PARADİGMA - II

25.03.2006

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Bir önceki yazımımda Sayın Cüceloğlu’nun Paradigma’ya ilişkin şu yargısına da yer vermiştim: ”Bütün bu gözlemlerden çıkaracağımız bir sonuç var; o da dünyayı olduğu gibi değil, olduğumuz gibi gördüğümüzdür. Gördüğümüzü anlatırken, esasında kendimizi, kendi paradigmamızı anlatırız.” Elbette ki bu olması gereken değil olandır, ve elbette ki toplumsal konularda görüş belirtenlerin, toplumsal sorunlara, halkının sorunlarına çözüm önerisi getirenlerin kendi paradigmalarını gerçekler üzerine oluşturması gerekmektedir.

Paradigma iç ve dış dünyamızdan gelen uyaranlarla oluştuğuna göre, daha az yanılmak için; dış dünyamızdan gelen uyaranların ne denli gerçek olduğunu, iç dünyamızdan gelen uyaranların da ne derece gerçekçi olduklarını sorgulamalıyız. Kedi yavrusu örneğinde olduğu gibi bizi besleyen uyaranların yanlış olabileceğini hiç göz ardı etmemeliyiz. Ellerindeki Bursa haritasının İzmir’de adres bulmaya yaramadığını yüzlerce defa gördükleri halde, kabahati haritada değil, İzmir’de bulanların durumuna düşecek kadar, paradigmamızın tutkunu olmamalıyız. En önemlisi hemen her konuda kişilerin paradigmalarının benzer olamayabileceğini hiç unutmamalıyız.

Kişilerin her konudaki paradigmaları görüşlerine, yazılarına, eylemlerine yansıyacak dahası farkında olmadan paradigmasının tutkunu olacak, karşı görüşleri tartışmayacaktır bile… Örneğin, insan hakları konusunu alalım. Hemen her ülkede derecesi ve hedef kitlesi farklı olmakla birlikte, insan hakları ihlalleri hep gözümüzün önünde değil mi? Peki insan hakları savunucuları her ülkedeki, her hedef kitleyi aynı şekilde mi savunuyorlar acaba? Yoksa hedef kişilerin kendisine yakınlığı, aynı halktan olup olmadığı, aynı ülkede olup olmadığı, eylemlerinin kendisi için bir tehlike oluşturup oluşturmadığı, yalnız yaşadığı ya da bir ailesinin olduğu, kaybedebileceği geçim standardı… daha sayılabilecek bir çok etkenin oluşturduğu ve farkında olmadığı bir paradigma ile mi hareket edecektir. Özellikle de eyleminin sonucunda karşılaşma ihtimali olduğu tehlikeler davranışlarını etkilemeyecek midir? Paradigmasının tutkunu olmayanların “elbette etkileyecektir” dediğinizi duyar gibi oluyorum.

Peki dünyanın herhangi bir ülkesini yerle bir eden bir deprem, depremde evsiz barksız, yiyeceksiz ilaçsız kalan insanlar için, insanların her birimiz aynı duyarlığı gösterebiliyor muyuz? Kimimiz sadece vah, vah demekle kalırken, kimimiz bunun ötesinde maddi yardımda bulunmuyor mu? Yine de maddi yardımda bulunurken imkânlarını zorlamış olanların katkıları, dünyanın neresinde olursa olsun ilk yetişen gönüllü kurtarma ekiplerinin öz verisi ile karşılaştırılabilir mi? Deprem ülkesi ile daha önce oluşmuş bağlarımız, halkının soydaşımız ya da dindaşımız oluşu maddi yardımımızın miktarını etkilemiyor mu?

Bir başka açıdan çevresinde sayılan sevilen, insancıl, yardımsever bir hekimi alalım. Fakirlerden para almamaktadır, elindeki ilaçları karşılıksız vermektedir. Kazancından kendi iradesi ile vazgeçmekte elbette ki bunu yapmayanlara göre bir özveride bulunmaktadır. Ancak bunun gösterdiği öz veri sınır tanımayan, her türlü zor şartlarda insanları yardımına koşan “Sınır Tanımayan Doktorlar”ın öz verisi ile karşılaştırılabilir mi? Ya da sınır tanımayan doktorların varlığı, onların yaptığını göze alamayan insancıl doktorumuzun yapabildiklerini önemsiz kılar mı?

Peki daha iyi bir kazanç için gereksiz ameliyat yapan, yapılması gerekli bir ameliyatı yeteri kadar para vermedikleri için geciktiren doktorların tutkunu olduğu paradigma? İnsan hayatını hiçe sayan, yapıların demirinden, çimentosundan, işçiliğinden çalan müteahhidin yaptıklarına suç ortaklığı yapan inşaatçılar, görmezden gelen kontrol memurları da aynı paradigmanın tutkunu değil mi?

Demokrasi savunucusu, demokrasi aşığı olanların demokrasiyi savunma konusunda dahası demokrasi anlayışları konusunda aynı olduğunu kim söyleyebilir. Kimimizin katkısı bu değeri savunan gazete ve dergileri satın almak düzeyindedir. Kimiz okulunu bitirmesine engel olacak eylemlerde bulunur. Kimilerimiz bu uğurda işkenceyi göze alır, işkence görür.

Kimilerimiz böylesi tehlikelerin oluştuğu ülkelerden kaçar ve kaçtığı ülkenin demokrasi mücadelesine uzaktan katılır. Hem bir demokrasi savunucusu bekleyen tehlikelerin her ülkede aynı olduğunu kim söyleyebilir? Demokrasiyi savunan benzer eylemler ülkenin birinde ödül getirirken, en azından hoş görülürken bir başka ülkede sıkıntı, işkence ile sonuçlanmıyor mu? Kişiler her ülkede, her koşulda değerlerini savunabiliyor mu?

Dahası bir dönemin mazlum halkı bir başka dönemin zulmedeni, en azıdan zulmeden yöneticisinin destekleyeni olmuyor mu? Kanlı savaşları çıkartan ülke yöneticileri, bu davranışlarını haklı gösterecek paradigmalar geliştirmiyorlar mı? Bu paradigmalarını yalanlar üzerine kurmuyorlar mı? Ya da büyük güç odaklarının asıl paradigması, ne pahasına olursa olsun en güçlü olma paradigması olmasın? Bu büyük güç odakları, İnsan Hakları savunuculuğunu, demokrasi savunuculuğunu, en güçlü olmak için araç olarak kullanıyor olmasınlar?

Sorular daha da çoğaltılabilir. Ama sonucun pek değişeceğini sanmıyorum. Gelişen olayları anlayabilmek için olayları yönlendirenlerin paradigmalarını ne olabileceğini anlamak gerekir. Kendi özelimizde de birbirimizi daha iyi anlayabilmek için, davranışlarımızı yönlendiren, yönlendirdiğinin farkında olmadığımız paradigmalarımızın farkında olmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Dolayısı ile de bu konuyu irdelemeyi sürdürelim derim. Olması gerekeni bilmek için olanı anlamak gerekmez mi?