MAYKOP'A DÖNÜŞ

04.02.2006

                               
Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam
                                             
                                             

Maykop'a dönüş için Atatürk Hava Limanı'ndayım. Otuz bir Ocak 2006. Bu kez İstanbul'a ayırabildiğim zaman çok azdı. Tüm dostlarımı da göremedim. Akşam birlikte olabildiklerimiz beni hava limanına kadar da getirmişlerdi.

Evet Türkiye'de kaldığım bir aylık sürede tüm dostlarımın her biri ile ayrı ayrı hasret giderebildiğim söylenemez. Yine de Adana'da sevgili sitemizin toplantısında bulunabildim. Hem site toplantımızda hem de Ankara'daki derneğimizin düzenlediği  sohbet toplantısında, ardından, Düzce'de Marmara Bölge Dernekleri toplantısında "Anavatana Dönüşü" konuşma olanağı buldum. Görüş alışverişinde bulundum. Ankara'da Adapazarı'nda, İzmit'te eskiden beri dost olduğumuz, dost kalabildiğimiz arkadaşlarımı görebildim. Heyecan ve umut dolu genç arkadaşlar tanıdım. Daha önceleri de sözünü ettiğim gençliğin ayak seslerini daha bir yakından duydum. Arkadaşlarla çeşitli konuları tartışma olanağı bulabildim.

Bu arada artık aramızda dostluk bağı kalmamış eskilerde dost olduğumuz, kimileri ile de aynı mekanı paylaştığımız, aynı konuyu tartıştığımız oldu. Mutluluğun, umudun daha bir belirgin olduğu, ancak üzüntüyü de uzaklaştıramadığım bir duygu karmaşası içindeyim. Kimi eski dostların paradigmalarının değişmiş olmasını bir türlü kabullenemiyorum. Belki de olmazı, birlikte yola çıkan hiçbir grubun yaşayamadığı bir mutluluğu diliyorum. Keşke tüm eski dostlar ipi birlikte göğüsleyebilseydik diye düşünmekten kendimi alamıyorum...

Evet bu duygu karmaşası içinde hava limanında ona yakın gazete, dergi aldım. İnternetten sonra Maykop'ta  gazete susuzluğumu gidermiştim. Ancak yine de gazeteyi ele alıp okumanın tadı bir başka gibi geliyor bizlere. Elektronik dünyasına doğanlara da bu tadı, koltuğa kaykılmış yarı yatar durumda gazete okumanın tadını anlatmak güç olsa gerek.

Uçakta gazeteleri karıştırıyorum. Yeni Şafak Gazetesi'nin kitap eki dolu dolu. Her alanda yayınlanan kitapları izlemeye yetişmek, Türkiye'de yaşayanlar için de cok kolay değildir artık. Hele benim gibi Maykop'ta yaşayanlar için. Adigece çok ama gerçekten çok okumak zorunda olanlar için. Öyle ya döneminde okunması gerekli kitapları okuyamamışsın. Bu olanağı bulamamışsın. Çocukluğundan beri bu olanağı bulabilenlere yetişebilmek, çeşitli konuları onlarla tartışabilmek durumundasın. Bu da da bir koşturmaca. Hem hiç yetişemeyeceğinizi eksik kalacağınızı bile bile koşmak zorunda olmak. Kazanamayacağını kesin bilen bir maraton koşucusu gibi... Bir de anadilinde üretmek istiyorsan, üretmek zorunda kalıyorsan?... Böylesi bir koşturmaca da Türkiye'de çıkan kitapları yeterince izleyebilmek mümkün olabilir mi?

Güzelim kitap ekinde, TYB öykü ödülünü alan yazar Necip Tosun ile sayın Elif Yıldız'ın yapmış olduğu bir söyleşi ve yazarın öykülerine ilişkin sayın Ahmet Kekeç'in kısa değerlendirmesini okuyunca kendi kuşağımdan çok şeyler bulabileceğim bu kitabı görememiş olduğuma çok üzüldüm. Söyleşinin başlığı çarptı önce beni: "İDEOLOJİMİ KAYBETTİM"   Bu hafta da söyleşi ve incelemenin kimi bölümlerini paylaşmak istedim sizlerle, Necip Tosun'un mutlaka okumamız gerektiğinin altını çizerek:
 
Sayın Elif Yıldız söyleşisinden:

Elif Yıldız: Kendini yaşamak ve hayatın kurgusallığı içinde rol ile yaşamak arasında sıkışıp kalmış kahramanlarınız, içinde olmak ve dışarıdan bakmak arasında sancılı bir süreç yaşıyor. Neden kahramanlarınızı böyle bir ikilemin içinde bırakıyor, bir tercih yapmaya zorluyorsunuz?

Necip Tosun: Bu öykülerde parçalanmış ve kendinden habersiz bireylerin kendilerini keşifleri anlatılıyor. Nerede olduklarını, geçmişlerini, geleceklerini ve faniliklerini keşfini. Bu insanlar çeşitli zaman ve mekanlarda karşılarına çıkan aynalarda kendilerini keşfederler. Kendini bilmek önemlidir. Çünkü "kendini, nefsini bilen rabbini de bilecektir". İnsanların hayatta savrulmalarının nedeni kendilerini keşfedememeleridir. Çünkü hayat boyunca aslında hepimiz kendi maceramızı bulmaya çalışırız. Çatışmalar ve ikiyüzlülükler bu arama çabalarının bir sonucudur. Kendimizi keşfetmemiz ne kadar gecikirse çarpılma da o kadar yaralayıcı olur. Bu sancılı, ikilemli süreci anlatırken olabildiğince dışarıda kalıyor, onların serüvenine tanıklık etmeye çalışıyorum.

Elif Yıldız: Öykülerinizde özellikle kasaba gibi küçük yerleşimlere ve insanlarına bir kızgınlık ve sitem sezinleniyor. Bunu bilinçli olarak mı yapıyorsunuz?

Necip Tosun: Bu bir genellemeden çok öykülerdeki kahramanların durumlarıyla ilgili bir durum. Çoğu kasaba, küçük şehir kökenli. Öykülerdeki kahramanlar doğup büyüdükleri yerleri pek de özlemle anmıyorlar. Övdükleri, saygı duydukları bir geçmişleri yok çünkü. Kasaba halkı onların rüyalarını anlamamış. Çoğu
da anlayışsız, kaba insanlar. Dolayısıyla kahramanlar bu anlayışsız insanlara hep kızgın, sitemli. Ama tekraren söyleyeyim tüm kasaba insanlarına yönelik özel bir durum değil bu.

Elif Yıldız: İdeolojilerini yitiren, savundukları ideolojilerinin gücünü yitirmesi ile yalnızlaşan ve mutsuzlaşan ve uyumsuzlaşan insanlara öykülerinizin kapılarını açmışsınız. Kendi yaşam öykünüzde de böylesi bir yalnızlaşma uyumsuzlaşma var mı?

Necip Tosun: Bir insanın uğruna ölümü bile göz aldığı rüyalarından bir süre sonra kopması, ayrılması bana hep dramatik gelmiştir. Bu hiç şüphesiz,yaşamın, konjonktürün getirdiği bir durum. Bu insani olayı öykülerimde kınamaktan çok, bir olgu olarak aktarmaya çalıştım. Karşılarında ya da yanlarında olmak gibi özel bir gayretim olmadı. Çevremde bu değişim ve dönüşüme bire bir tanıklık ettiğimi söyleyebilirim. Evet, bu tanıklığı kendi özelimde de yaşadım.Genel anlamda bireyin ideolojisi yaşamını ne kadar kuşatır, kuşatmalıdır sorusu hikayelerinizden okuyucuya aktarılan bir soru. Toplum içinde etkisini yitirmesiyle ve bireyin ideolojisini terk etmesiyle yaşamı alt üst eden bir yönü öne çıkarıyor çünkü.

Kesinlikle öyle. Hayat ve inancın iç içe olduğuna inanılan bir kuşağın içinden geliyorum. Kahramanlarda hayatlarını tümüyle inançlarına, ideolojilerine göre dizayn ediyorlar. Ama ideolojilerinin gözden düşüşüyle ya da ideolojilerini terk etmeleriyle birlikte bir yalnızlaşma yaşıyorlar. Hayatınızın biricik gayesi sarsıntıya uğradığında sizinde sarsılmanız kaçınılmaz. Çünkü bu insanların hayatta normal bir arkadaşları yok. Hatta aileleriyle bile ilişkileri sınırlı. Onların bütün dünyaları dava arkadaşları. Dava dostlukları bitince sokakta selam verecekleri kimse kalmıyor. Bu yüzden, davadan uzaklaştıklarında, davaları gözden düştüğünde tam bir çarpılma yaşıyorlar.

Sizin de dikkatinizden kaçmamıştır. Sayın Yıldız bir sorusunda, İdeolojilerini yitiren, savundukları ideolojilerinin gücünü yitirmesi ile yalnızlaşan ve mutsuzlaşan ve uyumsuzlaşan insanlar... tanımını yapıyor. Bu noktada, yazar Anavatana Dönüş'ü bilseydi, eski dönüşçülerden söz ediyor olsaydı, sorusunu "İdeolojilerini yitiren, savundukları ideolojileri güç kazandığı, görüşlerinin olmazsa olmazlığı kanıtlandığı halde yalnızlaşan ve mutsuzlaşan ve uyumsuzlaşan insanlar... diye kurardı diye düşünmezlik edemiyorum. Söyleşiyi okuduğum ve sonrası uzun süre de göğüs ağrıma da engel olamıyorum. Hele sayın Ahmet Kekeç'in değerlendirmesindeki şu sözler: "Fakat, nereye giderse gitsin, kahraman sonunda kendine dönecektir: Çünkü "hayat sonuna kadar sarılan bir makaraya" benzemektedir; "günün birinde makara boşalır ve insan başladığı yere döner"; bu yüzden, nereye, hangi yöne giderse gitsin, sonunda hep "kendisi" (kaçtığı kendisi) çıkmaktadır karşısına...

Ne kadar büyük bir mutluluk, ne kadar alt edilemez bir güç veriyormuş, nereye, hangi yöne gitsen de, sonunda hep karşına çıkan kendinle barışık olabilmek..
 
Anılara dolanıyor uçuş süresince başka şey okuyamıyorum...