TARİHİ ANLAMAK

26.08.2006

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

“Tarihin neden öğrenilmesi gerektiği” sorulan hemen herkes, öyle sanıyorum ki “günümüzü anlamak, geleceğimizi kurmak için” yanıtını verecektir. Yanlış da değil. Ancak tarihi, gerçek yönleri ile kavramak, öğrenmek çok kolay olmasa gerek. Hele çoğu tarihçi, birlikte olduğu tarafı haklı çıkartma gayreti ile tarih yazıyor, politikacılar tarihi, düşledikleri geleceğe temel olacak şekilde yorumluyorlarsa… Hele, olaylar zincirini sıralamak, bu zinciri içselleştirmekle gerçeklerin bulunabileceği sanısı yaygınsa…

Örneğin, Rus-Kafkas savaşları. Kimilerine göre yüz, kimilerine göre yüz elli yıl, kimilerine göre de üç yüz yıl süren savaşlar… Anlamanın birinci koşulu, sözcüklerin çağrıştırdığı anlamlara takılmayıp sorgulamak olsa gerek. Eğer sorgulanmaz, olayların geçtiği zaman diliminin, koşulların sağlıklı tespiti yapılmaz, bilinmezse, Rus-Kafkas savaşları dendiğinde, dönemin Rusya imparatorluğunun Kafkasya adlı bir devletle savaştığı izlenimi edinilir. Daha sonra devlet olmanın en önde gelen koşullarından birinin dil birliği olduğu unutulur, farklı dilleri konuşan Kafkas halkları bir bütünken savaşla parçalandığına yakınılır. Gerçekte hiç oluşmamış bu birliği parçalayanlara daha bir kin beslenir. Zincirleme yanlış değerlendirmeler birbirini izler… Bu sağlıksız durum değerlendirmesi de gelecek kurgusunu temelsiz kılar.

Bir başka açıdan günümüz olaylarının gerçek yönleri ile anlamanın, geçmişin gerçeklerini kavramaya yardımcı olduğu söylenemez mi? Örneğin bugün Lübnan topraklarında yaşanan savaş, kimi yönleri ile Rus-Kafkas savaşlarının bir örneği gibi algılanamaz mı? Öyle ya savaşı yorumlayan tüm uzmanlar, dünya güçlerinin Lübnan toprakları üzerinde kozlarını paylaştıkları konusunda görüş birliği içerisinde değil mi? Savaş aslında dünyanın en güçlüsü olma, enerji kaynaklarını ele geçirme savaşı değil mi? Bu, devletler kurulalı beri böyle değil mi? Dahası devletlerin kuruluşunun mayası da en güçlü olma dürtüsü değil mi? Bu paradigma ile bakıldığında Rus-Kafkas savaşları daha gerçekçi olarak değerlendirilemez mi? Yani asıl mücadele, en güçlü olmak için sıcak denizlere inmeyi, Hindistan ticaret yollarını ele geçirmeyi amaçlayan Çarlık Rusya’sı ile, Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere ve Fransa arasında geçmedi mi? Savaş süresince birinin öne çıkma ihtimali karşısında diğerleri ona karşı birleşmedi mi? Kurulan birliklerin tarafları hep değişmedi mi? Kimileyin Osmanlı’ya karşı birlik oluşturulurken, İngiltere’nin aşırı güçlenme ihtimali karşısında, Mısır olaylarında Rusya Osmanlı’dan yana İngiltere’ye karşı durmadı mı?

Günümüz Kafkasya Olayları da büyük dünya güçlerinin zenginlik paylaşım mücadelesi yani Rusya Federasyonu’nun 150 yıl önce ele geçirdiği zenginlikleri elinde tutma, dünya güçlerinin bu zenginlikleri elde etme mücadelesi değil mi?

Bunu farkında olmak için General İsmail Berkuk’un daha 1958 de yayımladığı Tarihte Kafkasya’daki şu görüşlerini anlamak yeterli değil mi?

“Kafkasya’nın bundan sonra oynayacağı roller:

Bugün ve yarın için Kafkasya’nın hem ehemmiyeti artmış, hem değişmiştir. Kafkasya’nın ehemmiyetinde görülen bu değişmenin iyi anlaşılması için bazı bilgilere temas etmek lazımdır.

Malumdur ki sürat ve hareket dünyada her muvaffakiyetin esasını teşkil etmiş, emperyalist milletler de bundan büyük ölçüde faydalanmışlardır. Tarihin ilk emperyalizm devirlerinde sür!at ve hareketin temini için attan istifade edilmişti. Binanaleyh atı çok olan ve seven , ata iyi binen milletler cihangir olmuşlardı. Fakat son devirlerde sür’at ve hareketi temin attan demiryoluna, bugün de demiryolundan motora intikal etmiştir. Motor ise petrole muhtaçtır, şu halde motor imalinde ve petrol istihsalinde kim üstün vaziyette ise yarınki dünyada o hakim olacaktır.

Bu esas, bugün Kafkasya’yı elde bulunduran Rusya’nın siyasi emelleri ile birlikte mütalaa edilirse Kafkasya’nın ehemmiyeti derhal ortaya çıkar.

Sovyet Rusya’nın siyasi emeli sıcak memleketlere yayılmak ve açık denizlere çıkmak, bu suretle kendisine cihangirlik temin etmeye müsait bir vaziyet almaktır. Rusya eğer Basra Körfezi’ne inerse böyle müsait bir vaziyet kazanmış olacaktır. Kafkasya Rusya’yı Basra’ya indirecek en kısa yolun başındadır. Bundan başka Kafkasya bizzat petrol kaynağı olduğu gibi Kafkas-Basra Körfezi mihverinin etrafındaki memleketler bilhassa Basra Körfezi havzası da birçok kaynakları ihtiva etmektedir. Bu suretle Kafkasya’nın ehemmiyeti geçmişe nazaran çok artmaktadır ve denilebilir ki yarınki dünya mücadeleleri ağırlık merkezleriyle Kafkasya-Basra Körfezi mihveri etrafında tekevvün ve cereyan edecektir.

Bu itibarla Kafkasya dünya çapında bir ehemmiyet ve mahiyet kazanmaktadır ve bu vaziyet devam edecektir. Kafkasya ile komşu ve ilgili milletler Kafkasya’yı işte böyle tanımalı ve görmelidir. Hakikati bilmek daima muvaffakiyetin temelini teşkil etmiştir. (General İsmail Berkok Tarihte Kafkasya 1958 sayfa:12)

Peki büyük devletler, bölge halklarına, dün olduğu gibi bugün de kendi politikalarının aracı olabilecek bir nesne ötesinde bir değer veriyor mu? Türkiye Cumhuriyeti salt davalarını haklı bulduğu için mi bağımsızlık isteyen Çeçenlere destek vermişti? Türkiye Cumhuriyeti’nin Çeçenleri, Rusya Federasyonu’na karşı çıkarlarını koruma aracı, nesnesi olarak gördüğünün ayrımında olunmaz ise, başlangıçtaki destek ile, şimdilerde çok az sayıdaki Çeçen sığınmacıya en insani hakları olan oturma çalışma iznin verilmemesi anlaşılabilir mi? Yada batının desteğindeki görülür azalma yalnızca bağımsızlıkçıların kökten dinci olmaları ile açıklanabilir mi? Bu durum Yalta Konferansı benzeri bir paylaşımı düşündürmüyor mu?

Peki savaşın vatanlarına uzak düşürdüğü bu kadar az sayıdaki insanın, devede kulak sorunlarını çözebilecek örgütlülüğü olmayanların sanal ortamlarda bağımsız devletler kurmalarına ne denir? Yedi düvele karşı bağımsızlık savaşı kazanmış yetmiş milyonluk Türkiye Cumhuriyetinin bile gerçekten bağımsız olmadığı söylemlerin hemen her gün yayın organlarında boy gösterirken, yüz binlerle ifade edilen halkların bağısız olabilecekleri hayali nasıl kurulur? Durum buyken, bağımsızlık söylemleri, “ey anavatandakiler, bizlerin hayallerimiz için savaşın, hayallerimiz için ölün, hayallerimiz için, yersiz yurtsuz kalın, hayallerimiz için sürünün” anlamına geldiği söylenemez mi?

Daha dün Sovyetler Birliği Elçiliğinin önünden geçemeyen bu arkadaşların temsil ettiği zihniyetin, her dönem, her türlü zorluğa karşın anavatanla ilişkileri sürdürenlere, anadilde alfabeler kitaplar yayınlayanlara, öğrenci burs ve kredileri ile dernekleri yaşatanlara, anavatandan gelen konukları pidecilerde olsun ağırlayanlara, anavatanı ziyaret edenlere, salt halkına hizmet ettiği için sorgulananlar, hapis yatanlara saldırıları, halk sevgisi, anavatan sevgisi ile bağdaştırılabilir mi? Yalnızca “yok olma özgürlüğü” olan diasporanın, uzaktan kumanda ile anavatanın politikasını belirleyebileceğini sanması sizce de saflık değil mi? Dahası diasporanın, gelip gitmediği, dönüş yapıp yerleşmeyeceği, kaderini paylaşmayacağı anavatanına zarar verecek söylemlerinin, davranışlarının, ulusal bilinçle, ulusal sorumlulukla bağdaşmadığı söylenemez mi?..

Peki ayrıca, İsrail’in Lübnan saldırısı ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nün bu trajik olay karşısındaki tutumunun kimi arkadaşlarımızın öz eleştiri yapmalarına vesile olması gerekmez mi? Hani daha geçenlerde Adıghey’in Krasnodar Kray’a katılması sorunu için BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a “Güvenlik Konseyinin toplanması” istemi ile başvurmayı düşünen, sanal ortamda imza kampanyası amaçlayan arkadaşlarımıza… Hem bu olay bizlerin asıl muhatabının uluslar arası örgütler değil Rusya Federasyonu ve diaspora ülke yöneticileri olduğunu bir kez, bir kez daha kanıtlamaz mı?

Özetle, “günümüz olaylarını iyi kavrayabilir, iyi değerlendirebilirsek, geçmişimizi daha iyi anlayabilir, geleceğimizi daha sağlıklı temeller üzerine kurabiliriz “ diyemez miyiz?

Siz ne dersiniz?...