Bugün dünyanın en
değerli karikatüristlerinden Oğuz Aral hayata gözlerini yumdu.
Onun anısına aşağıdaki makalesini yayınlıyoruz. (KPS)
Oğuz Aral
1936-2004
Can kardeşim Altan Erbulak'la yıllarca hep aynı
odalarda çalışmıştık. Bazen, ayrı gazetelerde çizsek bile yine
birbirimizin odasına gidip çalışırdık.
Arada bir bizim odaya Mıstık da düşerdi. Ama gelirken eli boş
gelmez, hediye olarak uyuz bir sokak kedisini kapıp getirirdi. Ama
Altan'ın huyu daha fenaydı. O, kedi değil sokakta bulduğu perişan
birini acıyıp getirirdi. Gençtik, daha törpülenmemiş
merhametlerimiz vardı. Yok canımızla garibanları yedirir, içirir
bazen giydirir öyle yollardık. Bu insani davranışlarımızdan ötürü
bitlendiğimiz çok olmuştur.
Diş takırdatan bir kış günü Altan yine birini getirdi. Biri
dediğime bakmayın, yarımını getirdi. Altan, pek servi boylu
sayılmazdı ama adam Altan'ın da yarısı kadardı.
O kış kıyamette sırtında üstünü kar kaplamış bir ceket,
ayaklarında leş kokulu patlak asker postallarıyla Şarlo'nun daha
perişanı bir adamdı. Dişleri takırdıyordu. Çirkin ama sevimli bir
yüzü, boncuk gibi mavi gözleri vardı. Odadaki sobayı görünce
büyülenmiş gibi yürüyüp soba borusuna sarıldı, coss diye bir ses
çıktı.
‘‘Bunu bulabilmek için herhalde çok aradın.’’
‘‘Ellerini koynuna sokmuş sokak ortasında dikilmiş öylece
duruyordu. Önce kardan adam sandım. Ama kardan adamlar titremez
diye düşünüp biraz ısınsın diye getirdim.’’
‘‘Kısmetli herifmiş bugün bize odun verdiler.’’
O yıllarda, gazeteler eski ahşap konaklarda çıkardı. Müessese
müdürümüz rahmetli Nuri Türen, patırtımızdan ve azgınlığımızdan
illallah dediği için bizi konağın kullanılmayan arka bölümüne
atmıştı. İşimizi bir an önce bitirip de defolup gidelim diye bazen
odun bile vermezdi. Biz de yangın baltalarının saplarını veya
merdivenleri aşağıdan başlayıp yukarı doğru söküp yakardık. Arka
kapıdan çıkmak için merdiven kalmadığından kendimizi sarkıtıp alt
kata öyle atlardık.
Biz, çalışmaya dalmışken odayı bir horultu kapladı. Adam sobanın
dibine kıvrılmış uyuyordu. Üstünden başından dumanlar çıkıyordu ve
bu dumanlar talimden dönmüş asker çorabı gibi kokuyordu. Hişt,
höst dedik itip dürttük ama herifi uyandıramadık. Akşam oldu,
işimiz bitti büfeci Petro'ya gidip ekmek, peynir, sucuk, gazoz
filan aldık. Adamın yanıbaşına bıraktık. Sonra da kapıyı çekip
çıktık.
‘‘Yarın biraz eski giyecek getirmeli.’’
‘‘Herhalde sen getireceksin. Ben gömlek getirsem içine düşüp
kaybolur da günlerce ararız.’’
‘‘Ben çamaşır, pantolon filan getiririm. Sen de eski bir ceket
getir. Palto niyetine giyer garip.’’
Ertesi gün, gazeteye geldiğimizde herhalde yanlış odaya girdik
diye önce odadan çıktık ama yine döndük. Bizim mezbelelik gitmiş
yerine steril bir hastane odası konmuştu. Arasından zor geçtiğimiz
gazete, kitap, dergi yığınları, káğıtlar, boyalar kenara intizamla
istiflenmiş, ıvır zıvır dolu masalar pırıl pırıl olmuş, yer
tahtaları ovulmuş, hatta kirden dışarıyı göstermeyen camlar bile
silinmişti.
Biz, şaşkın şavalak odanın ortasında dikilirken kapıdan sırtında
koca bir çuvalla bizimki girdi.
‘‘Ne yaptın lan buraya?’’
‘‘Sabaha kadar temizledim abey. Ekmeklen peynirin hakkını ödemek
ilazım deel mi?’’
‘‘O sırtındaki ne?’’
‘‘Oduun.’’
‘‘Odunu nereden buldun?’’
‘‘Oduncudaan.’’
‘‘Parayı nereden buldun?’’
‘‘Burada koca bir bakır tokaç vardı ya. Onu eskiciye sattım abey.’’
Ben,
‘‘Lan seni şimdi...’’ diye başlayıp herifin ümüğüne doğru
bir hamle yaparken Altan beni göğüsledi.
‘‘Boşver yahu, hiç olmazsa bir işe yaradı.’’
Herifin bakır tokaç dediği gümüş kaplama bir heykelcikti ve
uluslararası bir yarışmada Altan'ın kazandığı bir ödüldü.
Odamız pırıl pırıldı ama aradığımız kitapları, dergileri, resim
káğıtlarımızı hatta çini mürekkeplerimizi bile bulamıyorduk. Biz
de yenilerini almak zorunda kaldık.
Zülfü, anaç bir merhametle bizi fena halde sahiplenmişti. Adeta
bir paşa hayatı yaşıyorduk. Çay ocağı konağın taa öbür tarafında
olduğu için gidip çay söylemeye üşenirdik. Zülfü, bir demlik ve
çaydanlık alarak bizim çay hasretimizi giderdi. Artık parayı
nereden bulduğunu da sormuyorduk. Bir sürü ıvır zıvırımız eksilmiş
oda tenhalaşmıştı ama aldıran kim? Demli çayın keyfini
çıkarıyorduk.
Zülfü biraz tuhafçana bir adamdı.
‘‘Zülfü şu beşliği al, bana köfte ekmekle bir bira getir.’’
Az sonra,
‘‘Bu getirdiğin ne be?’’
‘‘Beyaz peynir, zeytin, ekmekle ayran... Sana o köftecinin
köfteleri dokunuyo abey. Zati miden gaz yapıyo...’’
Bir keresinde Altan onu meyve aldırmaya gönderdi. Zülfü,
akşama doğru nefes nefese elinde torbalarla geldi.
‘‘Bütün gün neredeydin lan?’’
‘‘Buradaki manav sizi kazıklıyo abey... 5 kuruşluk mandalinayı
15'e satıyo. Ben de Eminönü'ndeki pazar yerine gittim. Aynı paraya
hem mandalina, hem portakal, hem de döngel aldım. Döngel
sevmezseniz gidip değiştireyim. Benim canım çekmişti de...’’
Zülfü, nereden bulduysa bir ara bir kömürlü ütü edindi. Biz
çalışırken pantolonlarımızı çıkartıp ütülüyordu. Biz de iki dirhem
bir çekirdek dolaşmaya başladık. Yalnız biz donçak çalışırken
müessese müdürü ya da patronumuz Ahmet Emin Yalman'ın odamızı
ziyaret etmeleri biraz tuhaf kaçtı. Zülfü, önce bir yer yatağı
edindi. Sonra ona bir somya ile dolap aldık. Sofanın bir kısmını
perdeyle kapatıp kendine yatak odası yaptı. Onu maaşa da bağladık.
Her şey güzeldi de, ben çizerken tepeme dikilmesine illet
oluyordum. Ben, yazıp çizerken seyredilmek şöyle dursun odada
sinek uçsa dağılırım. Üstelik dikilmekle kalmıyor,
‘‘Abey, bu çizdiğin herif niye gülüyoo?’’
‘‘Karşısındaki adam komik bir laf ediyor da ondan.’’
‘‘Bu komik lafı niye ediyo?’’
‘‘Okurlar gülsün diye.’’
‘‘Bu herif, bu kadar gülerse okurlar gülmez ki... Bu, şapşal
şapşal bakarsa elalem daha bi güler’’ gibisinden ukalalık da
ediyordu. Altan'la kişiliklerimiz çok farklıydı. O, seyredilmekten
hoşlanırdı. Hatta, seyredilirken daha güzel bile çizerdi. Sanırım
bu yüzden tiyatrocu oldu.
*
Bir gün Altan, öğleye kadar Zülfü'yü arandı bulamadı.
‘‘Nereye gitti bu oğlan?’’
‘‘Ensesine bir şaplak çektim. O da basıp gitti.’’
‘‘Niye be?’’
‘‘Sayesinde hanımla ayrılıyoruz. Beni gammazlamış.’’
‘‘Zülfü öyle bir halt karıştırmaz.’’
‘‘Karıştırmış işte... Benim hanıma, 'Buraya daha sık uğra.
Çünkü senin herife bir sürü kız ziyarete gelip duruyor'
demiş.’’
‘‘Fena mı, evliliğinizi korumak istemiş.’’
Altan'la belki yaşamımızdaki ilk ve son kavgamızı o gün
yaptık. İki gün konuşmadık. Ama sonra Zülfü'süz yaşamın acı
gerçeği ile yüz yüze geldik. Üstelik herifi fena halde özlüyorduk.
Dokunsanız ağlayacak hale geldik. Hele ben, sinek kadar adama
vurduğum için suçluluk duygusundan kendimi rakılara vermiştim.
Gece gündüz Zülfü'yü aradık sorduk ama hiçbir yerde bulamadık.
Zülfü gitti gider.
*
Uzun yıllar sonra Altan'la yine aynı odada çalışıyorduk. Ben
Gırgır'ı yönetiyordum, o da Gırgır'da karikatür çiziyordu. Odaya
Zülfü girdi. Maviş cıvıl gözleri olmasa tanıyamayacaktık.
Zülfü, şık mı şık iki dirhem bir çekirdek giyinmişti. Sanki boyu
bile uzamıştı. Biz dur tut diyemeden atılıp ellerimizi öptü.
‘‘Köfte alayım mı abeyler?’’
‘‘Sen bunca yıldır ne cehennemdeydin?’’
‘‘Almanya'daydım.’’
‘‘Almanya'da ne halt ediyordun?’’ Zülfü,
‘‘Karikatür çiziyordum.’’ deyip koltuğundaki kitabı önümüze
koydu. Kuşe káğıda basılmış nefis bir karikatür albümü...
‘‘Yoksa bunları sen mi çizdin?’’
‘‘Sayenizde abeylerim.’’ Karikatürler bize yabancı gelmiyordu
ama usta işiydi.
Ben yetmişime geliyorum ne Hasan Kaçan'a, ne Mehmet Çağcağ'a, ne
Gürcan'a ne Zülfü'ye ne de öteki Anadolu delikanlılarına akıl sır
erdiremiyorum. Cafer Zorlu da Mahmutpaşa'da hırdavatçıydı ve
çizmeye otuzundan sonra başlamıştı. Bir köylü çocuğu olan Sivas'lı
Yakup Karahan da şu anda Hollanda'da bir mizah dergisi çıkarıyor
ve yanında Hollandalı karikatürcüleri çalıştırıyor. Bunu bana
lütfen birisi izah etsin. Yoksa merakım koynumda gideceğim.
Oğuz Aral
|