Geçenlerde bir sohbete şahit oldum
tesadüfen.
Gençlerden bir tanesi diğerine böbürlenerek şöyle söylüyordu:
- Biz Çerkes'iz oğlum.
- Çerkes ne yaa, hiç duymadım ben?
- Bizler yüz küsur yıl önce Kafkasya'da yaşıyormuşuz, sonra
Ruslar bizi sürmüş topraklarımızdan...
- Vay be!
- İşte o nedenle yıllardır mücadele içerisindeyiz ve sonuna
kadar da böyle sürecek.
- Helal sana, doğuştan askersiniz desene... Nasıl bir şey
sizin diliniz? Biraz konuşsana...
- Şey... Ben bilmiyorum dilimizi.
- Haydaaa! Olur mu ya insan anadilini bilmez mi hiç?
- Annem babam konuşuyorlar aralarında ama bana öğreten
olmadı.
- Neresi bu Kafkasya tam olarak, hiç gittin mi sen?
- Gitmedim ama biliyorum yerini. Karadeniz ile Kazar mı Hazar
mı ne, işte o denizin arasında kalan yer. Orası bizim vatanımız ve
düşmandan temizleyeceğiz inşallah bir gün.
Bu diyalog böyle sürdü gitti.
Çok üzülerek söylüyorum ki, bu gün bir kısım kardeşimizin Kafkasya
ile ilgisi geçen diyalogdaki karaktere benzer trajikomik bir biçim
arz ediyor. .
Kendisini Çerkes, Kafkasyalı olarak tarif eden bazı kişilerin
adına söz söyledikleri kültür ile, halk ile, toprak ile uzak yakın
bir alakaları kalmamış.
Onları mı suçlamalıyız, yoksa kendimizi mi?
Bana kalırsa en az onlar kadar kendimizi de suçlamalıyız bu
konuda.
Eğer bizler yetişen neslimize sahip
çıkmış olsaydık, eğer bizler bu gün boşalan yerleri yarın onların
dolduracaklarını hesaba katmış olsaydık, şimdi bu karakterlerle
karşılaşmazdık hayat sahnesinde.
Çerkes olmanın sadece saygıdan
,kurallara (çoğu zaman niçin olduğunu bile anlamadan) riayet
etmekten, içerisine girilen topluluğa uyum adabından öte bir yüzü
daha olduğunu öğretmedik gençlerimize.
Cemiyete karşı sorumluluk duygusunu, vatan duygusunu, vatana karşı
sorumluluk duygusunu hiç işlemedik bu güne kadar.
Ait olma hissini veremedik.
Kendisini ait hissetmeyen kişi doğal olarak sorumlu da hissetmez.
Kendisini sorumlu hissetmeyen kişi de sahiplenme savunma duygusu
geliştiremez.
Dolayısıyla, çıkan en küçük bir engelde iki seçenek vardır önünde:
Ya sırtını döner gider.
Ya da böyle olursa ben varım diyerek kendi şartlarını dayatır.
Her iki durumda da fedakarlık
bekleyemezsiniz, sabır, azim, kararlılık ve mücadele duygusu
bekleyemezsiniz.
Mücadele kararlılığı, fedakarlık azmi ve aidiyet bilinci olmayan
bireylerin oluşturduğu hareket bir hobi faaliyetidir eninde
sonunda.
Asla bir dava olarak tanımlayamayız.
İşte bu nedenle önemlidir aidiyet duygusu.
İşte bu nedenle boş övünmelerin ötesinde bir halk olma bilinci,
tarihi yaratma ve tarihine sahip çıkma sorumluluğu geliştirebilmek
gerekir.
Tam bu noktada kendimizi yeniden tarif etmeliyiz bence.
Biraz Çerkes gibi, biraz Türk gibi, biraz bilmem ne gibi
davranarak; hem kendimizi, hem mensubu olduğumuz cemiyetleri
aldatmanın anlamı yok.
Kim olduğumuzu, kendimizi neye ait nereye ait hissettiğimizi çok
doğru bir şekilde kafamızda netleştirmeliyiz.
Bu gün bizim yaşadığımız sıkıntıların altında yatan temel neden,
bu tanımsızlıkta gizlenen samimiyetsizlik, aidiyet duygusundaki
zayıflıktır.
Aslında bu zaafımız nedeni ile insanlarımızı başka mücadelelere
kaptırıyoruz.
İnsanlarımız, içerisinde bulundukları politik görüşün/inancın
tespit ettiği sorunu kendi halkının önünde duran sorunlardan daha
öncelikli görebiliyorsa, bu öncelik sıralamasındaki hatanın
sorumlusu yine bizleriz.
Kendi dili yok olurken,
Kendi kültürü günden güne eriyip giderken,
Kendi kaderi başka halkların iki dudağı arasındayken,
Kendi vatanı parça parça başkalarının kontrolüne geçerken,
Mücadele tercihini bambaşka öncelikler için kullanan kişi; ya o
halktan değildir ya da gerçekte kendisini o halka ait
hissetmiyordur. |