YİTİRMEKTE OLDUĞUMUZ ŞEY

07.01.2006

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Dün bir ileti çok sevdiğim bir arkadaşımdan bir yazı aldım. 2005 Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan, ödül törenine katılmayan, ancak konuşmasını görüntülü olarak kaydederek gönderen Harold Pinterin Yalçın Yusufoğlu tarafından yapılmış çevirisi.

Yazı beni çok etkiledi. Daha önceki bir yazımda vurguladığım, “kendi çıkarlarına öncelik vermeden safiyane insan hakları savunucusu ülke olmadığı, uluslar arası organizasyonların da örgütü destekleyen güçlü ülkeler doğrultusunda kararlar aldıkları” görüşümü pekiştirdi. Uzun olmakla birlikte yazının, yararlı olduğu ve anlatılan ABD’nin Kafkasya ya da dünyanın bir başka yöresinde demokrasi savunucusu, insan hakları savunucusu kesilmesinin bir kara mizah olduğu, Kafkasya’daki sorunları dış destekli güçlerin değil iç dinamiklerin çözebileceği görüşünü güçlendirdiği konularında bana katılacağınızı düşünüyorum.

Dünyanın bir çok yöresindeki olaylara ışık tutan ve beni çok etkileyen yazıyı, Kafkasya’daki olayları da daha bir derinlemesine anlamamıza yardımcı olacağı umudu,  çevirmeninin izni ile ve katkıda bulunanlara teşekkürü unutmadan  köşeme alıyorum.


Sanat, gerçek ve siyaset

Gerçek ile gerçek olmayan ya da hakiki ile sahte  arasında kesin ayırımlar yoktur. Bir şeyin hakiki veya sahte olması  mutlaka gerekmez, o şey hem hakiki  hem sahte olabilir.  Bu iddialarımın geçerli olduğu ve gerçeği sanat  yoluyla keşfetmeye uygulanabileceği kanısındayım. Bu nedenle, onları bir yazar olarak  savunurum,  ama bir yurttaş olarak savunamam. Yurttaş  olarak, ne gerçektir, ne  değildir  sorgulamak zorundayım.

Tiyatro sanatında hakikatin anlaşılması daima zordur. Onu hiç bir zaman kolay  keşfedemezsiniz, ama ister istemez ararsınız. (Yazar tiyatroda gerçek dışılık kapsamında kendi piyeslerinden örnekler veriyor.)

Siyasetçilerin kullandığı dil bu alanda verdiğimiz örneklerin hiç birisine girmez, çünkü, gördüğümüz kadarıyla politikacıların çoğu gerçekle ilgilenmez, iktidarla ve o iktidarı korumakla ilgilenir. O  iktidarı sürdürmek için  halkın  hakikatten, hatta bizzat kendi hayatlarına ait hakikatlerden yoksun  bırakılması  özellikle önem taşır. Şu halde, etrafımız  çepeçevre yalanlarla  çevrilmiştir ve biz yalanla beslenmekteyiz.  Buradaki herkes gayet iyi biliyor ki, Irak'ın  işgal edilmesinin mazereti  Saddam Hüseyin';in son derece tehlikeli bir kitle imha silahları  kitlesine  sahip olduğu, bunlardan bazılarının 45 dakika içinde ateşlenebilecekleri  ve  korkunç yıkımlara yol açabilecekleri  şeklindeydi. Bize bunun gerçek olduğu  söylendi ama değildi. Irak'ın El Kaide'yle ve 11 Eylül 2001 saldırılarıyla ilişkili olduğu dile getirildi.  Bunun da gerçek olduğu  söylendi.  Ancak değildi. Irak’ın dünya güvenliğini tehdit  ettiği söylendi. O da doğru  değildi.


Gerçek denilen şey

Bu konuda gerçek tamamen başka bir şeydir. Gerçek denilen şey ABD’nin dünyadaki kendi rolünden ne anladığı ve onu nasıl gerçekleştirdiğidir. Günümüze gelmeden önce yakın geçmişe bir göz atmak ve Amerika Birleşik Devletlerinin İkinci Dünya Savaşı bitiminden bu yana izlediği dış politikaya değinmek istiyorum. O döneme ait gerçeklere parmak basmak için bunu yapmak zorunda olduğumu hissettiğimden, biraz zamanınızı alacağım.

Herkes savaş sonrası dönemde Sovyetler Birliğinde ve Doğu Avrupa’da ne olduğunu biliyor: O döneme ait vahşet, yaygın çirkinlikler ve bağımsız düşüncenin acımasızca bastırılması yeterince belgelendi, doğrulandı. Gel gelelim, aynı dönem içinde ABD’nin işlediği suçlar sadece yüzeysel olarak not edildi, doğru dürüst belgelenmedi ve suç olarak tanımlanmadı. Mevcut koşullarda bunların üzerinde durmak gerektiğine inanıyorum.
Sovyetler Birliği’nin varlığı nedeniyle bir ölçüde kısıtlanmış olmakla birlikte, ABD gene de her istediğini yapabilmişti. Bununla birlikte, hükümran bir devletin topraklarının doğrudan doğruya istila edilmesi ABD’nin öncelikli tercihi değildi. ABD evvel emirde düşük yoğunluklu çatışmayı yeğlerdi. Düşük yoğunluklu çatışma demek doğrudan savaşta attığınız bombayla insanları toplu halde öldürürken, onun yerine, aynı miktardaki insanı yavaş,  yavaş öldürmek demektir. O ülkeye ta kalbinden hastalık bulaştırmak ve için, için ilerlemesini, sonunda kangrene dönüşmesini beklemektir. Ülke halkına  bir  kez boyun eğdirildi mi ;veya halk aynı şey olan  ölümcül bir yenilgiye uğratıldı mı;artık sizin dostlarınız, askerler  ve büyük şirketler rahat, rahat iktidarda oturabilirler, siz de kameraların önüne geçip demokrasinin  galip geldiğini söyleyebilirsiniz. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yaygın politikası işte böyleydi.

Nikaragua'da yaşanan trajedi

Nikaragua’da yaşanan trajedi bu dediğimin hayli tipik bir örneğidir. ABD’nin dünyada o zamanki ve şimdiki rolünü göstermek için bu örneği anmak istiyorum.  (Pinter bu bölümde Nikaragua delegasyonunun bir üyesi olarak ABD heyetiyle  yaptıkları görüşmeye dair bir anısını anlatıyor.) ABD acımasız Somoza diktatörlüğünü 40 yıldan  fazla süreyle destekledi.

Nikaragua halkı Sandinistaların liderliğinde 1979da bu  rejimi yıktı ve eşsiz bir  halk devrimini gerçekleştirdi. Sandinistalar elbette mükemmel değillerdi,  kibirliydiler ve siyasi anlayışlarında birçok çelişkili öğeyi barındırıyorlardı. Ama zekiydiler, akıllıydılar ve uygardılar. İstikrarlı, dürüst ve çoğulcu bir toplum oluşturmak istiyorlardı. Ölüm cezası kaldırıldı. Yoksulluk içindeki yüz inlerce köylü ölümden kurtarılıp hayata kazanıldı. 100 bin aile topraklandırıldı. İki bin okul inşa edildi.

Oldukça önemli bir okuma-yazma seferberliği yürütüldü, okuma-yazma bilmeyenlerin oranı yedide bire düşürüldü. Parasız eğitim ve parasız sağlık hizmetleri gerçekleştirildi.  Çocuk ölümleri üçte bir azaltıldı. Çocuk felcinin kökü kazındı.  ABD bütün bu başarıları Marksist-Leninist bölücülük olarak niteledi. ABD hükümetine göre orada tehlikeli bir örnek sergileniyordu. Nikaragua’da sosyal ve ekonomik adaletin kurulmasına izin verildiği, sağlık ve eğitim hizmetleri düzeyinin yükselmesine göz yumulduğu,  sosyal birlik ve ulusal onur yükseldiği takdirde komşu ülkeler aynı soruları sormak isteyecek, aynı şeyi yapmaya kalkacaklardı. Öte yandan, ülkede statükonun korunması için  yönetime  karşı şiddetli bir karşı koyuş da söz konusuydu.  Demin dört bir yanımızdan çepeçevre yalanlarla kuşatılmış olduğumuzu söylemiştim, ABD Başkanı Reagan Nikaragua’yı totaliter bir zindan diye niteliyordu. Bu söz medya ve Britanya hükümeti tarafından  isabetli ve haklı bir tanımlama olarak benimsenmekteydi.

Ancak, Sandinista hükümetinde ölüm mangalarına dair hiç bir emare  yoktu. İşkence yoktu. Sistemli veya resmi bir askeri kötü muamele yoktu. Nikaragua’da rahip öldürmemişti. Tersine, ikisi Cizvit biri de Maryknoll misyonerlerinden olmak üzere üç din adamı kabinede yer almaktaydı.

Doğrusu istenirse, asıl totaliter zindan komşu El Salvador ve Guatemala’daydı. ABD  Guatemala’da  1954te seçimle işbaşına gelen hükümeti devirmiş e kurulan askeri diktatörlük altında 200.000 insan öldürülmüştü. ABD’de Georgia’daki Fort Benin askeri üssünde eğitilmiş Alcati Alayı'nın bir taburu 1989'da San Salvador’da Orta Amerika Üniversitesi'nde dünyaca tanınmış altı Cizvit rahibini öldürdü.

Son derece yürekli bir insan olmakla tanınan Başpiskopos Romero ayin sırasında suikasta kurban gitti. Tahminen 75 bin kişi öldürüldü. Bu insanlar niçin öldürüldüler?  Öldürüldüler, çünkü daha iyi bir yaşamın mümkün olduğuna ve bunu başarabileceklerine inanmışlardı. Bu inançları yüzünden komünist addedildiler. Öldürüldüler, çünkü statükoyu, alın yazısı gibi doğumla başlayan sınırsız yoksulluğu, hastalığı, çürümeyi ve baskıyı sorgulamaya cesaret etmişlerdi. ABD Sandinista hükümetini en sonunda devirdi.  Bir hayli direnişle karşılaştıysa da, büyük ekonomik badirelere ve 30 bin insanın yaşamına mal olduysa da,  önünde sonunda Nikaragua halkının ruhunu esir alabildi.  Halk yeniden yorgun düştü, yoksulluğun pençesine düştü. Kumarhaneler ülkeye geri döndüler. Parasız sağlık, parasız eğitim sona erdi. Büyük sermaye intikam duygusu içinde
tekrar  geldi.

Demokrasi yeniden egemen olmuştu. Ne var ki, bu politika
Orta Amerika’yla sınırlı değildir. Tüm dünyada  uygulanmaktadır. Sonu gelmeyen bir politikadır ve sanki hiç bir şey olmamışmış gibi yürütülmektedir. ABD İkinci Dünya Savaşının sonunda ve sonrasında hemen her sağcı askeri diktatörlüğü desteklemiştir. Endonezya, Yunanistan, Uruguay, Brezilya,  Paraguay, Haiti, Türkiye, Filipinler, Guatemala,  El Salvador ve tabi ki Şili.

ABD’nin 1973de Şili’de yol açtığı dehşet hiçbir zaman aklanamaz ve asla mazur görülemez. Bu ülkelerde yüz binlerce insan ölmüştür. Ancak gerçekten ölmüşler midir? Bunlardan ABD dış politikası mı sorumludur? Bu sorunun yanıtı: Evet o ölümler vuku bulmuştur ve sorumlusu ABD dış politikasıdır. Ancak siz bundan habersizsinizdir. Sanki onlar hiç olmamıştır. Sanki hiç bir şey olmamıştır. Onların hapsi vuku  bulduğu halde, adeta hiç  vuku bulmamışlar gibidir. Çünkü kimse bunlara  aldırmamıştır. Onlar kimseyi  ilgilendirmemiştir. ABD’nin suçları sistematik,  sürekli, ahlâksızca ve  acımasızca olmuştur, fakat pek az kimse onlardan  söz etmiştir. Teslim  etmelisiniz ki, ABD 'klinik vaka' denilecek ölçekte bir gücü dünya çapında  kullana gelmiş ve bunu yaparken
de alay  edercesine evrensel çıkarlar için  güç  kullandığını ileri
sürmüştür. Bu, parlak, zekice  ve hayli başarılı bir  hipnoz halidir.

Sizi temin ederim ki, şu sıralarda ABD en büyük gövde gösterisi içindedir. Zalim, aldırmaz, tehditkâr ve acımasızdır, ama öyle olduğu kadar aynı zamanda  çok zekidir de. Tıpkı bir satıcı gibi satılacak   en iyi malını, kendisine  dönük  sevgisini pazarlar. Kazanan daima kendisidir.  Bütün ABD başkanlarını  dinleyin,  televizyon konuşmalarında Amerikan halkı derler ve örneğin şöyle konuşurlar: Amerikan halkına diyorum ki, şimdi  dua etmenin ve Amerikan halkının haklarını savunmanın zamanıdır ve Amerikan halkından başkanlarını Amerikan halkı adına yapacağı işlerde desteklemelerini istiyorum. Bu parlak bir hiledir. Burada dil düşünceyi dışarıda tutmak için  kullanılmaktadır. "Amerikan halkı" sözü yaslanılacak kocaman bir  güvence yastığı gibi kullanılmaktadır. Hiç düşünmeniz gerekmiyor. Geriye  yaslanıp bu yastığa dayanın, yeter. Sırtınızı yasladığınız bu yastık her  ne kadar zekânızı köreltecek ve eleştirme yetinizi  alıp götürecekse de, ne  beis,  yastığınız rahat ya, siz ona bakın. Tabi, bu dediklerim ülkede yoksulluk  sınırının altında yaşayan 40 milyon kişiye özgü değil, ABD’nin dört bir  yanına yayılmış Gulag hapishanelerinde ikamet eden 2 milyon erkeğe ve kadına  dair hiç
değil.

ABD artık düşük yoğunluklu çatışmayla  ilgilenmiyor. Gizli kapaklı davranmak ya da hatta hileye başvurmak gereğini de duymuyor. Kartlarını masaya açık açık ve  korkusuzca seriyor. Ne Birleşmiş Milletlere, ne uluslararası hukuka aldırıyor ne de kendisine karşı yapılan eleştirilere kulak veriyor, öyle yapmayı bir güçsüzlük sayıyor ve yersiz buluyor. Küçük kuzusu, patetik ve miskin Büyük Britanya’nın meleye meleye peşinden gelmesi ona yetiyor. Bizim ahlaki duyarlılığımıza ne oldu? Yoksa öyle bir şeyimiz hiç olmadı mı? Bu  sözcüklerin anlamını acaba biliyor muyuz?

Bu  sözcüklerin şimdilerde çok nadiren kullanılan vicdan kelimesiyle bir ilişkisi var  mı? O vicdan ki, sadece  kendi davranışlarımızın sorumluluğunu değil, aynı  zamanda başkalarının  yaptıkları ama  bizim de paylaştığımız sorumluluğu temsil etmektedir. bunların hepsi öldü  mü?

Guantanamo Körfezi’ne bakınız. Orada yüzlerce insan üç yıldır sorgusuz sualsiz tutuluyor. Hiçbir hukuki temsil hakkına sahip olmadıklarına ve bugüne  değin duruşmaya da çıkarılmadıklarına göre,  teknik bakımdan ebediyen  gözaltında kalacaklar demektir. Bu durum tümüyle gayri  meşrudur ve Cenevre Konvansiyonu'nun ihlali demektir. Gel gelelim, "uluslararası camia" denilen şey bu kanunsuzluğa sadece göz yummakla  kalmıyor, o durumu aklına bile  getirmiyor. Suç kendisini "hür dünyanın önderi" diye
tanıtan bir ülke tarafından işlenmektedir.

Guantanamo körfezi sakinleri

Sahi, Guantanamo Körfezi’nin sakinlerini hiç   aklımıza getirdiğimiz oluyor mu? Medya oradaki insanlar için ne diyor? Ayda  yılda bir altıncı sayfanın bir köşesinde üç beş satırla onlardan söz ediliyor. Onlar sanki bir 'no man's  land' dediğimiz sınırlar dışı yere  götürülmüşlerdir ve bu gidişle belki de  asla  geriye dönmeyeceklerdir. Hali hazırda bu  insanların çoğu açlık  grevindeler,  kendilerine zorla gıda veriliyor, aralarında

Britanya oturumlu olanlar da  var. Sözünü ettiğimiz  zorla gıda verme işleminde hiç  bir yumuşaklık  bulunmamakta,  hiç bir ağrı kesici veya anestezik madde  kullanılmamakta, burnunuza ve boğazınıza tüpleri kabaca sokuyorlar. Siz de kan  kusuyorsunuz. Bu bir  işkencedir. Böyle bir durum karşısında Britanya  Dışişleri Bakanı ne  demiştir? Hiç. Britanya Başbakanı ne söylemiştir? Gene  hiç? Neden? Çünkü, ABD "Guantanamo’daki tutumumuzu eleştirmek bize karşı hiç de dostane  olmayan bir davranıştır. Ya bizimle berabersiniz  veya bize karşısınız"  demiştir. Blair de sesini kesmiştir. Irak’ın  işgali bir haydutluk  fiilidir, uluslararası hukuk kavramını hiçe  sayan apaçık bir devlet  terörizmidir. İstila, yalan üstüne yalan  söyleyerek, medyayı ve dolayısıyla  kamu oyunu maniple ederek başvurulan keyfi bir  askeri harekattır, Orta Doğu'da ABD’nin askeri ve ekonomik hakimiyetini pekiştirmeyi amaçlamaktadır, diğer bütün bahaneler iflas  ettikten sonra
insanlarla  alay  edercesine özgürlük masalına sarılmışlardır. Bu harekat binlerce ve binlerce insanın hayatına mal olan mutlak bir askeri zor  kullanımıdır.

Biz Irak halkına  işkence getirdik, bombalar, hafifletilmiş uranyum, haddi hesabı olmayan  rasgele öldürmeler, sefalet, çürüme ve ölüm getirdik, bütün bu  yapılanların  adını da "Orta Doğu’ya özgürlük ve demokrasi  getirmek"  koyduk.

Savaş suçlusu ilan edilmek için daha ne kadar  öldürmeniz gerek?

Kitlelerin katili ve savaş suçlusu ilan  edilmeniz için daha ne kadar insan  öldürmeniz gerekir? Yüz bin mi? Bana kalırsa bu miktardan fazla insan  öldürdünüz. Öyleyse, Bush ve Blair Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne çıkarılmalıdırlar. Bush akıllı davranmış ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesi'ni imzalamamıştır. Eskaza her hangi  bir ABD’li asker ya da politikacı bu mahkemeyle sevk edilecek olsa, Bush onu kurtarmak için deniz  piyadelerini yollayacağı uyarısında bulunmuştur.

Blair ise sözleşmeyi  onaylamış, Mahkemeyi tanımıştır, şu halde onun hakkında kovuşturma başlatılabilir. Lazım olursa diye adresini  verelim: Downing Sokağı No.10 Londra.

Ölüme gelince, konunun sanki ölümle ilgisi  yokmuş gibi davranılmaktadır. Hem Bush hem de Blair ölüm konusunu arka plana  itmişlerdir. Irak’ta daha direniş başlamadan önce en az 100 bin Iraklı  Amerikan bombaları ve füzeleriyle  öldürülmüştür. Bu insanlardan hiç  söz edilmemektedir. Sanki hiç   ölmemişlerdir. savaş istatistiklerinde onların  ölümleri atlanmıştır. Ölmüş oldukları kayıtlara bile geçmemiştir. Nitekim, "biz cesetleri  saymıyoruz" demektedir Amerikan generali Tommy Frank.

İşgalin ilk zamanlarında, Britanyalı gazetelerin ön sayfalarında Tony Blair'i Iraklı bir çocuğun yanağını öperken gösteren bir resim
yayınlanmıştı, resmin altına "Müteşekkir bir çocuk" yazmışlardı. Bir kaç gün sonra, bir gazetenin iç sayfalarından birinde kolları kopmuş dört yaşındaki bir başka çocuğun fotoğrafı ve öyküsü yayınlandı. Tüm ailesi bir füzeyle havaya uçmuş, sadece kendisi sağ kalmıştı. "Kollarıma ne zaman  kavuşacağım?" diye soruyordu yavrucak. Tony Blair kolları kopmuş çocuğu  kollarının arasında almamıştı, ne de bir başka   kanlı vücudu tutuyordu  kollarında. Çünkü, kan kirlidir. Siz   televizyonda içinizden geldiğince konuşurken, kan gömleğinizi, kravatınızı  kirletir. 2000 Amerikalının  ölümü de bir utanç vesilesidir. Bu cenazeler  adeta karanlıkta  mezarlarına  gömülüyorlar.

Cenaze törenleri sessiz sedasız  yapılıyor. Sakat kalanlar, kolu
bacağı kopanlar yataklarında aciz şekilde  yatıyorlar, belki de hayatları boyunca yatalak kalacaklar. Yani, ölüler de,  sakatlar da ayrı ayrı yataklarda  çürümeye terkedilmiş durumdalar.

(Pinter ölüm konusunda Pablo Neruda'nın İspanya  İç Savaşı üzerine yazdığı  bir şiiri okuyor.)  ABD’nin elindeki kartları apaçık masaya serdiğini biraz önce söyledim. Zaten önemli olan da budur. ABD’nin resmen ilan  edilmiş politikası  "tam kapsamlı hakimiyet" diye tanımlanmaktadır.  "Tam kapsamlı  hakimiyet" karanın, denizin,  havanın, uzayın ve  mevcut tüm kaynakların kontrolü demektir. Amerika Birleşik Devletleri yeryüzünün dört bir yanındaki, 132 ülkede 702 askeri üsse sahip, İsveç’in o  ülkeler arasında bulunmaması tabi ki, saygıdeğer bir istisna teşkil ediyor.

ABD’nin oralara nasıl  ulaştığını bilemiyoruz, bildiğimiz tek şey o
üslerin oralarda  bulunduğudur. Amerika Birleşik Devletleri 8000 aktif ve işlevli nükleer harp başlığına  sahip. Onlardan iki bin tanesi alarm verildikten 15 dakika sonra ateşlenmeye hazır durumda. ABD Bunker vurucu denilen yeni nükleer  güç sistemleri geliştiriyor. Britanya her zamanki gibi gene yardımcı ve kolaylaştırıcı. Trident adlı kendi nükleer füzelerini yerleştirmek hazırlığında. O füzelerle kimleri vuracaklarını merak ediyorum. Usame Bin Ladin'i mi? Sizi mi?  Beni mi? Joe Dokes' u mu? Çin'i mi? Paris'i mi? Kim bilir kimi?  Bilmiyoruz. Bildiğimiz tek  şey bu çocukça çılgınlığın, yani nükleer  silahlara sahip olmanın ve onları kullanma tehdidini diri tutmanın mevcut Amerikan  siyasi zihniyetinin kalbini oluşturduğudur. Kesinlikle aklımızdan çıkarmamalıyız ki, ABD, askeri  gücünü  sürekli arttırıyor ve buna asla ara vermek niyetinde değil. ABD’de binlerce, belki hatta milyonlarca insan hükümetlerinin yaptıklarından rahatsız olmakta, utanmakta ve öfke duymaktadır ama hali hazırda bu insanlar uyumlu bir güç oluşturmaktan  çok uzaktırlar. Buna rağmen, kaygının, güvensizliğin ve korkunun ABD’de günden  güne arttığını ve azalacağa hiç de benzemediğini görüyoruz. Gayet  iyi biliyorum ki, Başkan Bush son derece ehil çok sayıda söylev yazarına  sahip, buna rağmen ben gönüllü  olarak bu göreve talibim. Örneğin, aşağıda  okuyacağım kısa konuşmayı  televizyonda ulusa sesleniş olarak okumasını ona  önerebilirim.

İtinayla  taranmış saçlarıyla, vakur, muzaffer, çoğu kez eğlendirici, bazen  yüzünde  çarpık bir tebessüm, tam bir erkek gibi şaşırtıcı derecede çekici  haliyle  şöyle  konuşurdu: "Tanrı iyidir. Tanrı büyüktür. Tanrı iyidir. Benim Tanrı'm iyidir. Bin Ladin'in Tanrısı kötüdür. O kötü bir Tanrı'dır. Saddam'ın da Tanrı'sı olsaydı kötü bir Tanrı olurdu ama onun Tanrı'sı yoktur. O bir barbardır. Biz barbar değiliz. Biz kimsenin kafasını kesmeyiz. Biz hürriyete inanırız.

Tanrı da inanır. Ben bir barbar değilim. Hürriyetçi  demokrasinin
demokratik  yoldan  seçilmiş lideriyim. Biz merhametli bir toplumuz. İnsanları elektrikle  şefkatli  bir şekilde idam ederiz veya şefkatli enjeksiyon  kullanırız. Biz büyük  bir ulusuz. Ben diktatör değilim. Diktatör olan  odur. Ben barbar değilim. O  barbardır. Evet, o  barbardır. Onların hepsi  barbardırlar. Benim otoritem  ahlakidir. Bu yumruğu görüyor musunuz, bu yumruğu? İşte benim ahlâklı  otoritem  budur. Sakın bunu unutmayın"

Yazar kendisinin ölüm üzerine yazdığı bir şiiri okuduktan sonra
sözlerini  şöyle  bitiriyor:  Bir aynaya baktığımız zaman karşımızda duran görüntünün gerçek olduğunu  düşünürüz, ama bir milim öteye kaysak başka bir  görüntüyle karşılaşırız. Böyle  böyle, sayısız farklı görüntü elde edebiliriz.  Bu durumda yazar bazen  aynaya  bir yumruk atıp onu tuzla buz etmek ve arkada  duran, bize bakmakta olan  hakikatle yüzleşmek zorundadır.

Karşı karşıya  bulunduğumuz tüm  aykırılıklara  rağmen, yurttaş olarak kararlı, şaşmaz ve azimli  bir entelektüel kararlılıkla
davranmalı,  hayatımıza ve toplumumuza değgin  doğru hakikati önümüzde duran  görevleri  yerine getirme zorunluluğu olarak  tanımlamalıyız. Bizim gerçek  misyonumuz budur. Şayet böyle bir kararlılık siyasal öngörümüzde mevcut değilse, hemen hemen yitirdiğimiz şeyi geri alma şansına sahip değiliz demektir.

Yitirmekte  olduğumuz şey; insan onurudur.