Kuleyi bir kez
gören asla unutamaz.
“…Kuleleri ilk kez bir akrabasının evinde, eski ve solmuş bir
kartpostal üzerinde görmüştü. Bir vadi içerisine kurulmuş dağ
köyünün yıkık evleri arasından yükselen kuleler ilk anda
fantastik bir yerin kurgulanmış bir görüntüsü gibi gelmişti ona.
Yıllar sonra o kartpostaldaki kuleler başka basılı kaynaklarda
da karşısına çıktı. Her karşılaşma onlara olan ilgisini
pekiştirerek bu esrarengiz yapılar hakkındaki merakını daha da
artırdı. Şüphesiz, büyük dedesinin bu yapıların bulunduğu
ülkeden göçmen olarak gelmiş olması bu ilginin kaynağını
oluşturuyordu. Silik fotoğraflarda yer alan görüntüler yıllar
geçtikçe hayalinde kendinden de bir şeyler kattığı silinmeyen
imgelere dönüştü. Her yetişkin insanın kendi içinde oluşturduğu
ve özenle biçimlendirdiği saklı bir dünyası vardır. Onun için de
kuleler, yıllar geçtikçe gün be gün daha da artan hislerle
algıladığı yaşamın karmaşasından, acılarından, monotonluğundan
yılgınlaşarak en sıkıntılı anlarında adeta kaçarak sığındığı
içindeki dünyanın değişmeyen siluetlerine dönüşmüşlerdi.”
Kuleler, işlevselliğinin ön planda tutulması ve yapım
tekniğinden de kaynaklanan etkenlerle gösterişten uzak sade
yapılardır. Ayrıca bu sadelik onların yapıldığı doğaya da
herhangi bir aykırılık içermeden büyük uyum göstermesine neden
olur. Uzaktan şöyle bakılarak geçilen bir kule, insana fazla bir
şey anlam ifade etmeyebilir. Çünkü kuleler bu uyumun sonucunda
öyle doğa içinde ilk bakışta kolayca fark edilemezler. Aslında,
görkemli antik kentlere aşina bir insan tarafından kolayca fark
edilmemek, bir dağ kenarında veya ıssız vadide yükselen tek bir
yapının doğal kaderidir. Yıkık bir kulenin dört duvardan ibaret
yükselen kalıntısı, tarihin eski devirlerinden bugüne ulaşmış
türlü süslemelerle bezeli oymalı görkemli mermer sütunlu yüksek
mimarlık ürünü anıtların yanında ne kadar etkili olabilir ki?
Sıradan bir insanın, ünlü bir insanla toplum tarafından
tanınmışlık açısından karşılaştırılmasına benzer bir durumdur
bu. Ya da, çoğu zaman en yakınımızdaki insanları tanıma fırsatı
bulamadan, uzaklardaki bir ünlü şahsiyetin neredeyse tüm
özelliklerini bilmemize benzer. Kule de böyledir. Onu tanımak
için özel bir çaba göstererek yakınına kadar gitmek gerekir.
Ancak, bir fırsat bulup o yıkık dört duvarın yanına gittiğinizde
dahi o hemen kendini göstermez. Çünkü kuleye dıştan sadece
bakılabilir. Görülmez.! Kuleyi görmek için içine girmek gerekir.
O sade ve sadece duvarlardan oluşan yüksek yapının içine
girildiğinde anlaşılır her şey. Bir fırsatını bularak ya da
tesadüfen konuşulan, konuştukça hayata bakışı, kavramları
algılayışı ile hayretler içerisinde bırakan sade bir insan gibi
–ki her insan hak eder aslında böyle bir ilişkiyi- o yıkık uçlu
duvarlardan ibaret olan yapı da bir anda insanı sarıp sarmalar.
Kulenin içinde geçen her saniye bir yaşamın verebileceği kadar
anlamlı, türlü düşüncelere sevk eder insanı. Her şeyden önce
kulenin içe dönüklülüğü ile kendisi arasındaki var olan
benzerlik şaşırtır insanı. İnsan öz’de çok yalın bir varlıktır.
Çocuk kadar saftır. Bakmayın bir yetişkinin öyle gizemli
göründüğüne, onu yaşadığı çevre, yaşamın getirdiği kişisel
tecrübe, kültür ve inanışlar gün geçtikçe daha da karmaşık bir
yapıya büründürmüştür. Zamanla insan, hızla geçen yaşamın
içinden bir fırsatını bularak, kıyıya çıkar gibi kenara
çekilerek kendisini izlediğinde, özünün artık kaybettiği o
başlangıç yalınlığına da büyük bir özlem duyar. Yaşamın
getirdiği zorluklara isyan ederek kendi içinde oluşturduğu
dünyaya kaçmasının nedenlerinden biriside bu özlemden
kaynaklanır. Kule içine girerek kendisini görene eşiz bir
sığınma mekanı olarak insanın özündeki yalınlığı tekrar
hatırlatır. Benzer meziyetlerin insani ilişkilerdeki
yakınlaştırıcı bir özelliği vardır. Bu, kule ile insan için de
söz konusu olur. İçine giren insan aslında kendisinin de bir
kule olduğunun farkına varmıştır. Kulenin içinde, düşünen insan
için zaman durmuştur artık. Kule, insanın içine girerek onu
kendisine gönüllü bir mahpusa çevirmiş, adeta hapsetmiştir.
Kuleyi bir kez gören bu nedenle onu bir daha hiç unutamaz.
Kuleyi görmek
demek onu düşünce ve hayal dünyasının bir parçası gibi hep
yanında taşımaktır.
“.. Uzakta bir kaya parçası gibi duran kuleye doğru yaptığı
yürüyüşüne biraz soluklanmak için ara vererek durdu ve
dikkatlice baktı. Tepenin ucundan yıkık bina kalıntıları
arasından yükselen kule öyle fazlaca ilgisini çekmedi ilk anda.
O, o anda yıllardır görmek için içinde büyük istek duyduğu bir
yapı değil de, sanki sık ziyaretleriyle sıradanlaşmış aşina bir
yer gibiydi. Kuleye doğru belli belirsiz uzanan ve üzerinde
sadece yabanıl hayvan izlerinin bulunduğu ince patikadan
tereddütsüz adımlarla yürüyüşüne devam etti. Her adım atışında
kuleye daha da yaklaşıyordu. Patikanın dik ve kıvrık köşesine
ulaştığında kule artık görülmez olmuştu. Genç, adımlarını
sıklaştırarak kıvrımlı yolda yürüyüşüne devam etti. İnce dik
yolun sonuna ulaştığında ilk anda büyük bir şaşkınlık geçirdi.
Patikanın uzandığı son dönemece kadar, uzaktan tam olarak
görülmesi mümkün olmayan yıkık yapılar, bina kalıntılarının
zengin ve heybetli varlığıydı şaşkınlığının nedeni. Her biri
birkaç katlı kulevari olan yıkık geniş duvarlı taş yapılar
yabanıl otlar arasından yükseliyor, binalar arasında yer yer
duvarlardan dökülmüş taşlarla kaplı ince sokaklar gözünün önünde
alabildiğince uzanıyordu. Aşağılardan bakıldığında görünen kule
ise, eskiden büyük bir kasaba olduğu anlaşılan bu metruk
yerleşimin en yukarısında, büyük bir anıt gibi yükseliyordu.
Kulenin yanına geldiğinde, uzaktan fark edilmeyen büyüklüğü
karşısında daha da şaşırdı. Kulenin, hayranlıkla seyrettiği
kurumuş ve zamanla kızarmış yosunlarla kaplı taş duvarları ince
bir işçiliğin eseriydi. İçinde, kulenin içerisine girmek için
büyük bir merak uyandı. Ancak kulenin giriş kapısı yandaki
binaların yıkık duvarlarından dökülen arduvaz taşlarla tamamen
kapanmıştı. Kendisine kapıdan girebilecek kadar küçük bir geçit
açabilmek için ıslak taşları bir kenara yığdı. Bir süre sonra
emekleyerek girebileceği kadar bir aralık oluşmuştu. Sürünerek
içeri girdi. Birden ne olduğunu anlamadan, elinin altındaki
ıslak taşlardan kayarak kendini kulenin içinde ıslak ve yumuşak
bir zeminde kör bir karanlığın içerisinde buldu. Gözü karanlığa
alışana kadar bekledi.. ”
“.. Yanında yükselen kule duvarına bitişik olarak inşa
edilmiş yapı, içerden beyaz toprak ile sıvanmıştı. Beyaz
sıvanın döküldüğü yerlerde altta kalın balçık sıvanın üzerinde
sıvacı kadınların el izleri hala görülüyordu. Katlar arasındaki
ahşap zeminler tamamen yok olmuştu. Yerde, türlü yaban otları,
yıkık duvar taşları arasında görülen kırık yemek kaplarından bir
zamanlar mutfak olarak kullanıldığı anlaşılan odanın bir
duvarında, kör pencerenin içinden yangın sırasında kararmış bir
toprak kaseden kim bilir hangi yiyeceğin eriyerek duvardan aşağı
akmış yağlı izleri vardı. Genç adam, yıkıntılar arasında
zorlukla yürüyerek binadan çıkarken ayağının altında ucu yanmış
bir ahşap parçasına gözü takıldı. Eğilerek yerden aldığı
üzerindeki oyma süslemeleri hala belli olan bu parça, bir
zamanlar kınalı ellerin ninniler söyleyerek salladığı bir beşiğe
aitti.”
|