Akşam
gazetesi yazarı sayın Engin Ardıç’ın makaleleri gözüme
ilişti. Çok ama çok önemli konulara değiniyor. Geçen
haftaki yorumumuza bir bakıma ışık tutuyor. Size aktarmak
istedim. Önümüzdeki hafta bu makalede anlatılanların biz
Çerkeslere ne denli uyup uymadığı konusunu işleyeceğiz.
‘’Arkadaşlar, Birinci Dünya Savaşı’na kimse bizi
zorlamadı, İttihatçılar girmek için tepindiler,
yırtındılar. Almanya baskı yaptı ama isteseydik
direnirdik. Tam tersine, gönüllü yazıldık.
Düşmanlar bize durduk yerde saldırmadılar, önce biz onlara
saldırdık!
Sarıkamış üzerinden Rus ordusuna... Söktüremedik.
Müttefikleri İngiltere ve Fransa’nın bize, Çanakkale’ye
saldırmaları bundan üç ay sonradır. Onlar da
söktüremediler.
Elbette saldıracaklardı, elleri armut mu toplayacaktı?
Önce biz başlamıştık! Karşılık vereceklerdi.
Başlangıçta da durduk yerde Rus limanlarını topa
tutmuştuk, Osmanlı bayrağı altında, Osmanlı bahriyelisi
kılığında Alman donanması marifetiyle... Öyle girmiştik.
Yani ilk kurşunu biz sıktık. (Almanya’nın bize “savaşa
katılma rüşveti” olarak bağışladığı ve Yavuz ile Midilli
adını verdiğimiz Göben ve Breslau gemileriyle yıllarca
“sanki kendimiz imal etmişiz” gibi övündük utanmadan...)
Sonra biz de tuttuk, Süveyş Kanalı’na saldırdık, iki kere.
Gene olmadı.
Sonra onlar da Basra üzerinden Mezopotamya’nın kuzeyine
yürüdüler, durdurduk.
Sonra Mısır’dan çıkıp kıyıdan gene kuzeye bastırdılar ve
bu sefer durduramadık, Halep’e kadar da geldiler.
Biz de bu arada Kafkasya’ya yürüyüp Baku’ya girdik (Rus
ordusu devrimle çözülmüştü)... Daha önce, hiç ilgimiz
olmayan bir cepheye, sırf müttefiklerimize yaltaklanmak
için Galiçya’ya, yani Güney Polonya’ya bile asker
gönderdik, orada yüzlerce Türk öldü.
Bizim açımızdan dünya savaşının özetinin özeti budur.
Bunlar yeni kuşaklardan o kadar gizli tutuldu, o kadar
öğretilmedi ki, Galiçya’nın yerini bilmez, İspanya’da
benzer isimli bir bölgeyle karıştırırdık
yeniyetmeliğimizde!
İttihatçılar, önce eldeki imparatorluğu korumaya, sonra da
yeni ve daha büyük bir imparatorluk kurmaya
çalışıyorlardı, kıçımıza giyecek donumuz olmadan
emperyalizm yapıyorduk, çuvallayınca iş birdenbire “yurdu
korumaya” dönüverdi...
Ve bu bize hep mazlumluk şekerine bulanıp verildi. Sanki
biz güzel güzel oturuyorduk da hain düşman bize
bulaşmıştı...
Bu olup bitenler, bir kurtuluş savaşı değildir. O, sonra,
her şey elden gidince başladı.
Size Çanakkale’yi kurtuluş savaşımız gibi pazarlıyorlar.
Bunu Atatürkçülük sanıyorlar.
Dinciler de cihat gibi pazarlamaya çalışıyorlar... İkisini
de yutmayınız.
Size “tarihte ilk kurtuluş savaşını vermiş en mazlum
milletiz” diye öğretiyorlar ve hiçbir yabancı ciddiye
almayınca bozuluyorsunuz... Peki, Yunan halkının, Sırp
halkının, Bulgar halkının, Romen halkının, Arnavut
halkının, Arap halkının Osmanlı’ya karşı verdiği savaşlar
ne oluyor? İsyan! İhanet!
İşimize geldiği zaman mazlum, işimize gelmediği zaman
emperyal... Sonra da Ortadoğu curcunasında “Osmanlıcılık”
oynamaya kalkıyoruz ve yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz.
Namussuz düşmanın Çanakkale’de ne işi vardı? Peki senin
Kore’de ne işin vardı?
(…)
Bize çocukluğumuzda, Çanakkale’de verdiğimiz şehit
sayısının “300 küsur bin” olduğu öğretilmişti, oysa
genelkurmay belgelerinde “55 bin” olarak geçiyor.
Atatürk’ün göğsündeki saate şarapnel parçası çarptığı
yerin o yer olmadığı, Yahya Çavuş’un mezarında çavuşun
yatmadığı, hiç kimsenin yatmadığı sonunda öğrenilmiş,
şaşkınlıklar uyandırıyor...
Hadi ben de size, şu ünlü saka neferinin aslında “düşmana
su götürmek” gibi bir kahramanlık etmediğini, düşman
devriyesinin sesini duyunca “size su getirdim” ayağına
yattığını açıklayayım da, daha beter şaşırın.
Çanakkale savaşımız “antiemperyalist” bir savaş değildir.
Çünkü biz de o emperyalist paylaşım kavgasında “karşı
tarafta” bulunan iki imparatorluğun, Almanya ve
Avusturya-Macaristan’ın müttefiki, üçüncü bir
imparatorluktuk.
Üstelik başımızda bulunan Enver’in, “onun yerine yeni ve
daha büyük bir Turan İmparatorluğu” kurmak gibi manyakça
düşleri vardı.
Savaşa bizi düşmanlar zorlamadılar, Enver can attı, bayıla
bayıla girdi, girmek için yırtındı!
(…)
Çanakkale’de başımızda bir Alman generalinin bulunduğunu
da biliyor muydunuz? Liman von Sanders, o tuhaf isimli
adam.
O orada kahramanlık ederken Laleli yangın yerinde altmış
kuruşa kadın, otuz kuruşa erkek çocuk satıyorlardı, hani
bugün Rus sattıkları bölgede... Enver bizi bu duruma
düşürmüştü.
Filmlerde mafya babalarına Amerikan askerlerinin kafasına
çuval geçirtip yürek soğutmaya pek benzemiyordu yani
gerçek savaş...
Ya peki, Osmanlı genelkurmay başkanının da bir Alman
subayı, General Bronsart von Schellendorf olduğunu biliyor
muydun, aziz ve nezih matbuat? Enver orduyu Alman emrine
vermişti.
Bilmiyordun. Ama “hamaset edebiyatı” yapmayı bilirsin ve
seversin.
O zaman Aliye, Gamze, Hülya ve Feraye gibi sana yakışan
konularla uğraş, boyundan büyük işlere girme.
Benim babamın amcası, yani dedemin kardeşi Çanakkale’de
şehit düştü, senin Enver yüzünden... Çanakkale’nin onurunu
da kimseye bırakmam, hesabını da.’’ |