''DEVLET KURMAK''

23.09.2006

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Sizler de biliyorsunuz “gönüllü sürgün”  Kuzey Kafkasya halklarının kimi düşünürleri (!), politikacıları(!), sık, sık Birleşik Kafkasya’yı, Bağımsız Kafkasya’yı dile getirirler.  Sanırsınız ki bulundukları ülkelerde halkımızın çözülmemiş hiçbir sorunu kalmamıştır. Bu konudaki eleştiriler görmezden duymazdan gelinir.

Anavatanın ürettikleri dışında elinde kültür ürünü kalmayan diaspora, anavatana ne yapması gerektiğini anlatmayı sürdürür. Ne kendi gerçeğimizi ne de dünya gerçeklerini bilme, bu gerçeklere göre politika üretme çabasının izini bile bulamazsınız yazdıklarında. Eğer kimi merkezlerin bilinçli sesleri değillerse büyük saflık olarak nitelenebilecek görüşleri ile aynı görüşte olmayanlar mutlaka haindir, satılmıştır, işbirlikçidir… Akla gelebilecek tüm “güzel sıfatları” yakıştırırlar. Bunları da “en kahraman Çerkes” edası ile yazar söylerler…
 


Ancak, sadece hakaret edilen kişiler değil, dünya gerçeklerini derinlemesine kavradığına inandığım, yazılarını sürekli okuduğum Sayın Mahir Kaynak da sanal ortamda yazışarak devlet kurulamayacağını düşünmektedir:


“Devlet kurmak'' 

Devletleri halkın ya da bir kadronun kurduğunu inanılır. Oysa bugün dünyada var olan iki yüze yakın bağımsız devletin pek azı bu şekilde kurulmuştur. En son bağımsızlık örneği olan SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan devletlerin hemen hiçbirinin bağımsızlığında ne halkının ne oralarda var olan kadroların rolü yoktur. Bir sabah uyandıklarında bağımsız olduklarını görmüşlerdir.

 
Üstelik bağımsız devlet olmanın herhangi bir ön şartı da yoktur. Birbirinin fotokopisi gibi olan Araplar sayısız devletlere bölünmüştür. Birbirine hiç benzemeyen Yugoslav halkı, bir dönem, üniter bir devlet olarak varolmuştur. Devletlerin büyük çoğunluğu, siyasi şartlar ve ihtiyaçlara göre, büyük güçler tarafından yaratılır.

 
Bugün Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmak peşinde olduğu söyleniyor. Bu çapta ve vasıfta bir halk, kendi başına devlet kuramaz. Bunu Kürtleri küçümsediğim için söylemiyorum ve birkaç yüz bin kişilik bağımsız devletlerin olduğunu da biliyorum.

 
Bu durumda konunun iki tarafı da, yani hem Kürtler hem de Türkiye ciddi bir yanlışlığın içindeler. Kürtler dünyadaki şartların uygunluğunu irdelemeden bir maceraya atılıyor, Türkiye de aynı nedenle Kürtleri ayrılıkçılıkla itham ediyor.

Vardığım sonuçlar yanlış olabilir ama metodumun geçersiz olduğunu düşünmüyorum ve bir devletin kurulmasının halkların ve onları temsil edenlerin niyetleriyle değil, dünyadaki siyasal şartların böyle bir yapıyı gerektirip gerektirmediğine bakılarak anlaşılacağını söylüyorum.  
 
Ülkemizde terör başladığında hemen bir bölücü hareket olduğuna karar verildi. Ben bunun hem dünya şartları açısından, hem de harekete katılanların gücü açısından mümkün görmüyordum. Bir Kürt devletinin Kuzey Irak’ta kurulacağını 1990 yılında söyledim ve bu söz değil yazılı bir beyanat olarak yayınlandı. Ülkemizdeki terör hareketlerinin bağımsızlıkla sonuçlanamayacağını söylemem onları savunma olarak algılandı. Oysa silahlı bir isyan da suçtu ve idamla cezalandırılırdı. Hareketi silahlı bir isyan hareketi olarak nitelemek onları kurtarır mıydı yoksa bölücü olurlarsa iki kere mi idam edilirlerdi? Ayrılıkçı bir hareketin halkın tüm sınıflarını kapsayacağı, sınıf temeline dayalı bir siyasal hareketin bölücü olamayacağı düşünülmedi. Hareketi bölücü olarak nitelemenin ve bu yönde sürekli yayın yapmanın uyuyan etnik farklılığı gün yüzüne çıkaracağını, başkalarının yapmak istediğini kolaylaştıracağını düşünüyordum. Oysa olayın siyasi ve sınıfsal boyutunu öne çıkarmak ve tartışmayı bu çerçeveye sokmak etnik söylemlerin dozunu önemli ölçüde hafifletecekti.  
 
Kürt hareketi hem Avrupa ülkelerinin hem de ABD’nin yakından ilgilendiği bir alandı ve bunların siyasi hedeflerinin ne olduğunu saptamak gerekiyordu. Biz kolay yolu seçtik ve bunların ülkeyi bölmek istediğine karar verdik. Oysa ben farklı iki proje görüyordum. AB, Kürtlerin Türkiye’den ayrılmasından yanaydı ve bunların o zamanki Irak devletinin içinde yer almasını istiyordu. Böylece AB üyesi olacak Türkiye’nin birlik içindeki gücü ve etkisi sınırlandırılacak, Irak’ı da kontrol altına alacaklarını düşündükleri için, bölgenin su ve enerji kaynaklarını, Türkiye gibi güçlü bir ülkenin aracılığı olmadan, doğrudan kontrol edeceklerdi. ABD farklı bir politika izliyordu. Türkiye’nin tek uluslu bir devlet olması yerine çok uluslu bir yapıya kavuşmasını ve bölgedeki etkinliğinin artmasını istiyor ve Türkiye’yi ekonomik ve siyasi açıdan kontrol ederek bölgedeki etkinliğini pekiştirmeyi düşünüyordu. Şöyle bir benzetme yapmıştım: Türkiye’yi boyalı bir su gibi düşünün. Eğer suyun miktarı artar ama boya aynı kalırsa renginiz açılır. Boya gücünüzdür ve ABD’nin politikasını buna benzetebilirsiniz.  
 
Kürtler farklı olmanın devlet kurmaya yetmeyeceğini görmeli, olayın siyasi boyutlarını düşünerek büyük bir gücün ortağı mı olmanın yoksa küçük ve kullanılan bir yapı mı oluşturmanın daha doğru olacağına karar vermelidir. Türkiye, siyasi projeyi değerlendirmeden politika üretmekten vazgeçmelidir.'' 
(Star Gazetesi 17.09.2006)


Yazılanları temel alarak kendi özelimizde neler söylenebileceğine gelince:
 

Rusya-Kafkasya savaşları yıllarında, Kuzey Kafkasya’da bir devlet kurulması, dönemin büyük güçlerinin gündeminde hiç yer almamıştır. Bizce, bunun nedenlerinden biri Kuzey Kafkasya halklarını, devlet kurabilecek nitelikte görmemeleridir.
 

“Gönüllü Sürgünler”, anavatan Adigelerinin, büyük bir gücün (Rusya Federasyonu’nun) ortağı olmanın daha doğru olacağı kararını verdiğini, küçük ve kullanılan bir yapı oluşturma çabası içinde olmayı, hiç akıllarına bile getirmedikleri gerçeğini bilmelidir. 
 

Anavatanın üretimleri ile beslenmek durumunda kalan “Gönüllü Sürünler” ya da kendi deyimimizle sürgünümsüler, anavatana akıl vermeyi, deplasmanda oynamayı bırakıp daha önce bir başka platformda sorduğumuz şu soruları yanıtlamalıdır:

“Acaba kaçınız anavatanınızı gördünüz?

Acaba kaçınız bir Avrupa gezisi yerine anavatanınızı tercih ettiniz?

Acaba kaçınız anadilinizi biliyorsunuz?

Acaba kaçınız anadilinizde üretilmiş literatürü takip edebiliyorsunuz?

Acaba kaçınız anadilinizde üretebiliyorsunuz?

Acaba kaçınız kültür değerlerimizi yaşamaya geliştirmeye çalışıyorsunuz?

Acaba kaçınız anadilinizi öğrenek okur yazar olmak çabası içindesiniz?

Acaba kaçınız Abhazya’da şehit düşenlerin yetim çocuklarının eğitimi için, harcamalarınıza göre devede kulak kalacak yıllık 120 dolarlık programa katıldınız?  
Mali durumu el vermediği için bu programa katılamayanlardan kaçınız, ekonomik durumu elverdiği halde bu programı katılmayanları eleştirdiniz?

Acaba kaçınız her güzelliği üreten kültür işçilerimizin kimi bölgede 50 doları, hiçbir bölgede 100 doları bulmayan aylık gelirlerine katkıyı düşündünüz?  
 Zevkle dinlediğiniz, kasetlerini birbirinize aktardığınız müzikler için kaçınız telif ücreti ödemek gereğini duydunuz?

Acaba kaçınız çevirisi yapılan hemen hiçbir kitabın yazarının izninin alınmadığını, hemen hiçbir yazara telif ücreti ödenmediğini, dahası eserlerinde değişiklik yapıldığını biliyorsunuz?

Bunları bilenlerden kaçınız bu medeni olmayan davranışa tepki gösterdiniz, bunu yapanı en azından kınadınız?…” (“Marje ve Genel Bir Değerlendirme Necdet Hatam Maykop, 06.02.2005  CC’de yayımda)


Bilinen çevrelerin, sayın Mahir Kaynak’ın görüşlerini de sorduğumuz soruları da yine görmezden, duymazdan gelineceğini bilmiyor değilim. Ama yine biliyorum ki; anavatan bekçilerine, anavatanı bugünlere getirebilmek için çile çekenlere, zindanlarda çürütülenlere, köyünden götürülüp yok edilenlere, canlarını verenlere teşekkür borcumuz olduğunun bilincinde olan sessizler, sözünü ettiğimiz çevrelerden kat be kat daha çok.

Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar’ın kuruluş yıldönümlerini de suskunlukla geçiren bu sessiz çoğunluğu, 30 Eylül Abhazya zaferi ve 5 Ekim Adigey Cumhuriyeti Kuruluşu yıldönümleri vesilesi ile her platformda, anavatan bekçilerine teşekkür borcunu ödeme çabası içinde olacağını umuyorum.