OKUMAK - DÜŞÜNMEK

04.11.2006

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Sizler de okurken mutlaka düşünüyorsunuzdur. Kimileyin  “işte benim dediğim de bu, ne kadar güzel söylemiş” diyorsunuzdur. Kimileyin de “amma da saçmalamış” dediğiniz oluyordur mutlaka. Daha önce birkaç kez çeşitli konulardaki görüşlerini okuduklarınızdan kendisine ters düşen yazılarıyla sizi şaşırtanlar da az değildir. 

Ben de sizler gibi; okuduğum yazılarda görüşlerimin doğrulandığını duyumsadığım yazılarda coşku duyar, olayımızla bire bir örtüşmese de kimi genel değerlendirmeleri kendi olayımız çerçevesinde yorumlamaya çalışırım. Kendi paradigmama bir dönüşçü paradigmasına göre yorumlarım. Okuduğum her yazıda da bizim olayımıza ilişkin ayrılıkların, gruplaşmaların, bilincinde olunsun olunmasın, kişilerin dönüş konusundaki duruşlarından kaynakladığını düşünürüm.

Hele kendilerini demokrasi, insan hakları havarisi sanan kimilerinin, kendileri ile aynı görüşte olmayanlara saldırıları ve susturmakla tehdit etmeleri karşısında, “bu zihniyeti taşıyanlar iyi ki ülke yönetiminde değiller” diye düşünürüm. Saldırıyı, eleştiri sananların yazılarını okuduğunuzda “bu zihniyette olanlar, iyi ki devletlerin gizli örgütlerine emir veren, devletlerin hukuk sistemini gizli açık etkileyebilen konumda değiller…” diye düşünmez misiniz siz de?

Evet sorun algı farklılığı; okunan, duyulan, görülen, yaşanan şeylerden aynı şeyin alınmaması. Bunda da asıl etmenin kişinin paradigması olduğunun bilincinde olunmaması olmalı. Okuduğumuz bir çok yazıda geçen, birçok konuşmada, tartışmada duyduğumuz bizi hep yönlendiren, yönlendirdiğinin farkında olmadığımız bu olguyu sayın Doğan Cüceloğlu’nun yapıtlarını temel alarak daha önceki yazılarımda açıklamaya çalışmıştım.

“Paradigma, bireyin iç ve dış dünyasını algılayıp yorumlamasında etkili olan tüm faktörleri kapsar. Algılama, yorumlama, ve bilme süreçleriyle ilgili tüm etkenlerin yarattığı örgütlü ve dinamik düşünsel sisteme, algı düzeneği yada paradigma adı verilir. Paradigma farkına varmadan taktığımız bir psikolojik gözlüktür; iç dünyamızı olduğu kadar dış dünyamızı da bu gözlük aracılığıyla görürüz.”

“Algılamayı etkileyen kişiye ait tüm iç etkenler bir araya gelerek bir algı düzeneği oluşturduğu zaman bu sisteme paradigma adı verilir. Paradigma dinamiktir ve  çoğu kez kişi kullandığı paradigmanın farkında değildir.”


Bu alıntılar, sayın Cüceloğlu’nun  yapıtından paradigmaya ilişkin kimi bölümler…

Okuma-düşünme ilişkisine dönelim dilerseniz; 

Sayın Mustafa Erdoğan’ın Star gazetesindeki köşesinde,
02 Aralık 2006’da yayımladığı “'Aydın' Karanlığı” adını verdiği yazısını okuduğumda ben de bizlerin “demokrat aydınlar”ını düşünmezlik edemedim.

“ 'Aydın' sıfatını, mensup oldukları zümrenin jenerik adı olarak kabul edenlerin karakteristik özelliklerinden biri, kendilerini aynı zamanda açık fikirli, hoşgörülü ve demokrat olarak nitelemeleridir. Bunlar kendilerinde vehmettikleri bu gibi hasletleri sıradan insanları -yani, kendileri dışında kalanları- ‘uygarlaştırmak’ ve ‘aydınlatmak’ misyonlarının meşruluk dayanağı olarak görür ve gösterirler
.

Ne var ki, ‘aydınlar’ın çoğu kendilerinde var olduğunu vehmettikleri hasletlere sahip olmadığı gibi, belki de ‘aydınlık’a asıl ihtiyacı olan onların kendisidir. Bütün aksi yöndeki iddialarına rağmen bağnazlıkta bu tür aydınlarla pek az kişi yarışabilir. Çünkü nihaî hakikati bulduklarından, daha doğrusu statüleri gereği hakikate zaten sahip olduklarından o kadar emindirler ki, bu onların bakar-kör olmalarına ve yalın olguları bile yanlış görmelerine neden olur.“
 

Bunlar da sayın Yalçın Küçük’ün “Aydın Üzerine Tezler” adlı yapıtının birinci cildinde ilginç bulduğum, düşündürücü bulduğum kimi alıntılar:

“…Sevgi sezmeye yardım eder. Her düşünüre gereklidir. Çünkü düşünür, bir anlama, düşündüğüne aşık olmuş kimsedir.” (s.13)

“Tek başına eylem aydını büyütmez. Aydın, tanımı gereği, kafasıyla ve çok büyük bir inatla, toplumu değiştirmek için inat eden bir hayvandır. Tanımı kısaltmak gerekirse aydın, kafası ile mücadele eden insandır. Mücadele etmeyen aydın olmaz. Eyleme inmeyen aydın olmaz. Güzel, ancak kafasız mücadele aydını büyütmez. Aydını, tarihin diğer faktörlerinden ayıran en önemli çizgi, mücadeleye kafasını koymasıdır. Bu yüzden zaman, zaman önce aydının kafası koparılır.” (s.16)
 

“Yalnızlık, sınıflı tüm dünya aydınlarının trade mark’ı, alamet-i farikasıdır” (s17)

“Düşün gücü olan, teorik dayanağı olan aydın, yalnızlığa en çok dayanabilen insandır. Eğer daha önceki zorunlu tanımlamaları tamamlamak gerekirse, aydın yalnızlığa dayanabilen hayvandır. Ve teorik güç ile yalnızlığa dayanma gücü doğru orantılıdır. Çok büyük bir doğallıkla; çünkü teori dünyadır.” (s.19)
 

“Biyolojik insana göz, düşünen insana bakış açısı gerek. Bakış açısı olmadan bakmak, bakmamak demek. Bir araştırıcı eğer, somutun zenginliğinden doğan bir teorik şema olmadan tarihe bakıyorsa, aslında bakmıyor demektir. Kördür; göremez. Görmek, teori demektir. Teorik şemanın geçerliliği, görebilmekte yatar…” (s.56)


Sayın Taha Akyol’un  -hemşerimiz olduğu söylenir- 03 Aralık 2006 tarihli Milliyet'teki yazısı ise bir başka “Çerkesmiş’e” Orhan Pamuk’a ilişkin. Yazıda benim ilgimi çeken sayın Akyol’un sayın Pamuk’a ilişkin değerlendirmesi, Nobel almış yazara nasihatleri değil, anımsattığı iki araştırma ve sonuçları.

”Pamuk'a iki araştırmayı hatırlatmak istiyorum:

•  Gallup ile Ermenistan Sosyoloji Enstitüsü'nün araştırmasına göre, "Türkiye'nin soykırım iddialarını kabul etmesini" önemli bir dava olarak görenlerin oranı Ermenistan'da yüzde 1'den ibaret! Büyük çoğunluğun derdi işsizlik, demokrasi, insan hakları gibi konular.

•  İkinci araştırma, Sakarya Üniversitesi'nden Dr. Hüseyin Çakıllıoğlu'nun "Diasporada Ermeni Kimliği" adlı akademik çalışmasıdır. Paris ve Halep'te diaspora Ermenileriyle görüşerek yapılmış bu araştırma, ruhsal gerilimler içindeki diaspora Ermenilerinin "soykırım" iddiasını milliyetçi bir ideoloji haline getirdiklerini gösteriyor. Ama Ermenistan'a yerleşmeyi de düşünmüyorlar!
(altını ben çizdim)

Nobel kazanmış bir yazarın, artık böyle mariz
(hasta) bir diasporanın sözcüsü gibi gözükmeyi kendisine yakıştıramaması lazım!”

Size ne düşündürür bilemem ama bu satırları okuduğumda ben; “Adıghelerin anavatan ve diaspora kesimlerinde sayın Pamuk’a anımsatılan bu araştırmaların benzerleri yapılsaydı sonuç daha mı farklı olurdu acaba?  Buyurun “ülkenizin vatandaşı olun” dendiğinde yaz çizen, yaşadığı ülkede gerçekçi hiçbir hak talebinde bulunmayan Adıghe diasporası, kendilerini anavatandakilerden “daha kahraman, daha insan hakları savunucusu” sansa, soykırım ve sürgünü dillerine pelesenk etseler de gerçekçi değerlendirmede “mariz diaspora” tanımından kurtulabilir mi acaba, diye düşünmekten kendimi alamadım.

Doğrusu, “demokrat aydınlarımız”ın sitemizde Ana Sayfa'da bir süre yayında kalan, halen “Basından Seçtiklerimiz” bölümünde yayında duran “Yeni Şafak” gazetesinden alıntıladığımız Hrant Dink röportajını okuyup okumadıklarını, eğer okumuş iseler, Türkiye’de halkı için mahkemeye verilen ve Türkiye’nin AB beklentisi olmasaydı büyük ihtimalle hüküm de giyecek olan Hrant Dink’in, ACIMIZI KULLANAN ERMENİLERE ÇOK KIZIYORUM” ve benzeri diasporaya ters düşen sözlerini nasıl anlamlandırdıklarını da düşünmezlik edemiyorum?

Bu yazının, “demokrat aydınlar”ımıza, “mariz diaspora”yı, “hariçten gazel okumakla” suçlayanları haklı göstermiş olduğunu umabilir miyiz? “Arkadaşlar haklı. Yaşadığım ülkede hak talebinde bulunamıyorsam, yaşamadığım, yaşamayı düşünmediğim, ziyaret bile etmediğim bir ülkedeki hak talebini ülkede  yaşayanlara, ülke kaderini paylaşanlara gerektiğinde bedel ödeyenlere  bırakmalıyım” dedirtmiş olabilir mi?

Sayın Ali Bayramoğlu’nun, 21 Ekim 2006 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki şu cümleler sitelerimizdeki, eleştirmenleri değil saldırganları aklınıza getirmez mi?

“Tepki doğaldır...

Benim kendi görüşlerimi ifade etmem, hiçbir koşulda bunlardan taviz vermemem doğalsa, bu görüşlere tepki duymak, aksini dile getirmek doğaldır...

Ama tepkiler küfür diliyle ifade olunca, meseleye böyle bakmak kolay olmuyor.

Açık: Küfür farklı görüşe tahammül edemeyen şiddet dolu zihniyetin dışavurumundan başka bir değildir...”

Sayın Yalçın Küçük’ün adı geçen yapıtındaki şu yaklaşımı okuduğunuzda, siz de; “saldırganlığın bir başka nedeni de bu ruh hali olmalı” diye düşünür müsünüz?

“…Osmanlı’dan bir miras var. Şu: Kendini korumak, alternatifi yok etmek demek. Osmanlı Sultanı, kendisine yönelik bir tehdit olunca, cılız da olsa, cenin de olsa, var olan alternatifi ortadan kaldırmayı en büyük savunma sanıyor. Daha sonra Türkiye’de düzen, gücüne bakmadan, alternatifleri ortadan kaldırmayı, temel bir politik yasa olarak görüyor….”
 

Peki, internet sayfalarında hakkında bir çok iftira dolaştırılan biriyseniz, sayın Osman Tamburacı’nın 03 Aralık 2006 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayımladığı şu minik anısı sizi rahatlatmaz, güveninizi tazelemez mi?

“Ben tükenmez bir soyum

Rahmetli babaannem kendisine iftira atıldığında, hiç istifini bozmaz; "ben tükenmez bir soyum kim ne derse ben oyum" derdi...

Sorardık ne demek diye;

"Ben kendimden öyle eminim ki, benim soyum sopum öylesine belli ki, kim ne derse desin ben kendimi biliyorum" diye cevaplardı.”


Vurgulanan, “soy-sop” değil, “kendinden emin olmak, kendini bilmek”tir.