaları kimseleri sevindirmemiş gibiydi…

İtiş-kakış biraz daha sürdü, grup  olarak yarı kaçar gibi yaptılar… Elbette ki benden değildi korkuları… Hani olay çok uzun sürerse, polisin de geldiği olur ya… Bağırıp, çağrışmalar arasında tüm olayı gördüğümü anladıklarında yelkenler biraz daha suya indi… Cüzdanı cebine indirmiş olanın adına, özür diler gibi yaptılar…  

Yine de uzaktan karşılıklı yumruk sallamalar… Tekrar buluşulacağı tehditleri… Ve…

Ve düşünüyor, düşünüyorum… Ya olay daha dramatik gelişseydi… Üç delikanlı beni ciddi olarak tartaklasaydı… Ya da üzerlerinden hiç eksik olmadığını sandığım sustalı çakılarını üzerimde denemeye kalksalardı… Hem benim gördüğümü benim dışımda hiç kimsenin görmemiş olması mümkün müydü? Peki olayı gördüğü halde ses çıkartmayanlar, gözlerinin önündeki itiş kakışa karşın sadece seyirci kalanlar… Peki kimi izleyicilerin seslerini çıkartmamalarına karşın senden yana olduklarını duyumsama.. İçi gülen gözleri ile bakışlarını yakalamaya çalışmaları… Başparmakları açık sağ yumrukları, okşayan bakışları ile takdir ettiklerini, birlikte olduklarını anlatma çabaları…

İnsan bir anda ne kadar çok şey görüyor, ne kadar çok şey düşünüyormuş: “Ya olayda yaralansaydım, yara hayati tehlike oluştursaydı, tanıyanların, tanımayanlar neler söyler, olayı nasıl değerlendirirlerdi acaba? Bir kez çoğunluk  “Ona mı kalmıştı pazarın düzenini sağlamak...”, “Çingenelerin ne yaptığını polis sanki bilmiyor mu?...”, “Bir kişiyi yakalatmakla sanki sorun çözülmüş mü olacak?..”, “Bu ülkenin polisi, görevlisi yok mu?” gibi kim bilir daha neler.. Hani Hoca Nasrettin’e “Peki de kardeşim hırsızın hiç mi suçu yok” dedirten sorular, fikir yürütmeler, sorgulamalar…

Kişi yaşıyorsa, soluk alıyorsa düşünmezlik edemiyor biliyorsunuz. Düşüncenin durağan olmadığını, daldan dala atladığını, birbiri ile ilişkisi olan olmayan birçok durağa uğradığını da bilirsiniz… Benim düşüncelerim de yaşadığım olayda demirlemedi.

Evet çok uzun bir yaşam dilimi, dahası tüm yaşam ne kadar kısa sürede göz önünden geçebiliyormuş. Işık hızı dersek yeterli olur mu acaba düşüncenin hızı için... İşte ulusal bilinçlenme, ulusal kurtuluşun “Anavatana Dönüş” dışında, çıkış yolu olmadığını anlama. Kendi anladığını içselleştirme, sonra nasıl gerçekleştirilebileceğini hem kendine hem başkalarına anlatma çabası… Anavatana dönebilme şansını yakaladığında, bunu uygulama… Nerdeyse bilinçli bir kırk yıl… Kırkında, ellisinde kaybettiğimiz sevgili dostları düşününce bir ömür…

Birliktelikler, dostluklar, birlikte sevinip birlikte umutlanmalar, birlikte alınan kararlar, yardımlaşmalar, paylaşıldığı için dayanılabilen üzüntüler, paylaşıldığı için büyüyen mutluluklar…  Sonra üzücüdür ki ayrılıklar, ayrılıklar… Yabancılaşmalar… Birimizin üzüntüsüne diğerlerimizin bigane kalması, başarısızlığına belki de içten içe sevinmesi… Sevincimizi, mutluluğumuzu dolu, dolu paylaşamama…

Düşüncenin uğradığı duraklardan biri de sorunlarımızı konu edinen internet siteleri. Eleştiri sanılan akıl almaz küfürler, suçlamalar… Aslında yukarıda biraz değindiğim çabalar  için ödüllendirilmeyeceğimizin bilincindeydim. En azından beklentim yoktu. Beklentimizin olmaması gerektiğini düşünüyordum. Bu inancımı Yamçı sorumlusu Huvaj Fahri de paylaştığı için “Yamçı”nın 1975 Aralık'ında yayımlanan henüz ikinci sayısında, ünlü Macar ozanı Petöfi Sandor’un, ulusal sorun karşısındaki duruşumuzu dile getiren iki şiirine yer vermiştik.

“Ondokuzuncu Yüzyıl Ozanlarına” adlı şiirinde Petöfi, ulus için gösterilen çabalarda ödül beklentisine girilmemesi gerektiğini bakın ne güzel anlatmıştı:

“O güne değin dur durak yok
Ha bire savaşmak, vuruşmak gerek
Ve bütün çabalarımıza belki yaşam
Hiçbir ödül de vermeyecek.
Ama güzel ve tatlı bir öpücükle
Gözlerimizi kapayacak ölüm
Ve çiçekler içinde toprağa girip
İpek yastıklarda uyuyacağız tüm”


İlk iki dize bu güne dek yazabildiğim tek şiirime;


“Yürümeli yürümelisin
           İnancın doğrultusunda sağlam adımlarla…
Taaaa ki ereğine varıncaya dek
           Ya da ölünceye…”


diye yansımıştı…

Evet kesinlikle ödül beklentim yoktu. Ama sitelerde uçuşan akıl almaz suçlamalar da hiç aklıma gelmemişti. Hele her platformda dönüş ilkelerini savunanlara, ortak ilkelerimizde direnenlerimize karşı yapılan “hırpalanacağımız”, “susturulacağımız” tehditlerine, geçmişte birlikte olduklarımızın sessiz kalması… Desteklerin, yardımlaşmaların son bulmuş olması… Dahası kimilerinin nerdeyse,  “yazdıklarınızla saldırıları hak ediyorsunuz” havaları… dahası… dahası… Mümkün mü üzülmemek…

Elbette mümkün değil üzülmemek… Aslında umut kırıcı da olabilirdi, aramıza yeni katılan gençlerle hep çoğaldığımızı görmeseydik… Başparmakları yukarıyı gösterir şekilde açık, sağ yumruklarını görmeseydik… Destek anlamına gelen, okşayan bakışlarını duyumsamasaydık…

Peki tüm akıl almaz saldırılara karşın, ayakta kalabilme gücümün  kaynağı mı ne?

Mutluluğum, yaşanmadan anlaşılamayacak mutluluğum…

Mutluluğumun kaynağı mı?

Daha dün yad ellerde yad ellerdeki kardeşlerine “yok olmak istemiyorsak dönmeliyiz, dönmemiz gerekir “ diye seslenirken, bugün anavatandan yad ellerdeki kardeşlerine “yok olmak istemiyorsanız dönmelisiniz, dönmeniz gerekir” diye seslenebilme şansını yakalayabilmiş olmak…

Dilerim özlemini duyan her biriniz bu mutluluğu yaşasın, birlikte yaşayalım…

Paylaşarak mutluluğumuzu büyütelim… Büyütelim…