Yine bir 21 Mayıs geldi.
Halkımız sürüldüğü ülkelerde yine bir kez daha tarihte yaşadığı
felaketi hatırlayacak.
Anayurttaki kendi biçareliğine, diasporadaki sığıntı yaşantısına
içten içe öfkelenecek.
Yine çeşitli anma toplantıları yapılacak, geçmişe dair acıklı
sözler sarf edilecek, insana hüzün veren törenler yapılacak.
Bir yas gününde, ona uygun ağırbaşlılıkla yapılacak bu törenleri
yetersiz bulanlar, toplanıp konsolosluk önünde protesto mitingi
yapacaklar, sloganlar atıp ‘daha sert bir tavır’ sergileyecek,
‘daha yurtsever’ olduklarını ispat edecekler.
Sonra herkes koşar adım evine gidip gazetelere televizyonlara
saldıracak “haber olabildik mi” diye.
Eğer bu konu bir veya birkaç yerde haber değeri bulmuşsa, herkes
gönlü ferah bir biçimde Çerkeslik için görevini yapmış olmanın
huzuru içinde gündelik meşgalelerine dalıp gidecek yeniden.
Bütün bunlara eyvallah.
Herkes kendi tercihine göre anar bu felaket yıldönümünü.
Kimisi konsolosluk önünde Ruslara lanet yağdırır, sloganlar
eşliğinde bildiriler okur.
Kimisi Kefken’de, Beşiktaş’ta, Samsun’da huşu içinde denize çiçek
bırakıp boynu bükük Karadeniz'e bakar.
Ben de Türkiye'de olsam muhtemelen Karadeniz'e çiçek bırakan boynu
büküklerin arasında olacaktım.
Buraya kadar hiçbir anormallik görmüyorum aslında.
Dedim ya, herkes kendi bildiği yöntemle anıyor yaşadığımız tarihi
felaketi. (Hoş, bir yas gününde dahi hep birlikte olabilecek
olgunluğu niçin gösteremediğimiz de tartışılabilir ama bu başka
bir yazı konusu olsun.)
Bu işin benim kafamı kurcalayan kısmı başka.
Bizim atalarımız sürgün edildi mi? - Evet.
Toprakları gasp edilip hayatlarına kastedildi mi? - Evet.
Sağ kalanlar süngü ucunda Karadeniz'e indirilip gemilere üst üste
tıkılarak, hastalıklara açlığa ve ölüme terk edildi mi? - Evet.
Aradan yüz elli sene geçti, biz sembolik anma törenlerinden öte ne
gibi bir faaliyet yaptık başımıza gelen bu felaketin sonuçlarını
ortadan kaldırmak üzere?
Her 21 Mayıs'ta, deniz kenarında veya konsolosluk önünde toplanıp
dağılmaktan ibaret midir bizim üzerimize düşen görev?
Elbette bu törenler yapılmasın anlamında söylemiyorum
söylediklerimi.
Bu törenler, yaşadığımız tarihsel trajediyi Çerkes evlatlarının
bilincine işlemek ve dışımızdaki dünyayı
bilgilendirmek-ilgilendirmek için kurumlarımızın yürüttüğü bir
faaliyettir nihayetinde.
Bireyler olarak biz ne yapıyoruz?
Evet, asıl soru budur.
Sürgün edilmiş bir halkın evlatları olarak her birimiz kendi
vicdanımızda bir mahkeme kuralım ve yargılayalım kendimizi.
Biz ne yapıyoruz dün yaşadığımız felaketin sonuçlarını ortadan
kaldıracak?
Yaşadığımız ülkede dilimizi kültürümüzü neslimizi mi muhafaza
ediyoruz.
Atalarımızın sürüldükleri vatana sahip çıkıp, kararlılıkla
yurdumuza dönmenin yollarını mı arıyoruz?
Geçmişimize sahip çıkıp, onların bıraktığı noktadan güzel bir
geleceğe doğru yol mu alıyoruz?
Elbetteki hayır.
Ne yapıyoruz biliyor musunuz?
Konuşuyoruz…
Sadece konuşuyoruz, sadece başkalarından bekliyoruz, sadece
başkalarının yaptığına bakıp ona takacak bir kulp arıyoruz.
Tiksindirici bir riyakarlıkla, artık dayanılmaz hale gelen bir
ikiyüzlülükle kendi üzerimize toz kondurmadan sürekli başka bir
suçlu arıyoruz.
Kurumlarımızı suçluyoruz, hızımızı alamayıp devletleri suçluyoruz
ama bir tek kendimizi suçlamıyoruz kendimizi sorumlu görmüyoruz
olanlardan.
Bir dünya boş laf edip konuyu oraya buraya sürüklemenin, meseleyi
demagoji ile boğmanın manası yok.
Bizler sürgün edildik, vatanımızdan kovulduk.
Bunun çözümü kovulduğumuz vatana dönmek, ona sahip çıkmaktır.
Çok kısaca formüle edersek sürgünün çözümü dönüştür.
Dönüyorsunuz vatanınıza mücadele ediyorsunuz, dönemiyorsanız
dönecek olana omuz veriyorsunuz.
Şimdi kalkıp hiç kimse bana “dönüş ekonomik temelleri olan,
devletler arası çözüm gerektiren bir sorundur” demesin.
Hiç kimse “dönüş ciddi bir örgütlülük işidir ” demesin.
Hiç kimse “dönüş koşullar oluştuğunda kendiliğinden gerçekleşecek
bir toplu harekettir” demesin.
Ben bu yazının başından beri birey bilincinden, birey iradesinden,
birey kararlılığından ve mücadele azminden bahsediyorum.
Toplumu bireyler oluşturur ve bizler hiçbir zaman hiçbir olayda
birey olarak kendimizi sorgulamıyoruz, birey olarak kendimize toz
kondurmuyoruz.
Ne yani, şimdi devletler istemezse (ki, sıttin sene
istemeyecekler. Ne Türkler ne de Ruslar) biz vatanımızdan vazgeçip
Karadeniz kıyısında ağlaşacak mıyız bin yıl daha?
Bizler bireyler olarak, ciddi kararlı bilinçli ve azimli olmazsak
“ciddi örgütlülük” nereden doğacak?
Koca bir imparatorluğun 300 yıl savaşıp işgal ettiği ve sizi
attığı toprakları altın tepsi içinde geri sunmasını mı
bekleyeceksiniz veya içinde yaşadığınız devletin sizi buraya
döndürerek kendi dengelerini bozacağını, Türki kardeşlerinin
yaşadıkları bölgelerde sayısal azınlık durumuna düşmesine izin
vereceğini mi sanıyorsunuz?
Siyaseten bir açmazın içindeyiz biz toplum olarak.
Hiç kimse bizim dönüşümüzü istemiyor.
Ne içerisinde yaşadığımız devlet, ne de içerisine geleceğimiz
devlet.
Üstelik bizlerin bu yapıları zorlayacak örgütlü gücümüz ve duruma
etki edecek irademiz de yok.
Mevcut örgütlerimizin gücü, bireylerimizin kalitesi kararlılığı ve
gücü ile orantılıdır en nihayet.
O nedenle hayal görmeyi bırakıp ayaklarımızı yere basalım.
Hobi mahiyetinde Çerkeslik yeterli değildir, eğer biz uluslaşmak
ve vatan sahibi olmak istiyorsak.
Slogandan ibaret Çerkeslik de yeterli değildir.
Bu gün için ancak bireysel kararlılık, bireysel mücadele azmi,
ulusal bilinç ve vatan sevgisi ile yol alabiliriz ama ne yazık ki
hayatın her alanında diğer halklara fark atacak kadar ileri olan
bireylerimiz, ulusal bilinç vatan sevgisi ve mücadele azmi
konusunda en geri durumdalar.
Bu handikabı aşamadıkça hiç bir yere varamayız.
Bireyleri ne istediğini bilmeyen bir cemiyetin örgütlerinin farklı
olmasını bekleyemezsiniz.
Özetlersek sürgünün rövanşı dönüştür.
Dönüş ise (en azından bu gün için) birey mücadelesi ile
gerçekleşecek, büyüyecek kendi örgütünü ve örgütlülüğünü
yaratacaktır zaman içerisinde.
Bunun başka hiçbir yolu yok.
O nedenle sağda solda suçlu arayacağımıza her birimiz dönüp
kendimize bir bakalım öncelikle. |